kutlu esaret
mehmed emin arslan
gecenin zifiri karanlığı yeryüzüne çöreklenmişti. hilal kısa bir zaman aralığında doğup batmıştı. gökyüzünde ise sönük bir kaç yıldız görünüyordu. uzaktan uzağa bir gece kuşunun sesine insan feryatları karışarak genç adamın kulağına çarpıyordu. gözlerini, gündüz yıpranmış ümitlerini geceleyin tazeleyip gönlüne dolduran çok ötelerde ve belli belirsiz yanıp sönen yıldızlara dikti. arkadaşlarının feryatları kulağına çarptıkça yüreğinde bir acı her saniye geniş dalgalar çizerek yayılıyordu. duymamak için nöbetçi kulübelerine doğru hızlı hızlı yürüdü.
karanlık bir köşeye çeklilip kulübelere yakın büyükçe bir taşın üzerine oturduğu zaman feryatları, hafif hafif esen bir rüzgar uğultusu gibi duyabiliyordu. karanlık yavaş yavaş aralandı ve bakışları, önünde, gün gün yaşadığı hayatın gerilerine doğru kayıp gitti, sekiz yıl önce yaramaz bir çocuktu. herşeyden önce hürdü, sokakları, caddeleri adımladığı zaman ayrı bir zevkle dolup taşardı. arkadaşlarıyla tutuşduğu kavganın yenik düşse bile ayrı bir tadı vardı. oynadıkları oyunlar, yaptığı yaramazlıklar, hür olarak yaptığı her hadisenın tadı dimağında dururken gönlünde kat kat düğümlenmiş, muamma halini almıştı.
şimdi tutsaktı... etrafını paslı tellerin, zalim kırbaçların çevrelediği, dar bir toprak parçasının üzerindeydi. yıllarca önce küçücük bir evleri, annesi babası, kardeşleri, akrabaları, bıkmak usanmak bilmeden koşacağı uçsuz bucaksız meraları, dağları ovaları akarsuları vardı.
birgün ansızın düşman askerleri basarak; ne var ne yoksa yakıp yıkıp, karşı koyanları da hunharca öldürerek köylerini ellerine geçirmişlerdi. babası ve ağabeyini gözlerinin önünde vahşice hançerlemişlerdi. annesini ise en son düşman diyarına getirildikleri zaman görmüş bir daha da haber alamamıştı. kim bilir hangi kampta çile dolduruyordu? belki de şu fani âlemden göçeli çok olmuştu.
buraya ilk geldiğinde bir türlü ısınamamıştı. her gece başlayan, sabahlara kadar devam eden kırbaç şakırtıları, feryatlar küçücük yüreğinde derin yaralar açıyordu. zaman geçtikçe herşeye alışır oldu. en çok hoşlandığı şey ise hücresinde kalan yaşlı adamdı; onunla tanıştıktan sonra hayatı büyük ölçüde değişmişti. herkesten çok ihtiyara zulüm yapılırdı. fakat onun çehresi kırbaçlar hızlandıkça tebessüm eder halinden hiç şikayetçi olmazdı. kırbaçların altında gözünden bir damla yaş dökülmemesine rağmen, gecelerin en koyu anlarında kalkar karanlığın bağrını ıslatıncaya kadar ağlardı. zaman zaman allah’tan, peygamberlerden allah yolunda hizmet vermiş kimselerden dem tutar heyecanlı heyecanlı anlatırdı. ömrün kısa bir anının dahi çekilmeyeceği bu paslı teller arasında, hayatından memnundu. başkalarına bitmez tükenmez teselli kaynağıydı.
kalktı, nöbetçilere görünmeden dünyasını atmosferiyle, yıldızlarıyla havası, suyu ve kanunlarıyla parselleyen paslı tellerin yanına kadar geldi, hatta sancısına aldırmadan avuçlarıyla sıktı telleri. öbür dünyada herşey güzeldi. gecenin zifiriliği bu âlemde doğar bu alemde koyulaşırdı. o tarafta pırıl pırıl yanan yıldızlar raksedip duruyordu. kimbilir bu paslı tellerin arasından görünmeyen hilal en canlı ışıklarını o tarafa saçıyordur diye düşündü. sınırı bulunmayan uçsuz bucaksız yeşillikler, şırıl şırıl akan sular, cıvıı cıvıl öten kuşlar, renk renk çiçekler ılık esen rüzgarlar hep öbür alemdeydi. bu alemde ise doğan güneş kavuruyor, esen rüzgar donduruyordu.
bu sekiz yıl zarfında hürriyeti özlediği kadar hiçbir şeyi özlememişti. aradan altı ay geçmişti. bir gün kamptakiler vagonlara bindirildiler, uzun süren bir yolculuktan sonra binlerce insan ellerinde çiçeklerle karşılamışlardı. ancak o vakit anlayabildi hürriyete kavuştuğunu. renk renk çiçekler, cıvıl cıvıl insanlar, hasretini duyduğu herşey önünde seriliydi.
hürriyetin verdiği heyecanla tabiatın bağrına bıraktı kendini. koştu, koştu; rüzgarın tesiriyle hafif hafif sallanan kampta iken basmaya bile kıyamadığı çimenlerin üzerinde yoruluncaya kadar koştu. rüzgâra bağrını açıp toprak kokan havayı ciğerlerinin en ücra köşelerine kadar çekti. bazen de avazı çıktığı kadar, “hürriyet, hürriyet” diye nara atıyordu.
zaman geçtikçe hürriyete kavuşmanın verdiği haz yavaş yavaş kaybolmağa başladı. geceler, rüzgâr, çimenler, kuşlar, asık suratlı insanlar ve kelepçelerin dışında herşey tıpkı kamptaki gibiydi. oysa ki sekiz yıldır hasretiyle yanıp tutuşmuştu bu güzelliklerin. şimdi ise bu güzellikler tadını kaybediyordu. hatta öyle bir zaman geldi ki gözünde hiç bir şeyin manası kalmadı. acaba dünyayı bu kadar güzel gösteren şey o paslı teller miydi?
eline bir kitap geçti; bir hatıra dile getiriliyordu. bilhassa şu ifadeler dikkatini çekti:
“allah’a kul olanlar, lekesiz alınlar, harama uzanmamış eller, içleri nur, dışları aydın olanlar, hapishanelerde de hürdürler. onlar, karanlık hapishane köşelerinde, her türlü pisliğin bulunduğu bu yerlerde, gübreliklerde açan, heryere güzel kokular saçan, güzel çiçekler gibidirler. ben bilirim onları... onlar güneş gibidirler. leke tutmaz, çamur tutmaz onlar. onlardan biriyle bir hapishanede kaldım. allah’ım ne adamdı o.. nasıl imandı ondaki adam gadren, zulmen hapse atılmıştı, fakat gül, gülistan içinde gibiydi. gülen gözlerle bakardı insana. her şeyi unutuyordum onun yanında. adam adeta teneffüs edilen birşey gibiydi. yanımdan bir ruh gibi uçuverip gideceğinden korkardım yanımdaki arkadaşa:
— şu pencereleri kapat sonra uçar gider bu demirlerin aralarından... demiştim. fakat onun uçmaya, gitmeye niyeti yoktu. bu kadar yüksek olduğu halde bizim gibi sürünenlerle beraberdi; bizi bırakmıyordu; kurtaracaktı o...
o sıralarda üst seviyelerde bir yetkili: “memlekette huzur yok!” demişti. kendisine tel çekecektim. yazdım da. sonradan vazgeçtik.
“memlekette huzur, bulunduğum hapishanenin bu koğuşunda. huzura kavuşmak istiyorsanız yanımıza buyurun”.
birden o ihtiyarı; karagün dostunu hatırladı. 0 en zorlu anlarında dahi hür bir insandan daha çok neşeliydi. serbest kaldığı zaman ise sessiz sessiz ağlardı.. ihtiyarın anlattığı ve o vakit hürriyet aşkının verdiği şaşkınlıkla masal gibi gelen şeyler kulağında yankılanmaya başladı “bak evlat. insan bir yolcudur. nihayet dünyada bu yolda bir durak. gerçek dünyamızı kazanmak bu hanın sahibine itaat etmekle mümkündür. iman öyle büyük bir nimettir ki onsuz saraylar zindana, zindanlarsa cehenneme döner. onun olduğu yerde ise dertler dermana, cefalar sefaya, inkılab eder.”
şimdi anlıyordum o esrarengiz adamın neler söylemek istediğini, zindanda nasıl tebessüm çiçekleri açtırabiliyor çehresine... evet, o nefsini yaratıcısına esir etmiş ve yaratıklara o çerçeveyle bakıyordu.
gerçek esaretin kazandırdığı hazla, gönlü yavaş yavaş mest olurken o ihtiyara, ihtiyarın ve cihanların efendisine ve mabuduna karşı tatlı bir hasret duymaya başladı...