İLK OKU(T)MA
Buğulanmış pencereyi silerken, karşı tepelerin de beyaza büründüğünü gördü. Bütün görkemi ve güzelliğiyle tepeler nurani bir beyazlıkla karşısındaydı. Bu beyaz örtü, onda hep masumiyeti ve temizliği andırıyordu. Onunla tanışalı daha birkaç hafta olmuştu. Geldiği yerlerde hiç kar yağmaz, ancak yolculuk yaparken uzaktan hem de çok uzaktan görürdü karlı dağları ve tepeleri.
Öğrencileriyle -sarı civcivleriyle- kartopu oynarken, saçındaki beyazlıklara, çocukların birer ikişer savurdukları kartopları da eklenince, başı beyaz bir yumağı andırıyordu. O halini düşündüğünde gülümsedi.
Soğuktu buralar; bildiği, alıştığı yerlere hiç benzemiyordu. Öyle ki sarıp sarmalardı kendini, köyün meydanından geçerken, orada bulunan köylüler şaşırırlardı. Kendi aralarında, bu hoca da pek sarmalıyor kendini canım derlerdi.
Soğuğu iliklerine kadar hissedebiliyordu. İçim ısınır düşüncesiyle, kendine bir çay aldı. Sıcak çayını yudumlarken, gözünü, beyaza bürünmüş tepelere dikti.
Nerden nereye diye düşünüverdi. Henüz küçük yaştayken zor yaşam şartlarını, zorluklarla başa çıkmasını ve çalışmayı öğrenmişti. Hafta sonlarında, şehrin en işlek caddeleriyle beraber, şehrin otogarında umutları, yürekleri, ayakkabıları, omzunda taşıdığı gökkuşağı renkleriyle boyamaya giderdi. O zaman da üşürdü ama işinin ve eve cebinde birkaç bozuklukla dönmenin verdiği mutluluğu düşünüp hissetmezdi.
O günlere dair hatırında kalan tek varlığı; sarı, siyah kahverengi, beyaz ayakkabı boyalarına bulanmış elleriyle, kazandığı yevmiyenin bir bölümü ile mahallenin kitapçısından aldığı kitaplarıydı. Pinokyo, Kırmızı Başlıklı Kız, Peter Pan, Heidi, Keloğlan Deli Dumrul, Nasrettin Hoca… Onun; kitapları, ayna gibi boyadığı boyayacağı ayakkabıları ve sadece rüyasında gördüğü babası vardı. Kitaplarını bıkmadan, usanmadan, bir kez daha okumalıydı.
Öğrencilerine umutla sarılması, yaşadığı hissettiği kitapların sıcaklığını bir nebzede olsa onlara da tattırmak istiyordu. Okumalıydı ve okutmalıydı. Gereklilik kipinde cümleleri sevmez, lakin çoktan bunları sözlüğünden çıkarmıştı. Yaptım evet ben onu da yaptım demeyi yeğliyordu kendine. İlk çalıştığı yer olmasından mı, yoksa filmlerde gördüğü köy yaşantısından mıdır bilinmez ama buraları sevmeye başlamıştı. Onun da öğrencileri vardı:
Pirelenmiş kafaları,
Çamura bulanmış pantolonları,
Lastikten bozma ayakkabıları,
Bütün kirlerin bir örtü gibi sarmış vücutlarıyla,
Onlar da bir çocuktu…
Sahip oldukları, “ İşte bu da benim ve kimseye de vermem! ” diyebildikleri tek varlıkları kalemleriydi, bir de defterleri olsaymış…
Üzülüyordu, her defasında her sınıfa girdiğinde, umut diyordu, kulakları yırtarcasına bir umut, kendine ve bu minik, bu masum, bu körpe yavrulara bir umut olmalıydı. Annesinin nasırlı elleriyle başını okşayıp: “İyiliğin kadar yaşarsın, en kötü anında bu iyiliklerin senin kolun kanadın oluverir ve seni gelir bulur.” sözü dudaklarından dökülüverdi.
Arkasında bir şeyler bırakarak anılmalı, mutlaka onu hatırlatacak bir şeyler olmalıydı. Resmi kayıtlardan ziyade birkaç yürekte de adı kalmalıydı.
Öğrettikçe kalplerine dokunduğunu hissetti, o ilk okumalarını, öğrenmenin verdiği o ilk mutluluğu, o ilk ışıltıyı, öğrencilerin gözlerinde görebiliyordu. Kalem ve kitap onun olduğu gibi öğrencilerinin de yari olmuştu.
Bayram HERGÜL
Hasbek İlköğretim Okulu 1-2-3-4-5/A SINIF ÖĞRETMENİ
Sarıkaya / YOZGAT