Geleneksel sanatlarımızdan en yumuşak, en hoş olanlarından biri ebru. Renk renk, köşesiz ve geçişli şekiller, su dolu bir teknenin içine konan sıvı boyanın şekillendirilmesi ve onun kâğıda aktarılması ile elde ediliyor.
Genellikle eski yazılarda, kitaplarda, panolarda kenar süsü olarak kullanılan ebru, giderek tek başına saygı görmeye başlamış bir sanat. Gerçi arada unutulma tehlikesiyle yüz yüze kaldığı zamanlar olsa da son dönemlerde ebru öğrenmeye hevesli kişilerin artmasıyla bu tehlike ortadan kalkmış görünüyor.
Ebru yapmak için gerekli başlıca malzeme, bildiğimiz su. Ancak suyun içine rastgele boyalar dökerek onların kâğıda birebir yansımasını bekleyemeyiz elbette. Genellikle dikdörtgen, alçak kenarlı bir teknenin içine doldurulan suya, yoğunlaşmasını sağlamak için ‘kitre’ denen bir bitki özü karıştırılıyor. Toz halinde satın alınan bu malzeme, kullanılmadan önce suda bekletiliyor, süzülüyor ve yoğruluyor. Aslında ebru sanatının hemen her aşaması için aynı şey geçerli: Sabırlı olmak gerekiyor.
Renklendirme için toprak boyalar kullanılıyor. Bunları kullanıma hazır hale getirmek için uzun bir ezme ve dövme aşamasına hazır olmak lazım. Üstelik ezme işi bittikten sonra da bulamaç haline gelen boyanın içine sığır ödü katılarak birkaç hafta bekletmek şart. Kolay bir iş olduğunu söylememiştik zaten! Öd, boyanın yüzeyde kalmasını sağlayan ve boyaların karışmasını önleyen maddedir; dolayısıyla o olmadan ebru da olmaz.
Bütün bu uzun hazırlık ve bekletme işleri tamamlandıktan sonra tekne başına geçilir ve boyalar kitreli suyun içine istenildiği gibi damlatılır. Metal çubuk ya da at kılı ve gül dalından mamul fırça ile istenen şekiller verilir. Sonra da dikkatli bir şekilde kâğıt tekne üzerine serilir. Su üzerindeki şekiller kâğıda nüfuz ettikten sonra yine dikkatlice kaldırılan kâğıt kurumaya bırakılır.
Ebrunun en önemli özelliklerinden biri, aynı ebrudan iki kere yapmanın imkânsız oluşu. Su üzerinde şekillendirme yapmak yeterince zorken bir de aynı şekilden iki kere yapmanın olasılığı yok. Dolayısıyla ebruda birebir kopyacılık rastlanan bir şey değil. Ebru sanatının inceliklerini öğrenmeye niyetli birinin, deneme yapmadan, okuyarak tekne başına geçmesi ve usta işi bir eser ortaya çıkarması mümkün değil. Tekrar tekrar deneyerek, sabrederek, işi çok iyi bilen birinin yardımını alarak çalışmak lazım.
İşin tarihine bakacak olursak, ilk ebrunun nerede, kim tarafından yapıldığının kesin olarak bilinmediğini söyleyelim önce. Ancak bazı yerlerde, kayıtlı ilk ebru eserinin 1595 tarihli olduğu yazılı. Tabii bu işin öyle pat diye ortaya çıkmamış olduğunu düşünürsek çok daha geriye gitmemiz gerektiğini görürüz. Bazı ipuçları, bu sanatın Orta Asya’da doğduğunu gösteriyor. Çin ve Hindistan’da da bu sanatın yansımaları var. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Üsküdarlı Şeyh Sadık Efendi isimli sanatçı, ebru sanatının gelişmesinde önemli rol sahibi. Daha yakın zamanda ise Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman, ebru sanatını koruyup geliştiren isimler olarak öne çıkıyor. Ülkemizdeki en önemli ebru sanatkârlarından biri, Hikmet Barutçugil.
Kelime anlamına bakalım: Ebru, kimilerine göre Farsça “bulutumsu” anlamına gelen ‘ebri’ ya da “su yüzü” anlamındaki ‘abru’, kimilerine göre ise Türkistan Türkçesindeki ‘ebre’ kökünden türeme. Mermeri andıran çizgiler içerdiği için, Batı dünyası ebruya ‘marbling’; yani ‘mermerleme’ adını uygun görmüş. Kimi zaman ‘Türk kağıdı’ olarak kullanıldığı da oluyor.
Giderek süsleme anlamında değeri daha iyi anlaşılan ebru, sadece kâğıt değil, kumaş, cam, tahta gibi materyallerle de bir araya gelebiliyor.
Battal ebru, şal ebrusu, çiçekli ebru, taraklı ebru, yazılı ebru gibi pek çok çeşidi olan bu zarif sanat, icra eden ve bakan kişilerin ruhuna işleme özelliğine sahip. Neden derseniz, su zaten başlı başına insana huzur ve sakinlik veren bir madde. Ebru üzerindeki şekiller ise bir nevi hipnotik etkisi olan, birbiri içine geçmiş, labirent benzeri renk ve desenlerden oluşuyor. Dolayısıyla ebrunun insan üzerinde olumlu bir etkisi olduğu gerçek.