Eğitim Denetmeni Mustafa AYGÜN'ün
TÜRKİYE’DE DENETİM SORUNU VE ÖĞRETMEN YETERLİLİKLERİ (II) konulu yazısı. Okumanızı tavsiye ederim. Yazıdaki değinilen bazı hususlar biz öğretmen ve idarecileri eleştiri noktasında olsa da gerçekleri yansıtıyor.
Sayın bakanımız Ömer DİNÇER öğretmenlerden yeterlilik, idarecilerden ise performans beklediğini sık sık dile getiriyor. Öğretmen yetiştirme sistemimize bakınca, daha çok bekleyeceği konusunda kendisine istemeyerek de olsa garanti verebiliriz.
Eğitim, öğretmenlerin vicdanına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Eğitimin paydaşları tarafından sıkı bir takibe ihtiyacı vardır. Hızla değişen, gelişen dünya sistemine ayak uydurabilmesi, kendisini yenilemeye, geliştirmeye, üretmeye zorlayacak bir yapı ile mümkündür. Finlandiya eğitim sisteminde okulların denetiminden doğrudan sorumlu teftiş kurulları olmasa da, eğitim öğretim işleri tamamen denetimsiz değildir. Bu ülkede, eğitim ve öğretimin kamusal aktiviteleri, eğitim sektöründen hizmet alan vatandaşlar tarafından yapılmaktadır. Halkımızın eğitim seviyesinin düşüklüğü, şimdilik böyle bir denetim sisteminin ülkemizde oluşturulmasını mümkün kılmamaktadır. Kaldı ki kişinin eğitim düzeyinin yüksek olması bile tek başına, okulda yapılan eğitim-öğretim faaliyetlerinin etkinliğini ve öğretmenin buna katkısını, değerlendirebilecek düzeyde, eğitim bilimleri konusunda bilgili olduğu anlamına gelmez.
Bir öğretmen adayının öğretmen olma sürecine ve öğretmen olduktan sonra onun mesleki doyumunu sağlayacak yapıya baktığımızda, olumlu etkenlerin olumsuz etkenlerin içinde adeta boğulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ülkemizde bir öğretmen adayı, eğitim fakültesini bitirdikten sonra kendisini, boş bir kova gibi hisseder. Öğrenimi sırasında yüklenmiş olduğu bilgiyi, nerede nasıl kullanacağını ve ne işe yaradığını, bilerek okulundan mezun olmaz. Öğretmenliğin “ö” sünü öğrenmeden mezun olduğu fakülteden Milli Eğitim Bakanlığının sistemine, mesleki branşı ile alakası olmayan soruları, en çok çözenlerden biri olarak girer. Kuş uçmaz kervan geçmez bir köye, taşıma merkezi bir okula veya en iyi ihtimalle küçük bir ilçeye atanır. Haddinden fazla kalabalık sınıflardaki öğrencilerle, ilgisiz velilerle mücadele etmek zorundadır. Mesleki anlamda paylaşım yapabileceği, örnek alabileceği, durumunu gözden geçirebileceği pek az insan vardır çevresinde. Çünkü kendisi gibi herkes yeni atanmıştır. Böylece kendi yanlışları ile çevresininkileriyle birleşir ve bir çığ olur. Onu yetiştirecek, öğretmen olma basamaklarında rehberlik edecek bir yapı mevzuat boyutunda varsa da uygulama da yoktur. Eğer aday öğretmen gayretli ise kendi kendini yetiştirecek, deneme yanılma yolu ile bir çok deneği heba ettikten sonra ancak öğrenmenin, öğretmenin, eğitmenin ne olduğunu anlayacaktır.
Bakanlığımızın aday memurların yetiştirilmesine dair bir yönetmeliği olduğu halde aday öğretmenlerin yetiştirilmesine dair bir yönetmeliği yoktur. Öğretmenlik diğer memurluklardan çok daha farklı özellikler gerektiren bir ihtisas mesleğidir. Hazırlayıcı eğitim vereceğiz denilerek, 110 saat süren ve 6 saat derse girmiş ve bitkin bir halde olan öğretmen adaylarını, bir iki ay boyunca, bir araya toplayıp anlatım metodu ile ders vererek eğitemezsiniz. Aynı yönetmeliğin “uygulamalı eğitim” kısmında belirtilen eğitimleri alan ve burada belirtilen uygulamalara muhatap olan öğretmen var mı, ben görmedim. Bakanlığımız, tasarruf edeceğiz diye öğretmen yetiştirme sistemimizi felce uğrattığımızın ve gelecek nesiller üzerinde ne büyük tahribatlar yaptığımızın ne zaman farkına varacak.
Bakanlığımızın bir de ne iş yaptığını kimsenin bilmediği “Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürlüğü” adı altında yapılanmış bir birimi var. Onun çok sayın genel müdürü bırakın öğretmenleri geliştirmeyi, yetiştirmeyi bile başaramadıklarından, çıktılarının ne kadar yetersiz olduğu belli olmasın diye, teftişi kaldıracağız diyor. Peki, teftişin yerine ne koyacaksınız. Bizim millet olarak esneklikten anladığımız başıboşluktur. Dış disiplin kuvveti ile yetiştirildiğimiz için iç disiplinimiz gelişmemiştir. Müfettişin gelmeyeceğini bilmese kaç öğretmen veli, zümre ve şube öğretmenler kurulu toplantısını yapar, kaç öğretmen öğrenci çalışma kitaplarını kullanır, kaç öğretmen sınıf defterini doldurur ve kaç öğreten zamanında derse girer?
Çalışan, gayret eden, üreten, emek sarf eden öğretmenle; işini ciddiye almayan, tabiri caizse yan gelip yatan öğretmeni birbirinden ayırt edecek bir sistem maalesef oluşturulamadı. “Çalışsan da çalışmasan da aynı ücreti aldıktan sonra kendini yormanın ne anlamı var” diyen zihniyeti haklı çıkaracak uygulamalarla, gayretli öğretmenlerimiz küstürüldü. Onlarca seminere katılıp zaman ve para harcayan, mesleki anlamda kendini geliştiren, öğretmene belge dışında bir şey verilmedi. Bir süre sonra katıldığı seminerlerin, aldığı belgelerin bir anlam ifade etmediğini gören öğretmen bu seminerlere de katılmaz oldu. Kariyer basamaklarında yükselme dedikleri sistem tam bir fiyasko çıkması da (ehliyet gibi bir kere alıyorsun ömür boyu geçerli) buna tuz biber oldu.
Türkiye’de eğitimin en temel sorunu zihniyet sorunudur. Son yıllarda ekonomik anlamda bir takım başarılar yakalasak da hala ülkemiz okuma yazma ve bunu hayatının bir gerekliliği haline getirme noktasında, çok geridir. Bizim toplumumuzun eğitime katkısı, “Hadi evladım dersini yap” tan ibarettir. Velilerimiz eğitimin bir parçası haline gelmeden, öğretmenlerimizin eğitimin olumlu bir paydaşı haline gelmesi mümkün değildir. ( Devam edecek)
Mustafa AYGÜN
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]