Dini Hikayeler Burda! Sizden Gelenler De Burda Olabilir Mi? :)

Çevrimdışı coffiner

  • B Grubu
  • 178
  • 185
  • 178
  • 185
08 Nis 2007 14:04:47
Mevlana Celaleddin-i Rumi'ye felsefecilerden bir grup geldi. Sual sormak istediğini bildirir. Mevla'na Hazretleri bunları Şems-i Tebrizi'ye havale etti. Bunun üzerine O’nun yanına gittiler. Şems-i Tebrizi Hazretleri mescit de, talebelerine bir ker*le teyemmümün nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler.

Şems-i Tebrizi; "sorun" buyurdu. İçlerinden birini sözcü seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı:

-"Allah var dersiniz. Ama görünmez, göster de inanalım." Şems-i Tebrizi Hazretleri;

-"Öbür sorunu da sor" buyurdu. O;

-Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azap edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azap eder mi? dedi.

Şems-i Tebrizi;

-"Peki öbürünü de sor" buyurdu. O;

-"Ahiret'te herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın" dedi.

Bunun üzerine Şems-i Tebrizi, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhal zamanın kadısına gidip, davacı oldu. Ve;

-"Ben, soru sordum, o başıma ker* vurdu." Dedi. Şems-i Tebrizi;

-"Ben de sadece cevap verdim." Buyurdu. Kadı bu işin açıklanmasını istedi. Şems-i Tebrizi şöyle anlattı:

-"Efendim, bana Allah-u Teala’yı göster de inanayım dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." Dedi. Şems-i Tebrizi; "İşte Allah-u Teala’da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azap edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Halbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." Dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan Ahiret hayatında niçin hak aranmasın?" Buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahçup olup, söz söyleyemez hale düştü.

Çevrimdışı coffiner

  • B Grubu
  • 178
  • 185
  • 178
  • 185
# 08 Nis 2007 14:08:29
DUÂ AYNI DUÂ, AMA OKUYAN AĞIZ...
Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruh) hazretlerinden:

Fakirin biri, bir ağaç dibinde gölgelenmekte olan Hz. Ali (r.a.)'ye gelir, ihtiyaçlarını arz eder:

- Çoluk-çocuk sıkıntı içindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulunun, der.

Hz. Ali (r.a.) hemen yerden bir avuç kum alır, üzerine okumaya başlar. Sonra da avucunu açar ki, kum tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiş...

- Al, der fakire. İhtiyacını karşıla!

Fakirin gözleri yerlerinden fırlayacak gibi olur:

- Allah aşkına söyle yâ Emîre'l-mü'minîn! Ne okudun da kum tanecikleri altın oluverdi? der. Hz. Ali (r.a.) anlatır:

- Kur'ân-ı Kerîm, Fâtiha sûresine gizlenmiştir. Bende Kur'an-ı Kerîm'i okudum, yani Fâtiha sûresini okudum bu kumlara...

Bunu öğrenen fakir durur mu? O da bir avuç kum alır ve başlar okumaya. Okur, okur, okur... Ama kumlarda bir değişiklik yoktur. Altın filan olmuyor, aynen duruyor.tekrar gelir ve İmam Ali kerremallâhü vechehû hazretlerine:

- Ben de okudum, ama birşey değişmiyor; kumlar altın olmuyor, der. Emîrü'l- Mü'mînin Hz. Ali (r.a.) boynunu büker, mahcup bir edâ ile cevap verir:

- Ne yapayım, der. Duâ aynı duâ; ama, okuyan ağız aynı değildir! Duâ tamam; lâkin, okuyanın ihlâsı ve teveccühü tamam değildir!..

İşte bütün mesele buradadır. Okuyanın ihlâsında ve teveccühünde... Aynı duâ; aynı îman, aynı İhlâs ve aynı teveccühle okunacak ki, aynı netice elde edilebilsin. Yoksa kumu altın yapmak gibi bir iksire sahip olabilmek mümkün olmaz

Çevrimdışı coffiner

  • B Grubu
  • 178
  • 185
  • 178
  • 185
# 08 Nis 2007 14:10:26
DUA İÇİN RİCA
Bir şahıs, heyecan ve ıstırapla, İmam Sadık (a.s)ın  huzuruna gelerek:   


- Ne olursunuz efendim, Allah'a bana daha fazla rızık vermesi için dua da bulunun, çünkü çok yoksulum, dedi.


İmam:

-Hayır, asla dua edemem buyurdu.


-Niçin edemezsiniz efendim?


-Zira Allah bu iş için bir yol tayin etmiştir; rızk peşinden koşun ve onu elde edin diye de emir buyurmuştur. Halbuki sen evinde oturup, dua etmek suretiyle, rızkın senin peşinden gelmesini istiyorsun.

Çevrimdışı coffiner

  • B Grubu
  • 178
  • 185
  • 178
  • 185
# 08 Nis 2007 14:14:21
Bir Hikmeti Vardır


Adamın biri bir pislik böceği görür
" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır.Allah bunu niçin yaratmışki ? " der.

Aradan zaman geçer, adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman bulamaz.  Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken, yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker. ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini, bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.

Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister.Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;
- Adamın isteğini yerine getirin, ne diyorsa yapın.
Yolcu getirilen böceği yakar ve külünüyaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;
- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının, yaratılışında bir hikmet vardır, bir derde deva vardır. Velev ki pislik böceği olsa dahi.

Çevrimdışı coffiner

  • B Grubu
  • 178
  • 185
  • 178
  • 185
# 08 Nis 2007 14:16:07
hak bilinen yola sokabilecek bir cift söz

Büyük erenlerden Hasan Basrî, bir gün arkadaşlarıyla birlikte yolda giderken memleketinin tanınmış devlet büyüklerinden birinin oğlu ile karşılaşır. Devlet büyüğünün oğlu yağız atının üzerine kurulmuş, beraberinde de hizmetçileri, bütün sükse ve ihtişamıyla yoluna devam etmektedir.
Hasan Basrî yolun ortasında durarak hoş beşten sonra devlet büyüğünün oğluna şöyle seslenir: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Sizler her şeyi mal ve para ile değerlendirirsiniz. Size şu iki sözü satmak istiyorum, alır mısınız? Çünkü bu sözleri size benden başka kimse söylemeye cesaret edemeyecektir. Sonra bu sözler sizi aydınlık Allah yoluna sokacaktır."
Devlet büyüğünün oğlu, "Peki kaça satacaksınız?" deyince Hasan Basrî, "Birincisini bir, ikincisini de iki gümüş para karşılığında veririm." diye karşılık verdi. "Evet, alırım" deyince de ilk sözünü söylemeye koyulur ve şöyle der: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Senin evin var mı?" diye sorar. "Var" cevabını alınca da, "Kendin mi yaptırdın, yoksa miras mı kaldı?" diye sorar.
Devlet büyüğünün oğlu, "kendim yaptırdım" diye cevap verir. "Ne kadar zaman içinde yaptırdın?" sorusuna ise, "Epey uzun sürdü" karşılığını verir. "Neden her imkana sahip olduğun halde çabuk bitirmedin?" deyince de, "Binanın taşlarını, ağaçlarını taşıyan hayvanlara acıdığım için fazla yük vurdurtmadım. İşte o yüzden de binayı kısa zamanda inşa etmek mümkün olmadı." der.
Ardından sözü alan Hasan Basrî şöyle konuşur: "Ey devlet büyüğünün oğlu!.. Madem ki başkalarının hayvanlarına acıyarak fazla yük taşıtmaya razı olmuyorsun, neden öz nefsine acımayıp da onu dağlar kadar günah yığını altında eziyorsun?"
Bu sözler devlet büyüğünün oğlu üzerinde büyük tesir yapar. Atından inerek Allah dostu Hasan Basri'nin ellerine kapanır. Ardından da sabırsızlıkla "iki gümüşü hemen vereceğim, şu ikinci sözünü de hemen söyle" diye yalvarır. Daha sonra Hasan Basrî ikinci sözünü söylemeye koyularak şöyle der:
"Yola koyulmuş böyle nereye gidiyorsunuz?" diye sorar. "Devlet reisine, bir memurluk almak için gidiyorum" cevabını alınca, "Bak en değerli elbiseni giymiş, en enfes kokuları sürünmüşsün. Neden? Çünkü devlet reisi ve maiyetinde çalışanlara karşı mahcup olmak istemiyorsun. Halbuki onlar da senin, benim gibi birer insan değil mi? Şimdi sana sormak isterim. Yarın ölüp öbür dünyayı boyladığında omurlarında taşıdığın bu kadar ağır günahlarınla ve kirli alınla peygamberler ve gerçek mü'minler arasında Allah'a karşı hesap verirken utanmayacak mısın?"
Bu sözlerin de son derece derin etkisi altında kalan devlet büyüğünün oğlu atını hizmetçisine verdiği gibi hemen Hasan Basrî'nin ellerine sarılarak artık bütün dünyalık nimetleri teper ve ölünceye kadar bu büyük zatın safında Allah'a ibadet etmeye karar verir.
Yüce Allah (c.c.) cümlemizi hak sözleri dinleyip de gereğini yerine getiren haksever kullarından eylesin, amin...

Çevrimdışı nurcan98

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 129
  • 17
  • 129
  • 17
# 10 Nis 2007 17:52:15
kutlu esaret
mehmed emin arslan

gecenin zifiri karanlığı yeryüzüne çöreklenmişti. hilal kısa bir zaman aralığında doğup batmıştı. gökyüzünde ise sönük bir kaç yıldız görünüyordu. uzaktan uzağa bir gece kuşunun sesine insan feryatları karışarak genç adamın kulağına çarpıyordu. gözlerini, gündüz yıpranmış ümitlerini geceleyin tazeleyip gönlüne dolduran çok ötelerde ve belli belirsiz yanıp sönen yıldızlara dikti. arkadaşlarının feryatları kulağına çarptıkça yüreğinde bir acı her saniye geniş dalgalar çizerek yayılıyordu. duymamak için nöbetçi kulübelerine doğru hızlı hızlı yürüdü.

karanlık bir köşeye çeklilip kulübelere yakın büyükçe bir taşın üzerine oturduğu zaman feryatları, hafif hafif esen bir rüzgar uğultusu gibi duyabiliyordu. karanlık yavaş yavaş aralandı ve bakışları, önünde, gün gün yaşadığı hayatın gerilerine doğru kayıp gitti, sekiz yıl önce yaramaz bir çocuktu. herşeyden önce hürdü, sokakları, caddeleri adımladığı zaman ayrı bir zevkle dolup taşardı. arkadaşlarıyla tutuşduğu kavganın yenik düşse bile ayrı bir tadı vardı. oynadıkları oyunlar, yaptığı yaramazlıklar, hür olarak yaptığı her hadisenın tadı dimağında dururken gönlünde kat kat düğümlenmiş, muamma halini almıştı.

şimdi tutsaktı... etrafını paslı tellerin, zalim kırbaçların çevrelediği, dar bir toprak parçasının üzerindeydi. yıllarca önce küçücük bir evleri, annesi babası, kardeşleri, akrabaları, bıkmak usanmak bilmeden koşacağı uçsuz bucaksız meraları, dağları ovaları akarsuları vardı.

birgün ansızın düşman askerleri basarak; ne var ne yoksa yakıp yıkıp, karşı koyanları da hunharca öldürerek köylerini ellerine geçirmişlerdi. babası ve ağabeyini gözlerinin önünde vahşice hançerlemişlerdi. annesini ise en son düşman diyarına getirildikleri zaman görmüş bir daha da haber alamamıştı. kim bilir hangi kampta çile dolduruyordu? belki de şu fani âlemden göçeli çok olmuştu.

buraya ilk geldiğinde bir türlü ısınamamıştı. her gece başlayan, sabahlara kadar devam eden kırbaç şakırtıları, feryatlar küçücük yüreğinde derin yaralar açıyordu. zaman geçtikçe herşeye alışır oldu. en çok hoşlandığı şey ise hücresinde kalan yaşlı adamdı; onunla tanıştıktan sonra hayatı büyük ölçüde değişmişti. herkesten çok ihtiyara zulüm yapılırdı. fakat onun çehresi kırbaçlar hızlandıkça tebessüm eder halinden hiç şikayetçi olmazdı. kırbaçların altında gözünden bir damla yaş dökülmemesine rağmen, gecelerin en koyu anlarında kalkar karanlığın bağrını ıslatıncaya kadar ağlardı. zaman zaman allah’tan, peygamberlerden allah yolunda hizmet vermiş kimselerden dem tutar heyecanlı heyecanlı anlatırdı. ömrün kısa bir anının dahi çekilmeyeceği bu paslı teller arasında, hayatından memnundu. başkalarına bitmez tükenmez teselli kaynağıydı.

kalktı, nöbetçilere görünmeden dünyasını atmosferiyle, yıldızlarıyla havası, suyu ve kanunlarıyla parselleyen paslı tellerin yanına kadar geldi, hatta sancısına aldırmadan avuçlarıyla sıktı telleri. öbür dünyada herşey güzeldi. gecenin zifiriliği bu âlemde doğar bu alemde koyulaşırdı. o tarafta pırıl pırıl yanan yıldızlar raksedip duruyordu. kimbilir bu paslı tellerin arasından görünmeyen hilal en canlı ışıklarını o tarafa saçıyordur diye düşündü. sınırı bulunmayan uçsuz bucaksız yeşillikler, şırıl şırıl akan sular, cıvıı cıvıl öten kuşlar, renk renk çiçekler ılık esen rüzgarlar hep öbür alemdeydi. bu alemde ise doğan güneş kavuruyor, esen rüzgar donduruyordu.

bu sekiz yıl zarfında hürriyeti özlediği kadar hiçbir şeyi özlememişti. aradan altı ay geçmişti. bir gün kamptakiler vagonlara bindirildiler, uzun süren bir yolculuktan sonra binlerce insan ellerinde çiçeklerle karşılamışlardı. ancak o vakit anlayabildi hürriyete kavuştuğunu. renk renk çiçekler, cıvıl cıvıl insanlar, hasretini duyduğu herşey önünde seriliydi.

hürriyetin verdiği heyecanla tabiatın bağrına bıraktı kendini. koştu, koştu; rüzgarın tesiriyle hafif hafif sallanan kampta iken basmaya bile kıyamadığı çimenlerin üzerinde yoruluncaya kadar koştu. rüzgâra bağrını açıp toprak kokan havayı ciğerlerinin en ücra köşelerine kadar çekti. bazen de avazı çıktığı kadar, “hürriyet, hürriyet” diye nara atıyordu.

zaman geçtikçe hürriyete kavuşmanın verdiği haz yavaş yavaş kaybolmağa başladı. geceler, rüzgâr, çimenler, kuşlar, asık suratlı insanlar ve kelepçelerin dışında herşey tıpkı kamptaki gibiydi. oysa ki sekiz yıldır hasretiyle yanıp tutuşmuştu bu güzelliklerin. şimdi ise bu güzellikler tadını kaybediyordu. hatta öyle bir zaman geldi ki gözünde hiç bir şeyin manası kalmadı. acaba dünyayı bu kadar güzel gösteren şey o paslı teller miydi?

eline bir kitap geçti; bir hatıra dile getiriliyordu. bilhassa şu ifadeler dikkatini çekti:
“allah’a kul olanlar, lekesiz alınlar, harama uzanmamış eller, içleri nur, dışları aydın olanlar, hapishanelerde de hürdürler. onlar, karanlık hapishane köşelerinde, her türlü pisliğin bulunduğu bu yerlerde, gübreliklerde açan, heryere güzel kokular saçan, güzel çiçekler gibidirler. ben bilirim onları... onlar güneş gibidirler. leke tutmaz, çamur tutmaz onlar. onlardan biriyle bir hapishanede kaldım. allah’ım ne adamdı o.. nasıl imandı ondaki adam gadren, zulmen hapse atılmıştı, fakat gül, gülistan içinde gibiydi. gülen gözlerle bakardı insana. her şeyi unutuyordum onun yanında. adam adeta teneffüs edilen birşey gibiydi. yanımdan bir ruh gibi uçuverip gideceğinden korkardım yanımdaki arkadaşa:
— şu pencereleri kapat sonra uçar gider bu demirlerin aralarından... demiştim. fakat onun uçmaya, gitmeye niyeti yoktu. bu kadar yüksek olduğu halde bizim gibi sürünenlerle beraberdi; bizi bırakmıyordu; kurtaracaktı o...
o sıralarda üst seviyelerde bir yetkili: “memlekette huzur yok!” demişti. kendisine tel çekecektim. yazdım da. sonradan vazgeçtik.

“memlekette huzur, bulunduğum hapishanenin bu koğuşunda. huzura kavuşmak istiyorsanız yanımıza buyurun”.

birden o ihtiyarı; karagün dostunu hatırladı. 0 en zorlu anlarında dahi hür bir insandan daha çok neşeliydi. serbest kaldığı zaman ise sessiz sessiz ağlardı.. ihtiyarın anlattığı ve o vakit hürriyet aşkının verdiği şaşkınlıkla masal gibi gelen şeyler kulağında yankılanmaya başladı “bak evlat. insan bir yolcudur. nihayet dünyada bu yolda bir durak. gerçek dünyamızı kazanmak bu hanın sahibine itaat etmekle mümkündür. iman öyle büyük bir nimettir ki onsuz saraylar zindana, zindanlarsa cehenneme döner. onun olduğu yerde ise dertler dermana, cefalar sefaya, inkılab eder.”
şimdi anlıyordum o esrarengiz adamın neler söylemek istediğini, zindanda nasıl tebessüm çiçekleri açtırabiliyor çehresine... evet, o nefsini yaratıcısına esir etmiş ve yaratıklara o çerçeveyle bakıyordu.

gerçek esaretin kazandırdığı hazla, gönlü yavaş yavaş mest olurken o ihtiyara, ihtiyarın ve cihanların efendisine ve mabuduna karşı tatlı bir hasret duymaya başladı...

Çevrimdışı bedirdekihamza

  • Uzman Üye
  • *****
  • 286
  • 19
  • 286
  • 19
# 10 Nis 2007 20:30:13

EBABİL KUŞLARI

Habeşistan Krallığı'nın Yemen valisi olan Ebrehe, milâdî 570 yıllarında San'a şehrinde, 'Kulleys' adı verilen muhteşem bir kilise yaptırmıştı. Maksadı, Kâbe ziyaretine rağbet gösteren Arapların ziyaretlerini oraya çevirmekti. Bu duruma tepki gösteren bir adam da, gecenin birinde Kulleys'e girip içine pislemişti. Bu hakarete çok öfkelenen ve koyu bir hıristiyan olan Ebrehe, gidip Kâbe'yi yıkmaya karar verdi. Topladığı onbinlerce asker (altmış bin olduğu söylenir), Mahmud adlı büyük bir fil ve daha başka fillerle Mekke'ye doğru yola çıktı. Önüne çıkan bazı kuvvetleri de mağlup ederek ilerledi. Taif şehrine gelince askerlerin bir kısmını Mekke'ye gönderdi. Onlar da Peygamber s.a.v.'in dedesi ve Kureyş'in reisi Abdülmuttalib'in ikiyüzü aşkın devesiyle ahalinin hayvanlarını sürüp götürdüler.

Bu olayın peşinden Abdülmuttalib, gidip Ebrehe'yle görüştü, develerinin geri verilmesini istedi. Ebrehe dedi ki:

- Benden develerin istiyorsun da, Kâbe'den hiç söz etmiyorsun. Halbuki ben onu yıkmaya geldim.

- Ben develerin sahibiyim. Kâbenin de onu koruyacak sahibi vardır!

Bu görüşme sonunda develer geri verildi. Mekke halkı bu güçlü orduyla savaşamayacağı için, anlaşma gereği dağlara çekilip neticeyi beklemeye başladı.

Ebrehe ordusu büyük fili önden sürerek Mekke sınırına dayandı. Kâbe'yi halatla bağlayıp fillerle çekerek yıkmak istiyorlardı. Bu sırada Ebrehe'nin yol kılavuzlarından Nüfeyl b. Habib, koca filin kulağından tutarak şöyle bir şey söyledi, sonra da koşarak dağa çıktı:

- Ey Mahmud çök! Sakın ileri gitme, sağ salim geriye dön!

Mekke'ye girişte büyük fil direndi, zorlanınca yere yattı. Onu bir türlü Kâbe cihetine yürütemediler. O anda sürü halinde ebabil kuşları ortaya çıktı. Her birinin ağzında ve ayaklarında nohut gibi birer taş vardı. Bu taşları ordu üzerine mermi gibi boşalttılar. Kime rastlarsa delip geçiyordu. Askerlerin çoğu öldü; 'Fil Ordusu' dağılarak Yemen'e döndü. Ebrehe de dönüşte öldü. Kâbe ise olduğu gibi kaldı. Kur'an'da Fil Suresi bu olayı anlatır.

Özür dilerim.
Alıntıdır.

Çevrimdışı Ayçanur

  • Yeni Üye
  • 153
  • 20
  • 153
  • 20
# 16 Nis 2007 11:54:48
ben kutlu doğum haftası yerine şunları yazmıştım '' arkadaşlar ben cuma gününden beri peygamberimiz ile ligili yaşanmış öyküler arıyorum bu benim performans ödevim dediğim gibi cuma gününden beri arıyorum ama bir türlü bulamadım bana yardımcı olur musunuz'' diye bir ileti orada görememiş olabilirsiniz diye burayada aynı şeyi yazdım

Çevrimdışı Ayçanur

  • Yeni Üye
  • 153
  • 20
  • 153
  • 20
# 16 Nis 2007 12:23:30
lütfen yardımcı olun

Çevrimdışı habitat

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.007
  • 1.986
  • 2.007
  • 1.986
# 16 Nis 2007 17:14:11
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
lütfen yardımcı olun


Hala bu konuda yeterli dokümana ulaşamadın mı?

Çevrimdışı coffiner

  • B Grubu
  • 178
  • 185
  • 178
  • 185
# 21 Nis 2007 11:40:12
Cürmüm İle Geldim Sana


 Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât;
- Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma buyurdu.
Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Osman Efendi'ye;
-Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını aç, işine başla, dedi.
Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât;
-Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et, dedi. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:


Ey rahmeti bol pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana.

Hadden tecâvüz eyledim,
Deryâ-yı zenbi boyladım,
Ma'lûm sana ki neyledim,
Cürmüm ile geldim sana. Senden utanmayup hemân.
Ettim hatâ gizlü ayân,
Urma yüzüme el-emân,
Cürmüm ile geldim sana.

Aslım çü bi katre menî,
Halk eyledin andan benî,
Aslım denî, fer'îm denî,
Cürmüm ile geldim sana. Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-ı-zelel çok hem kusûr,
Lâkin senin adın Gafûr,
Cürmüm ile geldim sana.

Zenbim ile doldu cihân,
Sana ayân zâhir nihân,
Ey lutfü bî-had Müste'ân,
Cürmüm ile geldim sana. Adın senin Gaffâr iken,
Ayb örtücü Settâr iken,
Kime gidem sen vâr iken,
Cürmüm ile geldim sana.

Hiç sana kulluk etmedim,
Rah-ı rızâna gitmedim,
Hem buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile geldim sana. Bin kerre bin ol pâdişâh,
Etsem dahî böyle günâh,
Lâ-taknetû yeter penâh,
Cürmüm ile geldim sana.

İsyânda Kuddûsî şedîd,
Kullukda bir battal pelîd,
Der kesmeyip senden ümîd,
Cürmüm ile geldim sana.

Çevrimdışı coffiner

  • B Grubu
  • 178
  • 185
  • 178
  • 185
# 21 Nis 2007 11:41:21
ALAY ETMENİN CEZÂSI

Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da;
"Gitmedim efendim" deyince;
"Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu.
İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına;
"O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi.
Bunun üzerine;
"Doğu tarafına bak!" buyurdu.
O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu.
Gavs-ül-Memdûh;
"Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu.
O da;
"Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu.
Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh;
"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu.
Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.

Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi;
"Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı.
Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.

Çevrimdışı coffiner

  • B Grubu
  • 178
  • 185
  • 178
  • 185
# 21 Nis 2007 11:45:18
BESMELE

Bişrî Hâfî yol kesici bir kimse olup yanında bir takım güzel sesli hafızları gezdirirmiş. Gittiği şehirlerde o hafızlara Kur'an-ı Kerim okutur ve bütün insanları bir yere toplarmış. İnsanlar Kur'an dinlemek için toplandığı ve herkesin aşk ve şevkle dinlemeye başladığı sırada, kendisi kalkıp şehirden dışarıya çıkar ve tenhada yakaladığı kimseleri soyarmış.
Bir gün yol üzerinde ve toz toprak içinde bir kâğıt bulur. Bakar ki kağıtta «Besmele-i Şerif» yazılıdır. Hemen alır, tozlarını temizler ve bir miktar da güzel kokular sürerek yüksekçe bir duvarın üzerine koyar.

O diyarda zühd ve takvası ile meşhur olan bir zat, o gece rüyasında üç defa Hak Celle ve Âlâ Hazretlerini görür ve Hak Teâlâ Hazretleri O'na hitaben:

- Ey kulum! Bişri Hâfî'ye git. O bizim ismimizi tazîmen kaldırdı, biz de O'nun ismini kaldırdık. O bizim ismimizi aziz etti, biz de O'nun ismini aziz ettik. O bizim ismimizi güzelleştirdi, biz de O'nun ismini güzel kıldık, böylece kendisine söyle, haberi olsun, buyurulur.

O zâhid de hemen Bişri Hâfî'nin evine giderek kapıyı çalar. Kapıyı bir cariye açar ve ne istediğini sorar. O da cariyeye şöyle sual eder:

- Bu evin sahibi, köle midir, âzadlı mıdır?

- Âzadlıdır.

- Âzadlı böyle mi olur?

Sonra cariye içeriye gider ve olanları haber verir. Bişri Hâfî de hemen yalın ayak ve başı açık olarak kapıya gelir ve:

- Ya Şeyh! Cariye hata etmiş. Bu evin sahibi, bütün insanların en âsi ve günahkâr olanıdır, der.

Bunun üzerine zâhid, rüyasını anlatır. O anda Bişri Hâfî'nin kalbine hidayet ve inayet yetişerek, şevk ve muhabbet dolar. Tam bir ihlas ile tevbe eder ve derhal mürşid aramaya çıkar. Çıkarken cariyesi:

- Ey efendi, biraz dur da başlığını getireyim.

- Hayır duramam. Zira Cenabı Hak, beni böylece davet etmiş, der ve öylece yola düşer. Ve nihayet bir mürşid-i kâmile bağlanarak, evliyanın büyükleri arasına katılır.

Tebsıra-i Evliya isimli kitabta pek çok kerametleri anlatılmıştır. Onlardan birisi de şudur:

Seyahati zamanında bir gemide giderken, gemi içinde büyük hâcegân ve tüccarlardan çok kimse olup, birisinin kıymetli bir mücevheri kaybolur. İçlerinde Bişri Hâfî'den başka eski elbiseli kimse olmadığından, O'nun aldığını ümid ederler. Ve sana daha güzel elbiseler vereceğiz diye soyup aramaya başladıkları zaman, Bişri Hâfî Hazretleri geminin kenarına gelerek: «Ey balıklar bir cevher getirin.» diye çağırır. Hemen bir çok balık ağızlarında cevherler olmak üzere geminin yanına gelirler.

Daha sonra hâcelere hitaben:

- Kaybolan cevheriniz kadar bunlardan alın, der. Onlar da bu hali görür ve cevherleri alarak, kendisinden özür dilerler.

Birisi de şudur:

Bişri Hâfî'nin dünyadan irtihaline kadar, ayaklarına pislik bulaşmasın diye, Bağdad'da hiç bir hayvan sokaklara bevl etmemiştir. Bir gün bir sipahinin atı bevl ettiği zaman, halk feryad ederek «Bişri Hâfî ya şehirden gitmiştir veya vefat etmiştir.» dediler. Evlerine gidip baktıkları zaman, hakikaten o irtihal etmişti.   (1)

Çevrimdışı bedirdekihamza

  • Uzman Üye
  • *****
  • 286
  • 19
  • 286
  • 19
# 21 Nis 2007 11:47:46
Resulullah Çanakkale’de


Resûlullah Çanakkale’deki asker evlâtlarının yardımına gitmişti

Tarihler 1928 yılını göstermektedir. Osmanlının son devir âlimlerinden, ilmi ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hocaefendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir.


Cemal Öğüt Hocaefendi Mekke’deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine’ye gider. Medine’de her zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen hacılarla istişarelerde bulunur. Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı’dan geri kalan toprakların büyük çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge durumuna düşmüştür.

Cemal Öğüt Hocaefendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî’de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir dünyalık beklemeden, sadece Resûlullah’a sevgi ve muhabbetinden dolayı türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hocaefendiye yakınlıkduyar ve güzel bir dostluk kurulmuş olur.

Cemal Öğüt Hocaefendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu. Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı’ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hocaefendinin merakımı celbeder, bir gün sorar:

“Sizde Osmanlı’ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?” Nurani ihtiyar derin bir düşünceye daldı, kısa süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:

“Allah ve Resûl’ünün muhabbeti, Osmanlı’yı sevmemi gerektirir.” Cemal Öğüt Hocaefendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Anlamadığı da zaten yüz hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir, ancak Cemal Öğüt Hocaefendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder:

“Osmanlı’yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile.”

1915 senesinde Medine’de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır.

1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü’minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu. O zamanlar Osmanlı’nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm’a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı’nda büyük savaş oluyordu.

Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:

“Efendi! Bu mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?” Beni yayına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı. Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:

“Ben uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi’nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan’dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan’da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi budur.”

Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Son derece samimî bir hâl içindedir. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü’nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı?

Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.

Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi cevap verir:

“O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale’deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…”

Hindistanlı âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden çok yerde bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm’ın ve Allah’ın veli kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine gösterirler, ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir.

Yetiş ya Muhammed Kur-an’ın elden gidiyor!

Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı’nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. Şimdi bu subaylardan birine kulak verelim.

Alman Subay Sanders anlatıyor:

Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.

Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:

–Şu koşan asker ne diyor?

–Komutanım! “Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!” diye bağırıyor.

Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu

Çevrimdışı tekbaba

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.514
  • 499
  • 1.514
  • 499
# 22 Nis 2007 17:55:00
Nalıncı Baba Hazretleri

Adsız şansız bir Allah dostu
Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşaallah.
- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd'a çıkar, döner Vefa'ya. Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar 'Kimdir bu?' Ahali 'Aman hocam hiç bulaşma' derler, 'ayyaşın meyhur'un biri işte!'
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade ette bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.

ÖFKELİ KOMŞULAR

Bir başkası tafsilata girer. 'Biliyor musunuz?' der, 'Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine' Hele yaşlının biri çok öfkelidir. 'İsterseniz komşulara sorun' der, 'Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?' Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam Vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser.
- Nereye?
- Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebamızdır. Defnini tamamlasak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim. Nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasılhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim Ayasofya'dan, Süleymaniye'den. En azından Fatih Camii'nden.
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Haydi yüklenelim.

Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.
Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır 'Sultanım' der, 'yanlış yapıyoruz galiba'
- Nasıl yani?
- Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri?
- Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.

'BİZİM EFENDİ BİR ALEMDİ'

Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. 'Hakkını helal et evladım' der, 'Belli ki çok yorulmuşsun.' Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından. 'Biliyor musun oğlum?' diye dertli dertli söylenir, 'Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.'
- Niye?
- Ümmet-i Muhammed içmesin diye.
- Hayret.

BAK ŞU İŞE!

Sonra malum kadınların ücretini öder eve getirirdi. 'Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım' derdi. 'öyleyse şimdi dinleseniz gerek' O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. 'Öyle bir imamın arkasında durmalı ki' derdi, 'tekbir alırken Kabe'yi görmeli.'
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi.
- İşte bu yüzden Nişanca'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün 'Bakasın Efendi!' dedim,
'Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada'.
- Doğru öyle ya?
- 'Kimseye zahmetim olmasın!' deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. 'İş mezarla bitiyor mu?' dedim. 'Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra 'Allah büyüktür hatun' dedi, 'Hem padişahın işi ne?'


 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK