Hem hayırlarınıza,hemde sizin başınıza gelecek hayırlara vesile olsun.
İnebolu Endüstri Meslek Lisesi Edebiyat Öğretmeni bir abimizin gönderdiği E Postayı ekliyorum.Kesintisiz.
YAHU 2007, GEÇEN YILIN “YENİ YILI” DEĞİL MİYDİ; N’OLDU?
Anlamıyorum insanları vesselam…
Kimileri “dün”lerin fotokopilerini çekerler, koyarlar ceplerine, “yarın”larda tekrar etmek için; kimileri yarınlara “ışın doktoru” görevini verir, medet ummak için yaşanması muhtemel hayattan…
Kim haklı? İlkler mi, ikinci gruba girenler mi? Köprünün o geçesindekiler mi, bu geçesindekiler mi? 2007 mi, 2008 mi? “Dün” mü, “Yarın” mı? Bugün “yok!..” Tuvaletinde giyecek “adam gibi” terliği olmayıp, dört yüz kanalı izleyebilen dağ başı vatandaşım mı haklı yoksa… Belki herkes haklı, belki birazı, belki de hiç biri haklı değil…
İşte dostlar, gecenin zifiri karanlığında, Edison marifeti istisna, önünü aydınlatacak el fenerine muhtaçların, benim gibi, kendisi karanlıkta yürüyüp, öndekilere ve geridekilere ışık tutma sevdası, insanları bir kat daha muammalaştırıyor gözümde. “Sana ne kardeşim kim haklıysa haklı? Sen yargıç mısın ki terazinin iki kefesinin dengesiyle oyalanıyorsun?... Kefe’dekilerle oyalansana, kefen’inle başkaları oyalanmadan?...
Doğru demedim mi Allah aşkına!...
Bir işadamı varmış vakti zamanında. Her gün kârına kâr katar; arsasına arsa, evine ev fabrikasına fabrika eklermiş “yarın” denen diliminde zamanın. Haliyle, çoğu gün de yorgun damlarmış evine de, şöyle bir hanımı, çoluk-çocuğuyla da muhabbet esnasında, kahvesini de yudumlarken uykulu uykulu; “Hanım, bugün gene zarar ettim!” deyiverirmiş… Bir kez ağzından kaçsa, “dil sürçmesi!” sanacak eşi, ama, değil ki: Bir gün böyle, iki gün, üç gün… dört, beş, sekiz, on… Sen ol da kafanın tası atmasın bu manzaraya, eşi patlamış:
“Yahu, demiş; adam, fabrikaya fabrika, eve ev, arsaya arsa katan ben miyim de zarar, zarar, zarar… diyorsun? Bıktım artık bu lafları duymaktan… Gözün doysun, hiç olmazsa şükret Allah(CC)’ına da, elinden çıkmasın ansızın… Birin yanına üç kattığınla yetin. Boş ver beşi yirmi, yüzü de bin yapma felsefesini…”
Adam, eşinin sözlerini ve eşinin kendisini anlamadığını o yorgun haliyle anlayıvermiş… “Erteleme koçum!” diye mırıldanıp, günlerdir dinlenmişçesine kalkıvermiş ayağa, çakı gibi.
Evdekiler anlamsız gözlerle izliyor:
Takvim kütüğüne uzatıp da elini:
“Yahu hanım; bugün ayın kaçı?”
“Beşi.”
Yarın?
“Altısı.”
Demiş ve günü geçen yaprağı koparmış, okumuş evdekilere de seslice…
Ortalık canlı kalabalığa rağmen buz kadar sessiz…
Bakışlar “baba”ya kenetli…
Dönmüş ve koymuş ellerini hanımının omuzlarına:
“Ben, demiş; ben ne yaptım şimdi, bana anlatır mısın?”
Ufaklık fırlamış öteden, sırıtarak, annesinin söz hakkını kullanır gibi:
“Baba, bunu bilmeyecek ne vay? Ben, ki biye giden kızın, bile biliy bunu. Takvim yapyayını yıyttın, bize okudun, sonya da sobaya attın…”
Hanım da kızından tarafa olmuş:
“Hah! Aldın mı cevabı!... Aferim kızım benim!..” deyivermiş…
Kızının yanağına bir busecik konduran adamı dinleyelim:
“Hanım; şu takvimden az önce kopardığım yaprak var ya, o, aslında ömrümün, ömrümüzün; ki, senin, Leyla, Ahmet, Murat… velhasılıkelam, tüm insanların “birer günü”ydü. Gitti… Şimdi yandı, közü bile kalmadı, külü, küller deryasında kimyasını değiştirdi. O yaprağı geri getiremezsin, “dünü” getiremediğin gibi, “yarın” da “bu günü” yaşayamayacağın gibi… “Yarın da “külleşecek bugün”ler gibi…Bunu biz insanlar her gün yapmıyor muyuz? Her gün farkında olmadan yaşlandığımızı onaylamıyor muyuz? Doğum günlerimizde, yılbaşlarında mumlarla, çılgınca eğlencelerle ‘Yaşasııııııııııııınn! Bir gün daha gitti…Bir yıl daha gitti… ‘Ayağı yok tahta ata’ binmeye daha da yaklaştık. Zarar ettik ömürden, bir gün daha zarar ettik; yaşasıııııııııııııınnn; Yehhhhooooo!” demiyor muyuz, he!”
Eklemiş:
“İşte ben paradan, işten, evden, fabrikadan değil; ömürden zarar ettim hanım, ömürden. Gitti gene hayatımın bir günü. Geri mi gelir sanki?!..”
………
Ne yapalım dostlar?
Bir yıl daha yaşlandık diye üzülelim mi, yeni bir yılın altın anahtarını elimize geçirdik diye sevinelim mi?
Aslında var ya dostlar; kuraklık muraklık bir yana, dünyanın “yağmur”u son yıllarda sıklaştı: Her an yağmur yağıyor cızır cızır ve bu yağmur, garip; şemsiye memsiye de tanımayan tipten haaa…Sessiz ırmaklar gibi… Derinlerden düşüyor saçlarımıza, iliklerimize, sinelerimize, yüreklerimize, beyinlerimize hem de. Hem sessiz denecek kadar cızırtılı, hem de ırmaklarcasına çılgın… Çünkü kaynak: Dünyada söz sahibi olan bozuk hedefli, alçak bulutlu, kurşun yüklü beyinler… Yağmur altında da gülenle ağlayan bir olmuyor ki be ahbap!...
Ne mi yap?
Bence ne üzül, ne de sevin.
Dün çalışıyordun, bugün de çalıştın, yarın da çalışacaksın…
Aynı şey, 2006 ve 2007 için de geçerli değil miydi? 2008 için de geçerli olmayacak mı?...
Bu günün (yılın) işini “adam gibi” tamamlayıp da, yarınki (2008’deki) işini Allah(CC) rızası için, “hizmeti de nimet bilip” dört dörtlük yapacağına, uyumadan önce niyetlenebiliyor musun? Uyandığında da dün geceki niyetini hatırlayıp, hatta tazeleyip de tıpkı “ateş altında nöbet bekleyen asker gibi” konsantre olarak işine başlayabiliyor musun?!... Başladığın işini sonuna kadar aynı hedefle devam ettirebiliyor musun?...
Mesele bu…
Dene bir, istersen…
İşte o zaman değil 2007’ninkinin, 3007’nin takviminin bile son yapraklarını incitmeden, hatta üzülerek, “tereyağdan kıl çeker gibi” koparanlardan ve kopartanlardan biri de “sen” olacaksın…
Denemekte fayda var!...
31.12.2007,
Saat: 03:09
Burhan KARAGÖZ