Gel de elimden tut ey çocukluğum!
Bir Kurban Bayramı daha yaklaşırken, bu sabah yâdıma düştü çocukluğum... Kim bilir nerelerdedir? Şimdi, ben ona hasretken... O benden, belki de çok uzaklarda olmayan bir yerdedir...
Gel de, gönlümün yası dinsin... Yaşadığım hayat içime sinsin. Kim bilir nerelerdesin?
Çocukluğum... Çocukluğum... Seninle doğdum, seninle hayata tutundum, seninle ölümden haberdar oldum...
İlk defa seninle tanıdım Yaratanımı, seninle bildim Rabbimi...
* * *
Bir mektup bıraktın ellerime... Geçmişten geleceğe uzanan o tertemiz günlerime, emellerime... Heyecanla açtım, heyecanla okudum... O kar gibi beyaz mektubu hep...
Okumaya doyamadım...
Anladım ki; en az bu sayfalar kadar ak pak olmalıydı yaşadıklarım...
Anladım... O mektuptan dersimi güzel aldım... Ama bir kararda kalamıyor ki insan...
Düştüm, anladım... Kalktım, yine unuttum... İnişler çıkışlar yordu kalbimi... Dertleşecek kim kaldı... Şu üç günlük yalan dünyada... Halimi bilen bir iki dosttan gayrı... Bir kalbimden, bir de senden daha emin kim kaldı ey çocukluğum...
* * *
Akşam oluyor gel... Beyazı siyaha bağlıyorlar gel... Gelemiyorsan haber ver, ben geleyim. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya yollar hep aynıdır... Yol yorgunu bir yolcuyum...
Bekletme... Yollar tutulmadan gel... Gel de geleyim, söyle! Nerdesin? Anladım, anladım! Uzaklarda değilsin... İçimde bir yerlerdesin... Her insan çocukluğunu kendi içinde taşırmış... Bildim değil mi? Yalnız değilsin orada, belli... Geri gelmediğine göre halinden memnunsun demek ki...
Onca yıllar ve onca hatıralar bir aradasınız... Kolay değil dostlardan ayrılmak, seni anlıyorum... Ama bizi de unutma ne olur
Çocukluğum... Çocukluğum... Çık gel ne olur bekliyorum... Hasretle bekliyorum...
* * *
Uzun çok uzun gelirdi çocukken günler... Bitmek bilmezdi geceler... Sabırsızlanırdık, huysuzlanırdık... Sabahı iple çekerdik... Güneş, en evvel bizi uyandırırdı... Yorganı çekerdi usulca üzerimizden... Rüzgârın; Hııışt, hııışt diye seslenişini herkesten önce biz duyardık... Eh, ne de olsa can dostlardık; Günle güneşle, havayla suyla... Sadece onlarla mı? Güneşin aydınlattığı her şeyle...
Bilirdik güneşin görevini... Allah izin vermezse, doğamazdı her sabah... Çıkamazdı yoksa, olamazdı görevinin başında...
Bilirdik... Allahın izni olmadan hiçbir şey olmazdı
Sadece Onun istediği olurdu, istemediği de olmazdı...
Bilirdik... Bunun için sabahı iple çekerdik... Allahın her sabah gözlere yeniden açtığı, o eşsiz yeryüzü sergisini görmek için... Can atardık... Masumane duâlar ederdik... Her gece, uyumadan önce... Hem de ne duâlar...
Sahi, nereye gitti o anlar ve o duâlar?
Lugatlarda, kitaplarda yoktu onlar
* * *
Duâlar, daha tamamlanmadan rüyalar başlardı... Bütün gün koşuşturan yorgun vücutlarımız en tatlı uykulara dalardı...
Sabahlar, rahmetin bolca serpildiği o nasipli sabahlar... Unutulur mu? Hele de o Bayram sabahları unutulur mu hiç... Kimilerinin ilk, kimilerinin de belki son sabahları... Unutulur mu hiç şu güzel dünyanın, şu güzelim Bayram sabahları... Bayram sabahlarının dilinden sen çok iyi anlardın çocukluğum
* * *
Erkenden ve daha ortalarda kimsecikler yokken... Güllerin üzerinde nokta nokta damlacıklar görürdük... Bir cümleyi heceler gibi hecelerdik içerdik onları... Bir bulutun yükünü oraya bırakmış olduğunu bilirdik...
Bayram namazı için abdestimizi aheste alırdık... Yediveren güllerinin çepeçevre kuşattığı çeşmeden daha ellerimizi yıkarken; yüzlerimiz de gülleşir ve güzelleşirdi bir kat daha... Pembeleşirdi...
Sabahları mis gibi kokardı her yer...
Erken kalkan melek görürmüş derler... Şevkimiz, sevincimiz ondandı her halde...
* * *
Uyandık mı bir kere, tamamdı... Gerisi kolaydı... Bir çıktık mı evden, pir çıkardık...
Söylenirdi babaannem arkamızdan:
Salma deve, gelmez eve
Kapının önünde sabırsız küheylan gibi eşinirdik, şöyle bir sağa sola bakıp hemen fırlardık... Çığlık çığlığa kırlangıçlar gibi yönsüz koşardık, koştururduk...
Kırlangıçlar gibi... Geliyoruz bahçeler, çeşmeler, geliyoruz ağaçlar, dallar... Geliyoruz kuşlar... Bekleyin bizi, bekleyin... Az sonra aranızdayız... Bir nefesti, en uzun mesafeler... Bir nefes... Düşünürüm hep... Acaba sırrı neydi? Acaba neden böyleydi? Belki de... Yarını değil sadece o günü düşünmekten... Ondan mı acaba?
Bilmem, ama bizim için her gün özeldi ve o gün sadece bizim içindi... Biz güne dosttuk, gün de bize... Kanaat ederdik Rabbimin her gününe...
Onun için olsa gerek, bir ömür kadar uzun gelirdi her gün... Ya da öyle görünürdü o zaman gözümüze...
Kadir kıymet bilene Rabbim ne vermez ki? Günün hakkını verene bir gün daha verir... Ömrün hakkını verene, ebedî bir ömür verir...
* * *
Uykudan uyandığımız her sabah, hayata yeniden doğardık... Yeniden başlardık... Sanki Nerde kalmıştık? dercesine... Hakkını verirdik... Besmeleyle tattığımız her nimetin...
Toprağın rengine boyanırdık gün boyu...
Akşam olunca, zordu yuvaya dönmek... Zordu gün boyu beraber olduğumuz arkadaşlarımızdan ayrılmak...
Göğün maviliği çekerdi bizi... Ya o eski çeşme... Eğilip alnından öpercesine besmeleyle suyunu içtiğimiz... Ve şükürle yanından ayrıldığımız... Sonra dönüp bir daha boynuna sarıldığımız... Kim, nerden bilecekti ki, birbirimizden ayrılmak istemediğimizi...
Akşam olunca... Yerin altındaki maden ocaklarından dönen işçiler gibi dönerdik evlerimize... Tanıyana aşkolsun... Yorgun, ama neşeli ve sevinçli...
İçten gelen bir şükür duygusuyla bağlıydık Allaha... Kim verebilirdi ki Allahtan başka bunca nimeti bize?
Çocuk ruhumuz bunu bilirdi...
Hissederdi...
Hırs yok, ihtiras yoktu... Paylaşırdık elde avuçta olanı... Kuşlar, karıncalar dallarda meyveler...
Sadece o günün hakkını vermeyi düşünürdük...
Bilirdik paylaşmayı; üzerimizde hakkı olan ne varsa, her şeyle helâlleşmeyi...
Yarın, uzak bir ülkeydi bizim için; sadece yaşadığımız o gün vardı. Belki de ondan uzundu günler... Belki de ondan öyle görünürdü gözümüze...
Şurası bir gerçek: Yeterdi bize, yeterdi gökyüzü hepimize... Yeterdi yeni doğan taylar
gibi... Sadece o günü yaşamak, sadece o günü...
Şimdi niye yetmez oldu? Bereketi mi gitti yoksa o günlerin? Haftalar gün gibi geçer oldu, aylar haftalar gibi tez biter oldu...
Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir
Şol göz yumup açmış gibi
Yunus Emre
Ne oldu da böyle oldu?
Gel de konuşalım çocukluğum, gel de konuşalım... Elbet vardır bir diyeceğin şu Bayram sabahlarında... Gel de söyle, söz senin...
Söz! Dinleyeceğiz...
Gel beyaz çoraplarla, gel mavi beyaz gömleklerle... Gel titreyen ellerle, gel ne olur, dilinde acemi tekbirlerle... Gel beyaz mendillerle
Büyüdüğümüzü zannetme gel...
Biz senin elinden çok tuttuk çocukluğum
Gel şimdi de sen tut elimizden... Çoktandır gelmeyen, kapımızı çalmayanlara inat... Çık gel de şenlendir hanemizi, sevindir kalbimizi...
Haydi, eski günlerdeki gibi, gel de sevindir bizi... Gel, titreyen ellerle gel! Ne olur, dilinde acemi tekbirlerle, elinde beyaz beyaz mendillerle gel
Bizim için sakladığın duâlarla gel
Selim GÜNDÜZALP