İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı harslan05

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.400
  • 69.672
  • 3.400
  • 69.672
# 17 Eki 2015 01:03:01
Thomas Edison bir gün eve geldiğinde annesine bir kağıt verdi ve “ Bu kağıdı öğretmenim verdi ve sadece sana vermemi tembihledi”. dedi.
Annesi kağıdı gözyaşları içinde oğluna sesli olarak okudu: “Oğlunuz bir dahi. Bu okul onun için çok küçük ve onu eğitecek yeterlilikte öğretmenimiz yok. Lütfen onu kendiniz eğitin”.
Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Edison'un annesi vefat ettiğinde, o artık yüzyılın en büyük bilim adamlarından biriydi ve bir gün eski aile eşyalarını karıştırırken birden bir çekmecenin köşesinde katlı halde bir kağıt buldu ve alıp açtı.
Kağıtta “Oğlunuz "şaşkın” ( akıl hastası) bir çocuktur. Artık kendisinin okulumuza gelmesine izin vermiyoruz…“ yazılıydı.
Edison saatlerce ağladıktan sonra günlüğüne şu satırları yazdı:
Thomas Alva Edison, kahraman bir anne tarafından, yüzyılın dahisi haline getirilmiş, "şaşkın” bir çocuktu..

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.219
  • 28.776
  • 227.219
# 17 Eki 2015 21:38:09
 :'( :'( :'(Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.

Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, annler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.

Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.

Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”

Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu.

Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?

Açtı telefonu;

-Alo..

-Alo, nasılsın anneciğim?

-Sağol yavrum, sen nasılsın?

-İyiyim anneciğim.

-Ne yapıyorsun, işler nasıl?

-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.

-Öyle mi yavrucuğum.

Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;

-İzin aldın mı yavrum?

-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.

-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?

-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.

-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?

-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.

Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.

-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?

-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.

-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzüelinin kapısındayım.

-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu

:'( :'( :'( :'(

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.219
  • 28.776
  • 227.219
# 18 Eki 2015 22:19:23
Hz. Ömer’in (ra) Hz. Ali’ye (ra) 3 Sorusu | Bir Kıssa Bin Hisse
İbn-i Ömer radyallahu anhüma’dan rivayetle:
“Birgün Ömer r.a. Ali’ye:
-ey ebu’l-Hasen, her zaman sana sorma imkanı bulamıyorum. Çünkü bazen biz bulunuyoruz da, sen bulunmuyorsun. Bazen sen bulunuyorsun da biz yokuz. Üç müşkilim vardır, sana sorayım. Bilmem bilir misin? dedi.
Ali r.a.:
-Nedir müşkillerin? dedi.
Ömer:
Bakarsın adam adamı, kendisinden hiç iyilik görmediği halde sever ve adam adamdan, kendisinden hiç kötülük görmediği halde buğzeder. Bunun sebebi nedir? dedi.
Ali r.a.:
Ruhlar havada, guruplar halinde kışlalarda toplanan askerlere benzerler, birbirleriyle karşılaşıp arkadaşlık ederler. Orada tanışıp birbirlerinden yakınlık görenler, burada da uyuşurlar. Orada birbirlerini tanımayıp birbirlerinden uzak kalanlar, burada da anlaşamazlar, dedi
Ömer r.a.:
İkincisi: Kişinin gördüğü rüyaların bir kısmı doğru çıkıyor. Bir kısmının da gerçekle ilgisi yoktur. Bu niçin böyledir? dedi.
Ali r.a.: Peygamber efendimiz’den s.a.v. “Erkek-kadın, hiç bir kul yoktur ki, derin uykuya girdikten sonra, ruhu arşa dek yükseltilmiş olmasın. Arşa varıncaya kadar uyanmayan ruhların gördüğü rüyalar doğru çıkar. Arşa varmadan uyanan ruhların rüyaları ise yalancı rüyalardır,” diye buyurduğunu işittim, dedi.
Ömer r.a.:
Üçüncüsü: Kişi herhangi birşeyi anlatmak isterken, bakarsın unutuverir, bakarsın hatırlayıverir. Bu niçin böyle oluyor? dedi.
Ali r.a.:
Hiç bir beyin yoktur ki, üzerinde, ayın yüzünü perdeleyen bulut parçası gibi bulut bulunmasın. Ay ışığını verirken, nasıl bir bulut parçası gelip yüzünü örtüyor ve çok geçmeden tekrar açılıyorsa, kişi de konuşurken birden bire bir duman tabakası kalkıp dimağını çevreler ve bu yüzden, kişi anlatmak istediği şeyi unutuverir ve hemen sonra açılınca bir daha hatırlar, dedi.
Ömer r.a.:
İşte bu üç şey, hep zihnimi kurcalayıp duruyordu. Allah’a şükür şimdi rahatladım, dedi.”
Kaynak; Heysemi, C. 1, S.162 Taberani El-Evsat

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.219
  • 28.776
  • 227.219
# 20 Eki 2015 15:14:46
.
Fakir delikanlı Kabe'nin etrafında hem dolaşıp
tavaf ediyor, hem de durmadan şöyle dua
ediyormuş:
— Ey bu Kabe'nin sahibi, benim evlenemeyecek
kadar fakir biri olduğumu biliyorsun. Ne olur,
tavaf ettiğim şu Beyt-i Şerif hürmetine beni
fakirlikten kurtar, ev-bark sahibi olacak kadar
bir imkâna sahip kil! Hac mevsimi boyunca bu
duayı tekrarlayan fakir genç, bir akşam üzeri
yine duasını yapmış, çıkarken ayaklarının
ucunda altın işlemeli bir kese görmüş.
Eğilip alarak içini açıp bakmış ki, saf altınla
dolu koca bir kese. Titremeye başlamış. Kendi
kendine söyleniyormuş:
— İşte yaptığım duam kabul oldu. Evlenip, ev-
bark sahibi olacak kadar servet elime geçti.
Ama hemen arkasından kalbinden sesler işitir
gibi olmuş:
— Hayır, bu para senin değildir. Bulana helâl
değildir. Sahibine mutlaka vermen gerektir..
Derken yaşlı bir adamın feryadı duyulmuş:
— İçi altın dolu kesemi kaybettim, bulan yok
mu? Hemen yaşlı adamın yanına koşmuş:
— Baba, demiş, işte kesen, buyur, al, boşuna
telâşlanma! İhtiyar, keseye bakmış, içindeki
altınları bir bir saymış, eksiksiz, tam olarak
kendisine verildiğini anlamış. Parayı iade eden
gence dönerek: — Bunu bana iade ettiğin için
sana yüz dinar versem alır mısın? diye
sormuş.
— Hayır, istemem.
— Peki elli dinar olsun. Onu da mı almazsın?
— Hayır, onu da istemem.
— Peki, ne istersin ya?
— Ben benim gibi kullardan bir şey istemem.
Ben Allah'dan istedim. Allah verirse O'ndan
alırım. Kullardan hakkım olmayan şeyi
istemem. Yaşlı adam bu gencin tok
gözlülüğüne, haramdan uzak kalışına hayran
olmuş. Oradan ayrılarak uzaklaşır gibi yapmış,
peşinden genci takibe başlamış.
Delikanlının kaldığı evi, gerçek durumunu
gizlice tahkik etmiş. Bir gün gencin evine yaşlı
bir hanım gelmiş:
— Oğlum, sen böyle yapayalnız ne yapıyorsun
bu evde? demiş. O da durumu anlatmış.
Kimsesiz, öksüz bir genç olduğunu söylemiş.
Yaşlı hanım kendisini dikkatle dinledikten
sonra söyle bir teklifte bulunmuş:
— Benim şimdiye kadar yabancı bir erkeğe
asla görünmemiş bir tane kızım var, onu sana
vermek istiyorum. Senin gibi dindar bir gence
bizim ihtiyacımız var.
— Ama teyze, ben fakir bir gencim, ne param,
ne barınacak doğru dürüst evim var, deyince
de yaşlı hanım şöyle karşılık vermiş:
— Evladım, senin evin de var, paran da. Gel
bakayım benimle.. Fakir genç merak ve
heyecanla yaşlı hanımın peşine düşmüş,
birlikte bir müddet yürüdükten sonra, saray gi­
bi bir evin kapısına gelmişler. Bir de ne
görsün,
Kâbenin yanında parasını bulup da verdiği
yaşlı zat kapıda duruyormuş. Gencin
şaşırdığını gören yaşlı zat şöyle konuş muş:
— Evlâdım, hiç şaşırma. Ben Kabe'nin
etrafında dolaşıp tavaf ederken Rabbime
sığınıyor,
"Ey Yüce Rabbim, benim bu biricik kızımı
senin emirlerine çok sadık, din dar bir gence
nasip eyle, haram-zâdelere düşürme" diye
yalvarıyordum. Bu duamın senin hakkında
kabul olduğunu tahmin ediyorum. Nitekim
istediğim gencin sen olduğunu gösteren bir
olay da o sırada cereyan etti.
Dikkat et. Şu benim beğeneceğini sandığım
tertemiz yürekli kızım, şu da ikinize
bağışladığım evim. Teklifimizi kabul edersen
bizi sevindirmiş olursun, belki kaderin hükmü­
nü de böylece yerine getirmiş oluruz. Fakir
genç, kendisi gibi o zatın da dua ettiğini anla­
yınca, bunda hikmet var deyip teklifi kabul
etmiş. Böylece yokluğu kapıdan attığı gibi,
huzurlu ve mes'ud bir yuvanın da sahibi
olmuş.
Onların bu hâli de bir ibret dersi olarak
kitaplara yazılmış, bizlere kadar nakledilmiş.
Allah'ın, doğruların yardımcısı olduğu böylece
nazara verilmiş.

Kaynak:Ahmed Şahin, Dini Hikâyeler, Cihan
Yayınları, İstanbul 2006, s. 125

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.219
  • 28.776
  • 227.219
# 20 Eki 2015 16:18:02
Şoför | Yaşanmış Bir Öykü

İran- Irak Savaşında kaybettiği kocasının biriktirmiş olduğu imkânları da çoktan tüketmiş, bir gün aç, bir gün tok yaşar hale gelmişlerdi. Kendi neyse de geride kalan üç çocuk yokluk bilmiyor, acıkınca feryadı basıyorlardı.

Kerkük'ün sokaklarında ise sefâlet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı?..

İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin kapının önünde durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi:

– Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumun lekelenmesinden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum...

Beklenmedik bir anda gelen bu Allah rızası için yardım talebi zaten kıt kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı,

Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına. Ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksisinin dört lastiği de eskimişti. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da devamlı ikaz etmekten geri kal­mıyordu:

- Ne zaman değiştireceksin bu lâstikleri? Birazcık geç kalsan aklıma kötü şeyler geliyor. Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle? diye korku içinde bekliyorum. O an için nefsi ve şeytanı birlik olup vesvese vermeye başladılar:

- Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek du­rumda değilsin. Bas gaza, git yoluna. Fakat imanı ve vicdanı da sesleniyorlardı:

- Para dediğin şey böyle gün için lâzım olur. Belli olmaz. Allah'ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muh­taç hanıma vermelisin. Tam yeridir!

Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki parayı tümüyle uzatarak:

- Al bacım, sen namusunla yaşa. Bu para bir müddet idare eder. Sonrasına da Allah başka sebepler yaratır demiş, minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken, kadının:

- Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihti­yacını karşılasın., duasını duymuş, gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) deyip durmuştu. Akşam eve gelince beklediği soruya yine muhatap oldu:

- Hâlâ değiştirmemişsin arabanın lâstiklerini? Adam, hiçbir şey hissettirmeden:

- Bir lâstikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek., diyerek geçiştirdi.

Bu geçiştirme işi birkaç gün devam ettiği için bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, bu defa ne diyeceğim diye düşünürken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı.

Hanım bu defa kendisine adres yazılı bir kâğıt uzatmış, sonra da şöyle demişti:

- Bugün lâstikçi geldi, şu adresi verdi. Yarın bana gelsin lâstiklerini değiştireceğim, deyip gitti. Al bu adresi, dedi.

Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lâstikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi.

ilk işi kâğıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamir­ciyi hayatında hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kâğıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Adam:

- Sen o musun, deyip boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:

- Tam üç gündür Resûlullah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, "şu adresteki şoförün lâstiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol" buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir İyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki, Resûlullah Aleyhisselam üç gündür beni İkaz ediyor, senin lâstiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?

Kaynak:İbrahim Refik,Hâdiselerin İbretli Dili, Albatros Yayınları, İstanbul 2000, s.50

Devamı için [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]


 :'( :'( :'(

Çevrimdışı mozay

  • Üye
  • *
  • 11
  • 33
  • 11
  • 33
# 21 Eki 2015 19:35:44
Açlıktan ölen servet sahibi

Yusuf aleyhisselam, iftira yüzünden zindanda iken Mısır hükümdarı bir rüya görmüştü. Korku ile uykusundan uyanıp; Ben rüyamda 7 semiz ineğin 7 zayıf ineği yediğini ve 7 yeşil başak, 7 de kurumuş başak gördüm. Eğer rüya tabiri biliyorsanız, bu rüyamı tabir edin dedi. Onlar, Biz böyle rüyaları tabir edemeyiz dediler. Hazret-i Yusuf ile zindanda kalan şerbetçi, Hazret-i Yusuf’un rüya tabir ettiğini hatırlayarak; Ben bu rüyayı tabir ettireceğim dedi. Hazret-i Yusuf’un yanına gitti. Mısır hükümdarının rüyasını anlatıp tabirini istedi.

Hazret-i Yusuf, “7 sene bolluk, sonra 7 sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz. Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber, başakları ile ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız için yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve çevredeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacaktır” dedi.

Hazret-i Yusuf’un tavsiyelerini beğenen hükümdar; Mısır’ın hazinelerinin idare işini Hazret-i Yusuf’a bıraktı. Yani onu maliye nazırı yaptı. O da gerekli tasarruf ve iktisat yolunu tuttu. 7 bolluk senesinden sonra 7 kıtlık senesi geldi. Her taraftan tahıl almak üzere insanlar gelmeye başlamıştı.

Bu olaylardan bir müddet sonra Yemen’e çok şiddetli bir sel gelir, ağaçları kökünden söker, binaların yıkılmasına sebep olur. Sular çekildikten sonra eski bir mezarın açıldığı görülür. Ortaya bir kadın cesediyle büyük bir servet çıkar. Kitabedeki yazı okunduğunda, bu cesedin Himyeri hükümdarlarından birinin kızı olan Tace adındaki bir kadına ait olduğu anlaşılır. Tace’nin cesedinin boynunda 7 inci gerdanlık, kollarında 7 kıymetli altın bilezik, ayaklarında mücevherli 7 halhal ve on parmağın 7 sinde muhteşem mücevher yüzüklerin bulunduğu görülür. Ayrıca baş tarafında çok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kaçmaz. Bu tabutun ön kısmında ki levhada yazılı olanlar ilgi çekicidir.

Hitabede şunlar yazılı idi:
Ben hükümdarın kızı Tace’yim. Memleketimizde müthiş bir kıtlık çıktığı için, tahıl getirtmek üzere, birkaç adamımı, Mısır maliye nazırı olan Yusuf aleyhisselama yolladım. Epey bir zaman geçtiği halde gönderdiğim adamlar gelmeyince, adamlarımızdan bazılarına bir kantar (50 kilo kadar) gümüş verip herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmesini istedim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gönderdimse de, yine bulamadıklarından, incileri öğütüp yemekten başka çare bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği için, büyük bir servet içinde açlıktan ölümle yüz yüze kaldım. Benim bu acıklı hâlimi işitenler, gerekli dersi almalı, servetine güvenmemeli, gerekli iktisat yolunu tutmalıdır. Tarihte altının da, incinin de, geçmediği durumlar varsa da, benden başka dünyada hangi kadın bu kadar muhteşem ziynetler içinde ölmüştür?

Hazineler bu kadına fayda etmediği gibi, ahirette de para pul geçmeyecektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.) [Buhari]

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.947
  • 47.568
  • 2.947
  • 47.568
# 22 Eki 2015 15:28:14
Bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş. Bakalım ne yapacaklar gelenler diye başlamış beklemeye…

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer gelmişler. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Kayayı yoldan kaldırmak şöyle dursun, pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirmiş;

- Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyor…

Sonunda bir köylü yolda görünmüş, saraya sebze ve meyve getiriyormuş. Sırtındaki küfeyi yere indirip iki eli ile kayaya sarılmış ve zorlanarak itmeye başlamış. Sonunda kan ter içinde kayayı yolun kenarına çekmiş. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereymiş ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görmüş. Açmış ki bir de ne görsün, kese altın doluymuş. Bir de kralın notu varmış içinde;

- Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.



Hayat akarken karşımıza çıkan engellerden hep yakınırız da çözüm bulmak için daha az gayret gösteririz. Engellere takılıp kalmak yerine onlara karşı çözüm bulmak yeni fırsatlar sunabilir.

Çevrimdışı RAMSES1

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 983
  • 5.104
  • Okul Müdürü
  • 983
  • 5.104
  • Okul Müdürü
# 22 Eki 2015 15:35:38
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş. Bakalım ne yapacaklar gelenler diye başlamış beklemeye…

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer gelmişler. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Kayayı yoldan kaldırmak şöyle dursun, pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirmiş;

- Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyor…

Sonunda bir köylü yolda görünmüş, saraya sebze ve meyve getiriyormuş. Sırtındaki küfeyi yere indirip iki eli ile kayaya sarılmış ve zorlanarak itmeye başlamış. Sonunda kan ter içinde kayayı yolun kenarına çekmiş. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereymiş ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görmüş. Açmış ki bir de ne görsün, kese altın doluymuş. Bir de kralın notu varmış içinde;

- Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.



Hayat akarken karşımıza çıkan engellerden hep yakınırız da çözüm bulmak için daha az gayret gösteririz. Engellere takılıp kalmak yerine onlara karşı çözüm bulmak yeni fırsatlar sunabilir.

güzel...

Çevrimdışı SUDE52

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 893
  • 10.927
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 893
  • 10.927
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 22 Eki 2015 15:58:47
Çanakkale Gazisi Zeynel Eniştem

gaziSekiz-on yaşlarındayken, çok merak ettiğim için anneme sordum:

“Anne! Zeynel Eniştem neden yürüyemiyor?”

“O gazi yavrum. Çanakkale Gazisi. Yani orada savaşmış, orada yaralanmış.”

“Yaralanmış mı?”

“Yanında bomba patlamış. Ve yedi şarapnel parçası vücuduna saplanmış. O parçalardan altısı, zor bir ameliyatla çıkartılmış. Fakat yedinci parça, o günün imkânlarıyla bulunamamış.

Son parçayı bulmak için daha sonra birkaç kere ameliyat etmişler. Fakat bu ameliyatlar sırasında, bacak damarlarını da yanlışlıkla kesmişler, enişten sakat kalmış. Bu yüzden de yatalak hale gelmiş.”

Zeynel Eniştem, annemin ablasının, yani teyzemin eşiydi. Evleri de bizlere çok yakında. Bayramlarda ilk olarak oraya gider, teyzemin elini öptükten sonra, Zeynel Eniştemin hiç kalkmadığı yatağının başına yanaşırdım.

“Bayramın mübarek olsun enişte!”

“Sağolasın evladım. Boyun biraz daha uzamış sanki.”

Eniştemin başından geçenleri, onun ağzından duymaya can atıyordum.

Bunu kendisine söyleyince sevindi. Anladığım kadarıyla o günleri tekrar yaşamak istiyordu.

Gözleri dalarak konuşmaya başladı:

“Askere alındığımda henüz yirmi yaşına basmamıştım. Belki de on dokuzunda bile değildim. Çok kısa bir eğitim döneminden sonra, bizi hemen cepheye gönderdiler. Seddülbahir Bölgesi’ydi gittiğimiz yer, ortalık kıyamet günü gibiydi. İşgal güçleri, peş peşe çıkartma yapıyorlardı. İngiliz ve Fransız gemileri, çıkartma yapmadan önce bulunduğumuz tepeleri yoğun bir şekilde bombalıyordu. Tepelerin altı üstüne geldiğinde, “Artık Türklerin tamamı ölmüştür” diye düşünüp kıyıya asker çıkartıyorlardı. Onlar karaya çıkınca, biz de siperlerden fırlıyorduk tabi ki. Allah’ın yardımıyla, çıkanları denize döküyorduk.”

“Denize dökmek ne demek?”

“Düşmanı denize kadar püskürtmek demek… Yani kovalamak demek anlayacağın…”

“Silahla mı yapardınız bu işi?”

“Önce ateş ediyorduk tabi ki. Daha sonra içlerine dalıyor ve onlara süngüyle saldırıyorduk. Çok kanlı bir savaştı. Bildiğin mavi deniz, kırmızıya dönmüştü. Her yer insan parçalarıyla, kol, bacak ve parmaklarla doluydu. O parçaların çoğu, ne yazık ki bizim askerlerindi. Gemilerle atılan bombalarla kopmuşlardı. Düşmanlarla boğaz boğaza çarpışırken bile, gemilerden bomba atıldığı oluyordu.”

“O zaman kendi askerleri de ölmüyor muydu?”

“Bu işi mecburen yapıyorlardı. Bu sırada onlar da ölüyorlardı ama biz de mecburen siperlere dönüyorduk. Biz çekilince, zor durumda kalan askerlerine yardım gönderirlerdi. O kadar şehit verdik ki ayak basacak yer bulamıyorduk. Biraz önce birlikte olduğumuz, konuşup helalleştiğimiz şehitlerin üstüne basarak yürürdük.”

“Nasıl yaralandınız?”

“Çarpışmalar sırasında yanımda müthiş bir bomba patladı. Bombanın patlamasını duydum o kadar, gerisi rüya gibi… Daha sonra arkadaşlarım söylediler. Vücudum kanlar içinde kalınca, sıhhiye (sağlık ekibi) beni öldü zannederek ilgilenmemiş. Binlerce yaralı varken şehitlere bakılmaz tabi ki. Onları, çarpışma bitince kaldırırlardı.”

“O durumda ne kadar kaldınız?”

“Ne zaman gözümü açtım bilemiyorum. Ama öğle vaktiydi. Bombardıman durmuştu. Bizim askerler de başka bir yere çekilmişti. Kimsecikler yoktu ortalıkta. Nerede bulunduğumu anlamaya çalıştım. Yaralı askerlerden inleme sesleri geliyordu. Fakat o sesler, uzaklardan yankılanan bir tüfek sesiyle birden kesiliyordu. Biraz sonra olup bitenleri fark ettim. Bizi düşman gemilerinden dürbünle gözlüyorlar ve yaralı olanları, yani kımıldayanları gördüklerinde keskin nişancıların kullandıkları dürbünlü tüfeklerle tek tek vuruyorlardı. Çok ağır yaralıydım, kan kaybetmeye devam ediyordum. Ama belki hepsinden de kötüsü, şehitlerin kanlarına üşüşen milyarlarca karasineğin ağzıma ve burnuma girmeye çalışmasıyla çok büyük bir işkence çekiyordum. O sinekleri yüzümden kovmaya kalksam, beni de vuracaklarını çok iyi biliyordum. Karanlık basana kadar hiç kımıldamadan yattım. O saatlerin her bir dakikası, bir yıl kadar uzun gelmişti bana.”

“Karanlık basınca ne yaptınız?”

“Güneş batıp ortalık kararınca, Türk birliğini aramaya başladım. Hiç gücüm kalmamıştı. Aç ve susuzdum, tek bir adım atacak durumda değildim. Yerlerde sürünerek ilerlerken, Rabbim şahit, bir ihtiyar çıktı önüme, bana sıcak ekmek verdi, su verdi. Hâlbuki o sırada, kuru peksimetten başka bir şey bulunmuyordu. Bulunsa da zaten bize nasip olmazdı. O ihtiyar kimdi bilemiyorum. Verdiği ekmeği yiyip suyu içince, bir anda kuvvet geldi vücuduma. O güçle ilerledim ve birkaç saat sonra birliği buldum. Onlara yaklaşınca, “Kimsin?” diye bağırdılar, parolayı sordular. “Ben Zeynel’im” deyince de inanmadılar. “Biz gözümüzle gördük, Zeynel öldü!” dediler. Daha fazla konuşacak kuvvetim yoktu, düşüp kalmışım. Yanıma gelince tanımışlar tabi ki, çok şaşırmışlar. Ve beni hemen ameliyata götürmüşler. Bombanın parçaları jilet gibi keskindi. Biri hariç hepsini çıkartmışlar. O tek parça içimde geziyormuş, ama şimdi nerede bilmiyorum.”

Zeynel Eniştem, bu sohbetten altı yıl sonra vefat etti. İnşallah gazilikten sonra şehitlik mertebesine de ulaşmıştır.

Çanakkale’de 300 bin civarında şehit verdik.

Mekanları cennet olsun inşallah.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.219
  • 28.776
  • 227.219
# 22 Eki 2015 21:55:05
Birkaç gece önce başımdan geçen bir olayı paylaşmak istiyorum…İzmir’de İsmet Usta adında bir mekanın ön tarafında dışarıdaki masaların birine oturdum ve yemek siparişi verdim..Daha sonra masama üç tane Suriye’li çocuk geldi ve benden para istediler.Ben de cebimden 2 lira çıkarıp birini yaklaşık 5 yaşındaki erkek çocuğuna,diğerini de yine 6-7 yaşlarındaki kız çocuğuna verdim.Gayet nazik bir şekilde parayı alan çocuklar nazik bir şekilde ablalarına verdiler.Aynı nezaketle de ablaları parayı alıp çantasına koydu.O sırada çocuk ile göz göze geldik ve ani bir şekilde erkek çocuğu iki eliyle yanaklarımı sıktı.Kendimi o an 5 yaşında,onu da otuzlu yaşlarda biri olarak gördüm.Belli ki savaş onu olgunlaştırmıştı.Ardından ben de onun yanaklarını sıkıp iki yanağından öptüm…Belki de savaş öncesi bir tanıdığına bir abisine benzetti bilmiyorum.O kadar içten ve samimi bir tablo oluştu ki tarifi neredeyse imkansız.Daha sonra elimi cebime tekrar attım ve bir miktar daha para verdim.Buna çok sevinen minikler masadan ayrıldılar.Aradan 2 dakika geçti ve ben ya neden onları benımle beraber yemek yemeleri için davet etmedim diye söylenmeye başladım…Gözüm hemen onları aradı fakat maalesef çoktan gitmişlerdi.Ama görseniz 3 kardeşte o kadar masumlardı ki ,mecburiyetten öyle bir arayışa girdikleri yüzlerinden belliydi.Belki de en çok can acıtanda buydu.Neyse o sırada sipariş verdiğim meşhur tandırım geldi.Ben yemeği yerken Yılmaz Güney’in "Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili! Dünyanın öbür ucunda, hic tanımadıgımız bir insanın gözyası bile içimizi parçaladı"diye devam eden şiiri geldi aklıma!Neyse bir baktım bizim ufaklıklar ellerinde çiçeklerle bana doğru geliyorlardı .. O manzarayı nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum gidip benim için artık nerden koparmışsalar bilmiyorum dalı olmayan ve sadece çiçeğin üst kısmını avuçlayarak yanıma geldiler.Her biri ayrı ayrı o minicik avuçlarından taşan çiçekleri uzattılar.Ben o çiçekleri alırken birden göz yaşlarına boğuldum ve yutkunamadım.O kadar etkilendim ki çocuklar bana gülümsüyorlar ama ben resmen ağlıyorum.Etrafıma baktığımda yan masadaki çocuklu aile ve başka masadaki bir bayan da benım gibi çoktan göz yaşlarına boğulmuşlardı.Müdahale etmesi gereken garson bile donup kalmıştı, tarifi imkansız duygulardı bunlar…Ben ayağa kalkıp Arapça "lütfen beraber yemek yiyelim dedim".İşim gereği az da olsa Arapça biliyordum.Ablaları elindeki poşeti gösterip’’ abi,insanlardan Allah razı olsun bize yardım ediyorlar bak bu poşetin içinde bi sürü yemek var teşekkür ederiz karnımız tok ’’ dedi .Bende o an ki şokla ne diyeceğimi bilemedim.Aslında istediğim tek şey onlarla aynı masada oturmaktı ama oturmadılar ve gittiler..Ben yaklaşık 10-15 dakıka olayın şoku ile öyle kalakaldım.Sonra ellerimi yaratana kaldırıp "Allah’ım lütfen artık bu savaş son bulsun,insanlar evlerınden ailelerinden yurtlarından oluyorlar.Sen bu savaşa bir son ver Yarabbi." diye dua ettim.Aynı tehlike şuan ülkemiz için de geçerli .Karanlık güçler ülkemiz üzerinde büyük oyunlar oynuyorlar.Lütfen herkes bunun bilincinde olsun .Ülkemizde bir savaş durumu olursa gidecek hiçbir yerimiz yok.Hepimizin evlatları kardeşleri var, hangimiz onların böyle bir duruma düşmesini isteriz ki?

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.219
  • 28.776
  • 227.219
# 24 Eki 2015 08:22:50
Gönüllerini cilâlamış olanlar...
...
Çinliler 'biz daha mahir ressamız'dediler.Rum halkı da 'bizim maharetimiz daha üstündür'dediler.
Padişah onları imtihan edeceğini söyledi.
Çinli ressamlar husûsi bir oda istediler,karşısındaki oda da Rum ressamlara verildi.
Çinliler padişahtan yüz çeşit boya istediler ve padişah hazinesinden her sabah onlara türlü renklerde boyalar verdi.
Rum ressamlar 'pas gidermekten başka ne resim işe yarar,ne boya' dediler ve kapıyı kapayıp duvarı cilalamaya başladılar.
Gök gibi tertemiz,berrak ve saf hale getirdiler.
...
İşleri bittiğinde padişah Çinli ressamların odasına girdi hepsi akıldan idrakten dışarı fevkalâde güzel şeylerdi.
Sonra Rum ressamların odasına girdi.
Bir Rum ressam karşı oda ile aralarındaki perdeyi kaldırdı.
Çinli ressamların yaptığı harika resimler Rum ressamların cilalı ,parlak,boş duvarına vurdu.
Orada ne varsa burada daha iyi göründü.
Resimlerin aksi adeta göz alıyordu.
Oğul,Rum ressamları sofilerdir.Onların ezberlenecek dersleri kitapları yoktur.Ama gönüllerini adamakıllı cilalamışlar,istekten, hırstan ,hasislikten,kinden arınmışlardır.
O aynanın saflığı gönlün vasfıdır.Gönle hadsiz hesapsız sûretler aksedebilir.
...
(Mesnevi1.cilt/278,279.syf.) Selam ve dua ile ...

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.947
  • 47.568
  • 2.947
  • 47.568
# 24 Eki 2015 09:32:11
İş başvurusu esnasında firma yöneticisi, işe başvuranlara bir soru sormuş, soruya en uygun cevabı veren kişiyi işe alacakmış. Bu sorunun doğru veya yanlış cevabı yok, sadece soruya nasıl cevap verildiği önemli. Durum şu:
Karanlık yağmurlu, fırtınalı bir gece ve siz sabaha karsı yalnız ve ıssız bir yolda araba kullanıyorsunuz. Arabanız spor araba ve iki kişilik. Biraz ilerde ki otobüs durağında 3 kişi bekliyor.
Birinci kişi bir doktor, sizi daha önce geçirdiğiniz kalp krizinden kurtarmış.
İkinci kişi, çok yaşlı ve hasta fırtınalı havada neredeyse soğuktan ölmek üzere olan birisi.
Üçüncü kişi, hayatınızın aşkı, her zaman için tanışmaya can attığınız birisi.
Hava gittikçe kötüleşiyor ve arabanızda sadece bir kişiye yer var Soru şu; Böyle bir durumda ne yapardınız?
İşe başvuranların cevapları söyle olmuş:
A. Hasta yaşlı adamı alır, en yakın hastaneye götürürdüm.
B. Doktora hayatımı borçluyum onu alırdım.
C. Hayatımın devamında mutlu olmak için, her zaman tanışmak istediğim hayatımın aşkını alırdım.
Bu görüşmede cevapların 90 ı manen düşünüp, yaşlı hasta adamı alırdım olmuş, ama sadece bir kişinin cevabını daha çok beğenmişler ve işe almışlar. O kişi de şöyle cevaplamış:
Arabadan iner arabamın anahtarını doktora veririm, doktor yaşlı kişiye yardım edip onu hastaneye götürebilir, bende hayatımın aşkıyla otobüs durağında baş basa onu tanıma fırsatı elde edebilirim.

Çevrimdışı safa_46

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 202
  • 154
  • 202
  • 154
# 24 Eki 2015 10:23:38
bu soru hala soruluyor mu

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.947
  • 47.568
  • 2.947
  • 47.568
# 24 Eki 2015 11:21:34
Bir profesörün mezun edeceği bilgisayar mühendisliği öğrencilerine verdiği son ders:

Bilgisayar Mühendisi Arkadaşlar, İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi bir yazılımcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir sistem yöneticisi olacaksınız. Yalnız şu önemli meseleleri aklınızdan çıkarmayın;

Bu kainatın öyle bir donanımcısı vardır ki, yer yüzünü create etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power source’dur ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir.

Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüzbinlerce yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor.

Eğer onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Mademki DNA‘nın bir program olduğu apaçıktır ve bir program programcısız olamaz demek ki, senin programcılığın ancak o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir.

Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network‘ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, mademki senin de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve mademki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü mediayı hazırlamış kullandırıyor ve sen bunları keşfeder, kullanır fakat upgrade edemezsin, o halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.

Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial version’dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kainatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve sistem yöneticisi olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış.

Unutma ki hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından open edilip check edilecektir. Aman ha dikkat!…

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.219
  • 28.776
  • 227.219
# 25 Eki 2015 10:00:10
Bir öğretmen, derslerinden birinde şu hikayeyi anlatır:
“Seyir halinde bir gemi...
Yolcular, güverteye çıkmışlar eğleniyorlardı...
Ancak, işler her zaman yolunda gitmez!..
Gemi, aniden bir kazaya uğradı ve denizin derinliklerine doğru batmaya başladı...
Güvertedeki yolcuların arasında evli bir çift bulunuyordu, korku içinde can havliyle kurtarma botuna doğru koştular...
Ancak botta sadece bir kişilik yer kalmıştı...
Adam, o an karısını ardında bırakarak botun içine atladı... Kadın, güvertede yapayalnız kalmıştı...
Gemi, neredeyse batmak üzereydi...
Deniz, kadını kendine çekiyordu...
Kadın, bir yandan dalgalarla boğuşurken diğer yandan eşine sesini duyurmak istiyordu... Söylemek istedikleri vardı... Bağırmaya çabalıyordu...”
Öğretmen, bu noktada sustu, hikayeye devam etmedi. Sınıfa şu soruyu yöneltti:
“Sizce, kadın ne söylemiş olabilir?”
Herkes bir şey söyledi. Kadının söylemiş olabileceği cümleyle ilgili tahminler çoğunlukla şöyleydi:
“Senden nefret ediyorum. Ne kadar da körmüşüm seni hiç tanımamışım...”
Aldığı cevaplar öğretmeni memnun etmedi...
Öğretmenin dikkatini bu süreç zarfında sessiz, sakin ve yorumsuz kalan bir erkek öğrenci çekti... Ona doğru yöneldi, aklına gelen bir şey varsa söylemesini cevabını öğrenmek istediğini söyledi. Çocuk bir süre sessizlik içinde kaldı ve sonra dedi ki:
“Öğretmenim, benim düşünceme göre kadın, kocasına ‘Çocuğumuza iyi bak, onu koru kolla...’ diye bağırmıştır.”
Öğretmen, hayret içerisinde kalmıştı, öğrencisine sordu:
“Sen, bu hikayeyi daha önceden duymuş muydun, biliyor muydun?”
Çocuk, kafasını salladı ve dedi:
“Hayır, duymadım. Annem, hasta olup bizi bu dünyada terk etmeden önce babama aynı bu sözcükleri söylemişti.”
Öğretmen hüzün dolu bir sesle dedi ki:
“Evet, cevabın doğru...”
Sonra anlatmaya devam etti:
“Gemi, giderek suların altına batıyor, denizin derinliklerine doğru çekiliyordu...
Adama gelince... Evine sağ salim ulaşır ve tek başına kızını büyütür, yetiştirip eğitir.. Seneler geçer... Ve bir gün adam karısına ulaşır...
Bir gün, kızı babasının ardından kalan evrakları düzenlerken hatıra defterini bulur...
Ve anlar ki...
Bu yolculuğa çıkmadan önce annesi amansız bir hastalığa yakalanmıştı... fazla zamanı kalmamıştı...
Ve aslında o hassas anda, babası kızını büyütebilmek için hayatta kalma umudu yakalamıştı...
Babasının yazdıklarını okumayı sürdürür:
‘Aslında o kadar can atıyordum ki okyanusun derinliğinde seninle birlikte olmak için... Buna rağmen kızımızın uğruna, senin tek başına dalgalar arasında kaybolmana razı oldum’...”
Hikaye, böylece son bulur...
Sınıf, derin bir sessizlik içindedir...
Öğretmen, öğrencilerinin bu hikayenin içerdiği ahlaki dersi almış olduklarını anlar...
Ders, bu dünyadaki ‘hayır ve şer’le, ‘iyilik ve kötülük’le ilgilidir...
Her işin, her olayın, her durumun ötesinde; her bağırışın, her sözün ardında bazen öyle karmaşık durumlar mevcuttur ki onların idrak edilmesi çok zordur...
Bu nedenledir ki asla yüzeysel düşünmeyelim ve anlamadan, idrak etmeden kimseyi yargılamaya kalkmayalım...
Hesap ödeme konusunda hevesli olanlar, cepleri parayla dolu olduğu için değil dostluk ve arkadaşlığa paradan daha çok değer verdikleri için,
Çalışma hayatında her işi yapmak için istekli olanlar, ahmak oldukları için değil sorumluluklarını iyi bildikleri için,
Her kavga ve tartışmadan sonra ağızlarını özür dilemek için açanlar, suçlu oldukları için değil sizi gerçek dostu olarak gördükleri için,
Size mesaj gönderenler, yapacak başka işleri olmadığından değil sizin sevginizi kendi canlarında ve yüreklerinde taşıdıkları için yaparlar.
Gün gelecek hepimiz birbirimizden ayrılacağız... Sohbetlerimizi, yürekten özleyeceğiz...
Rüyalarımızı hatırlayacağız...
Günler, aylar, seneler birbiri ardına öyle büyük bir hızla geçer ki...
Ve artık geridekilerle hiçbir bağlantı kalmaz...
Ve bir gün çocuklarımız bizim resimlerimizi görüp soracaklar:
“Kim bunlar?”
Biz gözlerimizde saklı gözyaşlarımızla, acı bir tebessümle onları kalbimizin en derinlerinde hissederek diyeceğiz ki:
“Onlar ki yaşamımın en güzel günlerini birlikte geçirmiş olduğum insanlar...”
Sripad Ramaray

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK