not:TUSAM dan alıntıdır BU ÜLKENİN SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ…
Değişim sözcüğünü duyduğumuzda içimizi tatlı bir heyecan sarmıştı. İnsanların kulağına 'değişmeliyiz' sözü güzel geliyor, bu sözü söylemek, yazmak bir iddia anlamını taşıyor, insana bir güç veriyordu...
Peki ama, nasıl değişecektik, neyi değiştirecektik, kiminle değiştirecektik? Biz ve bizim gibi bir çok ülkenin insanları bu sorulara cevap aramaya devam ederken, küresel güçlerin örgütleri bizlere değişim konusunda ipuçlarını verdi... Birinci olarak çağdaşlaşmamız, ikinci olarak evrenselleşmemiz üçüncü olarak sivil toplum örgütlerini geliştirmemiz değişimin yegâne şartları olarak gösterildi. Dünya Ticaret Örgütü'nün tavsiyesi böyleydi. Emir büyük yerden(!) geliyordu...
Bir taraftan küreselleşme, diğer taraftan değişim ile dolu söylemler kuzeyden güneye, doğudan batıya dünyanın hemen hemen her yerinde yankılanmaya devam etti. Siyaset ve ekonomi dünyasında yer alan ve bu dünyaya yön verenlerin hemen hemen tamamı değişimin dünyayı sadece değiştirmeyeceğini, aynı zamanda güzelleştireceğini de söylüyordu. İnandık. Dünyadaki gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderileceğini, teknolojinin de insanlığın mutluluğu ve huzuru için kullanılacağını düşündük... Bunu bekledik, bunun için umutlandık...
Ama ne görelim?
Özellikle Türkiye’den başlayarak, Ortadoğu ve Merkezi Asya'ya kadar uzanan coğrafyada dikte edilen 'değişime entegrasyon' için arayışlar devam ederken, bir de baktık ki -dünya gelirinin yüzde 80'ini yiyen ama dünya nüfusunun ancak yüzde 20'sini barındıran- G-8 ülkeleri, beraberlerinde çok uluslu şirketler ve lobiler ile birlik olmuşlar, tamamen farklı şeylerle uğraşıyorlar. Bize 'değişin' diyenler bir de gördük ki değişmemekte direniyor... Anladık ki onların değişimden anladıkları, özellikle dünyanın stratejik ve enerji kaynakları bakımından zengin coğrafyalarındaki ulus devletleri önce güçsüz sonra da kimliksiz ve kimsesiz bırakarak pastanın tamamına sahip olmak... İşte bu pastaya sahip olmak için, bu pastadan daha çok yemek için acımasız, kanlı savaşlar icat ettiler...
Dünyanın gündeminde 'savaş' hep birinci sıraya oturdu..55 milyon insanın hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana bu gezegen 150'ye yakın savaş gördü. 20 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği bu savaşlar 5-6 trilyon dolara mal oldu. Buna rağmen, egemen güçler ihtiraslarını yenemedi.. Şimdi,bu ihtirasın emrindeki dünya silah sanayisinde 500 binden fazlası bilim adamı olmak üzere 15 milyon kişi çalışıyor..Hala savaş..hala terör..hala silahlanma..Barıştan, adaletten, adaletli gelir dağılımdan yana değişen bir şey yok...
Dünya, dakikada 2 milyon dolara yakın askeri harcama yapıyor. Oysa dünya üzerinde 5 saatlik silah harcaması ile Afrika'da her yıl 1 milyon çocuğun ölümü engellenir. Bir tane bombardıman uçağına yapılan harcama ile 16 tane tam teşekküllü hastane faaliyete geçirilebilir...
Ama buna, ‘küresel güçlerin karargâhı’ olan Amerika izin vermez ki.. Çünkü dünya üzerindeki 100 büyük silah şirketinden 38’i bu ülkede... Sadece bu bile, bize dünya üzerinde terörün niçin hortladığı, neden savaşların olduğu konusunda ipucu vermeye yetiyor... Ölen insanlar mı? Onlar, küresel tekeller için bir şey ifade etmiyor...Bu da yetmezmiş gibi, dünya üzerinde ekonomik sorunlar devam ederken, açlık, sefalet ve çevre kirliliği bu güzel gezegeni tehdit ederken, küresel güçler uluslararası toplantılarda Kyoto sözleşmesinin ve silah ticaretinin azaltılmasının gündeme alınmasını sürekli olarak engelliyor..
Küreselleşme ve değişim sözcükleri insanlığın gündemine girdikten sonra bu gezegen çığırından çıktı.. Televizyon, telefon, internet gibi araçlar, dünyaya küresel güçlerin istediği gibi bir kültür ve ideal yaymakla kalmadı, aynı zamanda çılgınlık derecesinde yeni bir tüketim alışkanlığı da ortaya çıkardı..Türkiye de bu çılgınlık halkasının içinde... Güney Kore'li bir TV firmasının ürettiği altın kaplama dev televizyonlardan Türkiye'den 15 kişi sipariş vermiş. Çılgın tüketim kültürü, savaşlar, sömürüler, çaresizlikler, açlık ve yoksulluk insanlığın ruh sağlığını da tehdit eder durumda. Küreselleşme ve değişim konusundaki dayatmalar, insanları çıldırma noktasına getirdi. İntihar, artık bir alışkanlık olmak üzere... Her 5 insandan biri akıl hastası, her yıl 800 bin kişi intihar ediyor...
Hani insanlığı mutlu edecek değişim? Hani insanlığı refaha kavuşturacak küreselleşme?
Sivil Toplum Örgütleri, bu anlamda bir umut olarak ortaya çıktı... Ama siyaset ve ekonomi alanındaki birçok kişi ve kurumda olduğu gibi, küresel güçler, sivil toplum örgütlerini de kuşattı. Sivil toplum örgütlerindeki yozlaşma ve kokuşma işte bu kuşatma ile başladı…
Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde sivil toplum örgütleri, küresel güçlerin sözcülüğünü ve propagandasını yapan kişi ve kuruluşların etkisi altına girdi. Böyle olunca küresel güçler, özellikle yeraltı zenginlikleri ve enerji kaynakları bakımından değerli olan coğrafyalarda istedikleri siyasi hamleleri gerçekleştirdi. Gül Devrimi, Turuncu Devrim, Kadife Devrim gibi sosyal olayların, bağımsız bir halk hareketi olduğunu söyleyemiyoruz. Bu hareketlerin hemen hemen hepsinin arkasında ABD'li finans çevrelerinin temsilcisi George Soros ve onun ihtilalcilere para dağıtan vakıfları oldu. Sivil Toplum Örgütleri, hem Amerika’nın hem de Avrupa'nın paralelinde durmanın karşılığında fonlardan yararlanma ile mükâfatlandırıldı... O fonların karşılığında bir çok ülkede bir çok sivil toplum örgütü, ulusal sorunlara ve duyarlılıklara uzak durdu. Uzak durmakla da kalmadı, karşısında yer aldı…
Türkiye' de de farklı bir görüntü yok... Bizim ülkemizde de değişim, ülkenin gerçekleriyle kucaklaşan yaklaşımlara şahit olmadı..İnsanlarımızı, kültürümüzü, değerlerimizi, zenginliklerimizi dışlayan bir değişim mantığı hakimiyetini ilan etti.Değişim dedik ama değişmedik yabancılaştık...Kendi değerlerine, kültürüne, coğrafyasına, tarihine , diline, dinine,kimliğine yabancılaşmış bir toplum...Zaten küresel güçlerin istediği de buydu.. Öyle de oldu..
Entellektüel çevrenin takdirini almak, sanki o çevreye ait olduğunu hissettirmek isteyen bazı sivil toplum örgütleri(yöneticileri) Amerika'lı ve Avrupa'lı demokratların -ki bunların demokratlığı da tartışılır- düşüncelerini, dünya görüşlerini ve önerilerini paylaşırken ve dile getirirken, bunların Türkiye'nin tarihine, coğrafyasına, gerçeklerine ne derece uygun olduğunu değerlendirmekten kaçındılar. Bunu yaptıkları gibi, bu ülkenin ulusal hassasiyetleriyle ilgili konularda duyarlı olan çevrelere karşı da sanki düşmanmış gibi bir tavır sergilediler. Daha da kötüsü bu tavır yüzünden ülke halkı kamplara ayrıldı.
A.B.D ve Avrupa Birliği ile ilgili politikalarda ve ilişkilerde, Türkiye'nin Kıbrıs ile, Kerkük ve Musul ile ilgili önceliklerinde, PKK Terörü ile mücadelede, 301'in Anayasa Hükmü olarak kalmasında,Sınır Ötesi Harekat'a duyulan ihtiyaç hakkında kendilerini sivil toplum örgütü olarak tanımlayanların düşüncesi bu ülkenin tarihi ,siyasi ve fikri yapısına ters olmasına rağmen holding medyasının da desteğiyle "sivil insiyatif" başlığıyla tanıtıldı..Siyasi iktidarın sivil toplum anlayışı, sermaye çevresinin iki örgütünü dikkate almaktan öteye geçmedi... Bundan dolayı, ekonomik ve sosyal konularda talepte bulunanlar, ulusal duyarlılıklara uygun bir siyasi duruş isteyenler ‘çatlak ses’ olarak tanımlanırken, Amerika ve Avrupa’nın dümen suyunda, sözüm ona demokrasi ve insan hakları adına hareket ettiklerini söyleyenlerin adı ‘sivil toplum örgütü’ oldu.
Emeğin, çalışanların, örgütlü diğer kesimlerin siyasi iktidar tarafından 'kıymet-i harbiyesi' olmadı... Çok seslilik değil, sessizlik benimsendi...
Böyle bir sivil bölünmüşlük hem siyasi iktidarın, hem küresel güçlerin hem de Türkiye'nin dış politikasında ulusal hassasiyetlerin öncelik alması isteği karşısında bir duvar gibi duran A.B.D'nin ve Avrupa Birliği'nin işine geldi.
Türkiye’de holding medyasının desteğini alan birkaç kuruluş, adeta ‘itilaf devletlerinin’ paralı ve gönüllü askerleri haline geldi… Artık sivil inisiyatifin varlığı bile tartışılır halde…
Bakalım çeşitli fonlardan gelen yardımlar, Türkiye’nin ulusal bütünlüğüne, ulusal duyarlılıklarına daha nereye kadar kafa tutacak? Bakalım 'Türkiye'nin Sesi 'olan sivil insiyatif, bütün bunlara rağmen ne zamana kadar sessiz kalmaya devam edecek?
Kabul etmeliyiz ki bu sessizlik, bir anlamda yaptırım gücünün de erimekte olduğunun göstergesidir.
Dileriz, bir gün gelip sesini yükseltemeye çalışanların, o gün yaptırım güçleri bitmiş olmaz...
Dileriz o gün, iş işten geçmiş olmaz...