Söz Muammâsı
Yazar İbrahim Hakkı UZUN
Söz, muammâları çözmek için sarf edilir. Lâkin sarf edilen bu sözlerde göz ardı edilmemesi gereken üç temel esas vardır. Bunlar; sözü söyleyen kişinin durumu, sözü dinleyen kişinin durumu ve sözün bizâtihî kendisidir.
Söz incisinin gönüllerde akis bulabilmesi ve yine söz şerbetinin hasta gönüllere şifa olup bir değer ifade edebilmesi için, onu sarf eden gönlün temiz ve nefsanî arzulardan arınmış olması lâzımdır. Bu gerçeği Hazret-i Mevlânâ şu sözleriyle dile getirmiştir:
“Ruhlar, aslında aynı yerden geldikleri için, İsa nefeslidirler. Bazen nefse uyarlar, yara olurlar. Bazen Hakk’a uyarlar, dertlere deva, yaralara merhem kesilirler.
Ruhlar, nefsanî arzulardan kurtulsalardı, günah perdelerini yırtsalardı her rûhun sözü, İsa nefesi gibi diriltici olurdu.”
Yani bir sözün yara değil de deva olabilmesi, ancak gönlün nefsin sultasından çıkıp Hakk’a teslim olabilmesiyle gerçekleşir. Aksi takdirde, süflî arzuların esiri olmuş bir kişinin sarf ettiği sözler de yine Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:
“Candan ve gönülden gelmeyen, sadece dilden dökülen sözler süprüntülükte yetişen yeşilliğe benzer.”
Kapalı dudakların arkasındaki sırları anlatmak için sarf edilen sözler, mutlak sûrette muhatabın seviyesine yani durumuna göre söylenmelidir. Çünkü sözün, içerisinde taşıdığı mânâ ve nükte, daima dinleyenin bilgi birikimine ve hâlet-i rûhiyesine bağlı olarak farklı şekillerde anlaşılabilir. Nitekim aşk ve muhabbet ateşiyle yanarak baştanbaşa idrak kesilen bir insanın basiret ve firaseti ile gönlü karanlık gecelerden daha karanlık olan ve henüz kemale eremeyen ham insanın anlaması arasında muhakkak ki büyük farklılıklar vardır. Zîrâ aşk ve muhabbet çerağı, fanus gibi ince, rakik ve şeffaflaşmış gönüllerde yanar. Bu gönüllere hitaben kullanılacak her bir sözün, hassas bir gönül eleğinden geçirilerek kelimelere dökülmesi gerekir. Çünkü onlara el ile değil, gül ile dokunmaya gelmez. Kuvvetli bir nefes ruhlarının alevlerini çırpıntılar içinde bırakır. Lâkin henüz kemal ehli olmayanlar, Mevlânâ’nın ifadesiyle:
“Basit ve kusurlu insanlar, her sözü söyleyeni hor ve hakir bir hâle sokarlar. Sözü kıymetli ve anlamlı bile olsa, o sözün kadrini düşürürler. Çünkü söz, dinleyene göre söylenir. Terzi, elbiseyi adamın boyuna göre biçer.”
Evet bu kelimelerin altını önemle çizmek gerekir: “Söz, dinleyene göre söylenir.” Çünkü sarf edilen söz, her ne kadar bin bir hikmeti bağrında taşısa da o söz veya sözlerden muhatabın anladığı, sadece o mefhumların kendi zihninde canlandırdığı kadardır.
Nitekim İsrâ Sûresi’nin 82. âyet-i kerîmesinde Cenâb-ı Hak:
“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” buyurarak aynı kaynağın farklı istidattaki insanlar için farklı tezahürlerinin olduğunu açık ve net bir şekilde ifade etmektedir. Bu ifadeyi, zihinde örneklendirmek gerekirse şöyle bir benzetme uygun olur: «Söz, âdeta güneş gibidir.» Nasıl ki güneş, ışığını her yere yayar, lâkin kuru ile yaşa ayrı ayrı bir yakınlığı vardır. Nitekim kuru olan dal, bu yakınlık sebebiyle daha da kururken yaş olan dal bu vesileyle meyveye durur. Yine su, rahmettir. Lâkin yağdığı yerin taş değil, toprak olması zarurîdir ki orada bin bir çeşit çiçek yetişsin.
Zaten ârif olana bir söz yeter. Cahiller karşısında da Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi «kitap gibi sessiz olmak» lâzımdır.
Muammâları çözmek için sarf edilen sözlerde dikkat edilmesi gereken üçüncü nokta da sözün bizâtihî kendisidir. Çünkü söz vardır, ilkbahar mevsimi gibidir. Her tarafı süsler, güzelleştirir; sayısız faydalar sağlar. Söz vardır, keskin kılıç gibidir; dostluğu keser, öldürür. Kalpte tedavisi imkânsız yaralar açar. Kalp bahçesindeki yeşillikleri, sevgi çiçeklerini kış mevsimi gibi öldürür. Bu anlamda Yunus Emre’nin şu dörtlüğü çok mânidardır:
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Bal ile yağ ede bir söz.
Mevlânâ Hazretleri de bu hikmete binâen sarf edilen söze çok dikkat etmek gerektiği hususunda şunları söyler:
“Bu dil, çakmak demiri ile çakmak taşı gibidir. Dilden sıçrayıp çıkan söz, ateşe benzer. Bazen lâf olsun diye, bazen de bir şeyi anlatmak, nakletmek için o demiri ve taşı birbirine vurma.
Şunu bil ki, ağızdan, dilden ansızın çıkan söz, yaydan fırlamış ok gibidir. Ey oğul, o ok bir daha geri dönmez; suyu baştan kesmek gerek.”
Dakikaların hiç durmadan saatleri kovaladığı bu ömür, insana ikram edilen en büyük ihsan ve tekrar yaşanması mümkün olmayan bir hayattır. Bunun için beden kalemi ile kader kitabına yazılan yazıların bu hassasiyetle gözden geçirilerek itina ile yazılması gerektiği gibi, günlük hayatımızda sarf ettiğimiz her bir sözün, gelişigüzel bir şekilde ağızdan çıkmayarak belli bir hikmete mebnî bir sûrette kullanılması lâzımdır.
Bu hususla ilgili olarak Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Muaz bin Cebel’e: “Ey Muaz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” buyurmuştur. (Tirmizî, Îmân 8; İbn-i Mâce, Fiten 12)
Şu da hiçbir zaman unutulmamalıdır ki söz, insanlar arasında bir anlaşma aracı vasfını haiz olsa da netice itibarıyla hakikati tam mânâsı ile ifade etmekten yine de âciz kalmaktadır. Çünkü bazen bir mânâyı ifade etmek için yan yana getirilen kelimeler, o mânânın tamamını değil de sadece bir yönünü idraklere sunabilir. Böylece mânâ incilerini, idraklere sunarak muammâları çözmek için sarf edilen sözlerin neticesi, bazen yine muammâ olabilir. Nitekim söz, gönlün aynası; gönül, rûhun aynası; ruh, insanî hakikatin aynası; insanî hakikat de esmâ-yı ilâhiyyenin aynasıdır. Bundan dolayı Hazret-i Mevlânâ bu hususta da şöyle buyurmuştur:
«Alleme’l-esmâe» (Âdem’e isimleri öğretti) âyeti, Âdem -aleyhisselâm-’a imam olmuştu, yani Âdem’in rûhuna mânevî hoca olarak, onu bilgilerle doldurmuştu. Ama bu ilâhî öğretiliş harflerle değildi, ilhamla idi.
Âdem başına balçıktan bir külah giyince, o cana mensup olan isimlerin yüzü karardı. Yani Âdem balçığa bürünerek insan şekline girince, o rûhanî, ilâhî isimler anlaşılamaz hâle gelmişti.
Mânâ balçıkta görünsün diye, yüzünü harf ve söz örtüsü ile örttü. Bu yüzdendir ki; söz bir cihetten, bir yönden mânâyı açıklarsa da, on yönden örter, gizler.”
Kelimelerin ifadeden âciz kaldığı nice ince hakikat ve hikmetlere ulaşmak dileğiyle...