Öğretmenliğimin ilk yılını Şırnak, İdil, Bozkır köyünde yaptım. Nasıl güzel günlerdi, nasıl her şeye uzak ama nasıl her şeyden samimi.
Okula ilk başladığım gün emekliliğime kaç gün var demeye başlamıştım. Şimdi 14 yıl oldu. Çalışmak zorundaydım ama aslında çalışmayı hiç sevmiyordum. Bunca bulutun, yağmurun, gezmelerin ve bilinmedik şehrin arasında çalışmak ne işime yarayacaktı ki? Ruhumdaki fırtınaları durduracak bir yer arıyordum, bir mecra, bir iş, bir uğraş. Şırnak iyi bir tercih miydi bilemiyordum.
Beni en çok zorlayan şey telefonların çekmemesi olmuştu. Sorduğumda köyü eteklerine misafir eden dağa çıkmam gerektiği söylenmişti.
Kızım benden, ben kızımdan çok uzaktaydım. Her gün sesini duymak için okuldan çıkar çıkmaz ve o dağa tırmanmaya başlardım. Birkaç dakika konuşmak için yarım saat tırmandığım bir yükseklikti o dağ.
Okullar yeni açılmıştı. Ben ne zaman dağa çıkmak istesem yanımda öğrencilerim Bilal, Ahmet, Eyüp, Abdurrahim, Tuğba, İbrahim, Leyla ve ismini şu an hatırlamadığım küçücük, tertemiz, yüzlerine baktıkça kızımı hatırladığım çocuklar da benimle çoğu zaman dağa çıkarlardı. Onların sevinci, mahcubiyeti hiçbir şeye değişilmez. Yol kenarında gördüğüm keçilerin denizi hiç görmediği aklıma gelince onlara bile deniz hediye etmek gelirdi içimden.
Ben o Kürt çocuklarını çok sevmiştim. Aslında benim gördüğüm şey onların Kürt çocukları olduğu değildi; onların sadece çocuk olduğuydu.
Ben onlara Türkçe ders anlatır, onlardan da Kürtçe öğrenmek için dersin bazı bölümlerinde Kürtçe cümleler, kelimeler isterdim. Epey Kürtçe kelime, cümle öğrendim onlardan.
İstanbul’dan her gelişimde onlara defter, kitap, oyuncak getirir, mutluluklarına şahit olmak isterdim. Onların mutluluğu benim mutluluğumdan daha şık duruyordu.
Sırf tertemiz olsun diye okul tüm sıralara kırmızı ağırlıklı, pötikare masa örtüsü yaptırmış, okulun dış cephesini tek başıma boyamaya başlamıştım. Gecenin 11’inde başladığım okulun dış cephesini boyama faaliyetim bir hafta sürdü. Tam bir hafta elimde 5 metrelik sopasıyla fırçayı yukarıdan aşağıya. Biraz bilerek, biraz da bilmeyerek okulu da boyadım.
Fidan dikmek için köylülerle ve öğretmen arkadaşlarla nasıl çabaladığımızı daha dün gibi hatırlıyorum. Altmış hanesi olan köye bine yakın fidan getirtmiş ve sanki cumhuriyet yeniden kuruluyormuş gibi her yere fidan dikmiştik. Ellerimiz çamurlu toprak.
İlçeye indikçe öğretmenlerin o gösterdiği çabaya gıpta ile bakıyordum. Kim gelmişse tüm benliğiyle geliyordu İdil’e. Arkasında çeyrek asırlık hayatlarını bırakarak.
Bilal, Ahmet, Abdurrahim, Leyla, Tuğba, Eyüp, İbrahim ve diğerleri. Şimdi biri tıp fakültesinde, biri elektrik mühendisi olacak, biri İngilizce öğretmeni. 14 kişilik sınıfın yarısı üniversiteyi kazandı. Benim öğretmenliğimin en güzel seneleriydi o çocuklar.
Bir gün yine okuldan çıkmış ve telefonda kızımın sesini duymak için dağa tırmanıyordum. Türkü söyleyerek, keçilere seslenerek, annesine bir şeyler diyerek yanıma koşan çocuklar beni yine yalnız bırakmak istemiyorlardı. Telefon hatları çekmeye başlar başlamaz kızımla konuşmaya başlar, bazen de öğrencilerimle konuştururdum onları. Öyle mutlu olurlardı ki hepsi.
Benim dikkatimi ilk günlerde bir şey çekmişti. Ne zaman dağın başında telefonla konuşmaya başlasam etrafımı çembere alırlar ve el ele tutuşurlardı. Önceleri anlamadım, oyun oynadıklarını sanıyordum. Bir gün, bir gün daha, birkaç gün daha derken sordum neden böyle yaptıklarını:
-Ben telefonla konuşmaya başlayınca niçin çember olup el ele tutuşuyorsunuz?
“Öğretmenim” demişlerdi. Bu dağlarda terörist var. Silah sıkarlarsa size bir şey olmasın.
Her gün barışı, sevmeyi, şiiri, dostluğu, insan olmanın erdemlerini anlattığım o çocuklar bana daha ilk gün büyük bir şeyi anlatmıştı:
Sevmek, insanın canı pahasınadır.
Bülent PARLAK/İZDİHAM dergi