Modern dünyanın insanı mutlu edemediğini, mutsuzluğunu unutturmak için sürekli yeni ilaçlarla insanlığı uyuttuğunu anlatmaya çalıştım birkaç yazımda.
Tebessüm etmenin bile sevap olduğu bir dine mensup değil miyiz? Buna rağmen gülmek bir yana, acılarımızı hatırlamamak için sürekli ilaç kullanan insanlara ne demeli? Kendimizden uzaklaştıkça kendimizi kaybediyoruz. Batının ürettiği çözümler (ilaç tedavileri) kendilerini bile kurtaramadı.
Daha açık konuşmak gerekirse “dindar” insanların bile, en ufak sıkıntılarını atlatmak için sakinleştirici hapları kullandığını biliyorum. Babamın, çok öfkelendiği zaman, ilaç almaya gider gibi abdest almaya gittiğini ve kendisini o şekilde rahatlattığını iyi hatırlıyorum.
Kendi değerlerimize dönmeden kendimize gelemeyeceğimizi anlatmak için bugün hangi örnek üzerine durmam gerektiğini düşünürken arşivime bir göz attım. Üniversite yıllarımda rahmetli Onkolog Dr. Haluk Nurbâki’den arşivime aldığım bir hatırayı sizlerle paylaşmaya karar verdim.
* * * * * * * * *
Onkolog Dr. Haluk Nurbâki anlatıyor;
Onun hikayesini 40 yıl önce işitmiştim. 30 yıl önce de kendisiyle tanışıp başından geçenleri bizzat ağzından dinleme fırsatını buldum.
Yusuf, Diyarbakır’da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası, o mahallenin beyi olarak bilinir, herkesin yardımına koşmak için elinden geleni yapardı. Yusuf’un anlattığına göre kendisi henüz beş yaşındayken evlerinin civarına bir derviş gelmiş ve bir duvar dibine mekan tutmuştu.
Yusuf’un babası;“Ona bakmak bizlere düşer” diyordu. “Ama incinmemesi için, ihtiyaç duyduğu şeyleri sakın hizmetkarlarla göndermeyin.”
Derviş Babaya yemek götürmek, artık Yusuf’un işiydi. Küçük çocuk, önceleri tereddüt ettiği bu işten daha sonraları büyük bir lezzet almaya başlamış ve yaşlı adamla derin bir gönül bağı kurmuştu. Onunla yaptığı sohbetler, çocuk yaştaki Yusuf’un kalbinde bahar çiçekleri açtırıyordu.
Derviş Baba bir gün: “Yusuf” dedi, “sana bir deve yapayım, ister misin?
Bir çocuğun böyle bir teklife “hayır” demesi mümkün değildi. Yaşlı adam, bunu bildiği için isteklerini şöyle sıraladı:“Evden sana verilen fındık, üzüm ve leblebi gibi çerezlerden küçük bir kısmını bana getireceksin. Ve buna da kimseye söylemeyeceksiniz. Fakat bana getireceğin şeyler, sadece sana verilenlerden olmalı. Sağdan soldan bulup aldıklarınla deve yapılmaz.
Yusuf, bu işin gizli olmasından daha da hoşlanmıştı. Her getirdiği çerezden sonra: “Devem yapılıyor mu?” diye soruyor ve derviş Baba’dan:“Elbette, getirdiğin her bir çerez, devenin bir başka yanını oluşturuyor” cevabını alıyordu.
Günler birbirini kovaladı ve Yusuf’un sabrı tükenmek üzereyken, beklediği müjde geldi:“Deve tamamlandı Yusuf, sadece gözleri kaldı. Eğer iki badem getirirsen, bu iş biter.” Yusuf, sabaha kadar sevinçten uyuyamadı ve bir kenara depoladığı leblebileri bademlerle değiş-tokuş ederek Derviş Baba’ya koştu. Ancak yaşlı adam, derme çatma kulübesinde o akşam vefat etmişti. Cenaze işlerini yine Yusuf’un babası üstlenmiş. Onu, küçük çocuğun gözyaşları arasında yakın bir mezarlığa defnetmişler.
Aradan 12 yıl geçmiş ve Yusuf bir delikanlı olmuş. Ne yazık ki şizofreni adı verilen hastalığa da bu yaşlarda yakalanmış. Yıl, 1910-15 civarı olduğundan, hastalık çok kısa sürede öldürücü bir hale dönüşüyormuş. Yusuf’un babası zengin olduğu için, yavrusunu ilk önce İstanbul’a, daha sonra da Paris’e götürmüş. Ama verilen cevap, her yerde aynı olmuş:“Bu hastalığın tedavisi henüz mümkün değil. Maddi imkanlarınız iyi olduğuna göre, Yusuf’u İstanbul’daki akıl hastanesine yatırabilir ve ona bir bakıcı tutabilirsiniz.”
Yusuf’un babası denilenleri aynen yapmış ve bir bakıcıya iki altın maaş bağlayıp oğlunu sık sık ziyarete gitmiş. Ancak altı ay sonra Yusuf iyice ağırlaşmış ve kendisi diğer hastalardan tecrit edilip ölüme terk edilirken, babasına da “Oğlunuzun kurtulma ümidi kalmadı” diye telgraf çekilmiş.
Yusuf bundan sonrasını şöyle anlatıyor:“Kırk derecenin üzerinde bir ateşle kıvranırken, kendimi korkunç bir çölde görüyordum. Güneş her zerremi ayrı ayrı kavuruyor ve yangın yerini andıran kızgın kumların üzerinde sürünürken, bir damla suyun hasretiyle kıvranıyordum. Öleceğimi anlayıp son bir defa daha ufuklara baktığımda, gördüklerime inanamadım. Çocukluğumun Derviş Babası, yularını tuttuğu bir deve ile birlikte bana doğru geliyordu. İyice yaklaştığında:“Yusuf’um, evladım,”dedi. “Deven hazır binebilirsin.” Yattığım yerden güçlükle doğrulup onun yardımıyla deveme bindiğimde, susuzluğum ve hastalığım bir anda geçmişti.
O anda gözümü açmış ve:“Ben neredeyim?” diye sormuşum. Etrafımdaki bakıcı ve doktorlar, iyileştiğime asla inanmıyordu. Çünkü şizofreni ile birlikte zatüreden de kurtulmuş, dünyaya sanki yeniden gelmiştim.
Yusuf, başından geçen bu hadiseyi anlatırken bir çocuk gibi ağlıyor ve:“Derviş Baba, kalp gözüyle başıma gelecekleri hissetmiş ve bunun için de “sadaka ömrü uzatır” hadisinden medet istemiş olmalı diyordu. Bu yüzden sadece bana ait çerezleri isteyerek bana sadaka ibadeti yaptırdı. Ve ömrümün ziyadeleşmesine vesile oldu.
Yusuf 80 yaşından sonra hakkın rahmetine kavuşmuştur.
* * * * * * * *
Birkaç ay önce atlattığım bir trafik kazasından niçin yara almadan kurtulduğumu iyi biliyorum. Rahmetli Haluk Nurbaki hocanın bu hatırasına benzer birçok birikimini kitaplarından okumuştum.
Sadaka vermenin ömrü uzattığına, dua almanın başımıza gelecek belalardan bizi koruduğuna inanmamız için, illa batılı bilim adamlarının araştırma sonuçları mı yayınlaması gerekiyor?
Mutlu olmak mı istiyorsunuz? Başkalarını mutlu edin. Dua almak mı istiyorsunuz? İyilik yapın.
Bunlara inanmıyorsanız hap içmeye devam edin. Hapı yutunca kimseyi suçlamaya hakkınız olmaz.
Kaza ve belalardan korunmanın ilacını eczanelerde bulamazsınız!
Sait ÇAMLICA
Eğitimci - Yazar