HİÇBİRŞEY OLAMAZSAN ÖĞRETMEN OLURSUN!
Her biri ayrı bir şekle bürünmüş bulutlar bana varoluşumun sevincini yaşamam için yalvarıyor. Gözlerinin önünde bir dünya var. Nefes alabiliyorsun. Koridordan gelen telaşlı sesleri duyup yorumlayabiliyorsun. Kapıya doğru başını çevirip gelen kişinin senin için gelip gelmediğini kontrol edebiliyorsun. Tüm bunların kıymetini bilmen gerek. Takma kafana hiç bir şey, şükret haline.
Bu kadar kolay mı? Grileşmiş beyaz çarşafların içinde, damarlarıma akan sarı sıvının yorgun rengi kanıma işlerken mi kafama hiçbir şey takmayacağım? Kulaklarımda inleyen insan sesleri, tekerlekli yemek arabalarının yaydığı baygın koku ve beyaz önlüklülerin telaşlı koşuşturmacalarını duyarken mi halime şükredeceğim? Beyaz önlüklü koşuşturmacalar, neyse ki zihnimin sevimli çağrışımlar yapmasına yardımcı oluyor. Bana, öğretmenler odasından sınıfa her biri ayrı bir dert ya da soru ile yanıma yaklaşan öğrencilerimin arasında dolaştığımı hissettiriyor.
Öğrencilerim… En az kendi evladım kadar değerli çocuklarım. Gözlerindeki gülümsemeyi görmek için daima gözbebeklerine baktıklarım. Gözbebeklerim. Derdini paylaşamadığı annesi yerine dert ortağı olduğum, korkusu içine işleyen babasına söyleyemediği sorunlarını çözmek için çırpındığım, dersi anlamadığı zaman kahrolduğum, daha fazla ne yapabilirim, nasıl öğretebilirim diyerek saatlerce çalışıp hazırlanırken daha az dinlenmeyi, daha az gezmeyi göze aldığım, çok sevdiğim öğrencilerim.
Tam göz hizama denk gelen bulut. Ülkemin bulutu. Türkiye’min. Geleceğini hazırlamaya, bir su damlası olmaya çalıştığım yurdumun bulutu, kaşlarını çatmış yine bana kızmalarda.
Öğretmenlik en rahat meslek. Hiçbir şey olamazsan öğretmen olursun. Yarım gün okula gider, gelirsin evine. Derse girer, çıkar anlatırsın aynı şeyleri. Ne var ki, zaten yıllardır aynı şeyleri anlatmıyor musun, ezberlemişsindir de sen onları. İşini birkaç saatte bitirir sonra günü kendine ayırırsın. Dinlenir misin, gezer misin, uyur musun bak artık keyfine. Kadınsan çocuklarına da bol bol zaman ayırabilirsin. Şubat tatili var, yazın üç ay tatili var. Hem çalışmadan da para alıyorsun. Öğretmenlik kadar güzel meslek var mı? Salla başını al maaşını.
Pencerenin sağına doğru yükselen bulut, mezun olduğum fakültenin giriş kapısının yanındaki yıllanmış ağacın kalın gövdesine benziyor. Önce toprağı öpmek istercesine yere doğru keskin bir kıvrım oluşturan, sonra da aynı keskinlikte boynunu kaldırarak, başını mavi gökyüzüne çeviren o ağacın, görünmez bir güç tarafından, okula her adım atışta öğretmen adayına öğretmenliğin amacını hatırlatmak amacıyla o şekle büründürüldüğüne inanılırdı. Ben o fakülteye yüzde ikilik dilimde girdim. Yani her kesin dediği gibi hiçbir şey olamadığım için öğretmen olmadım. Pek çok şey olabilecekken öğretmen oldum. Çünkü öğretmen olmak benim için pek çok şey olabilmek demekti. Eğilip toprağı öperken başı dimdik durabilmek demekti.
Üniversiteyi kazandığımda halam, benden üç yaş küçük kuzenim Buket’e beni örnek gösterip öğretmen olmasını salık verince “Yok artık! Öğretmen mi olacağım bir de! Ben daha yüksek puanlı yerleri yazacağım, hayatta yazmam!” demişti. Aradan üç yıl geçip de üniversite tercihlerini yapacağı zaman halam yine “kızım öğretmenliği yaz sen yine de, bulunsun.” dediğinde Buket’in verdiği cevap şu olmuştu. “Anne senin haberin var mı eğitim fakültelerin kaç puanla öğrenci aldığından, ben nasıl kazanayım orayı?” Üniversite sınav sonuçları açıklandığında hiçbir şey olamadı kuzenim. Öğretmen bile…
Herhangi bir ihtiyacı, eksiği olan var mı? diye ayaklarını sürüyerek girdi içeriye hasta bakıcı. Benim eksiğim var desem. Konu eksiğim var desem, anlar mı? İhtiyacımı giderebilir mi? Karşımdaki çatık kaşlı bulut gitmiş, yerine şakacı bir bulut gelmiş. Bana “dene istiyorsan bi” diyor. Şimdi bu hastanede yatmanın zamanı mıydı be bulut? Nasıl telafi edeceğim ben konu eksiğimi? Bu çocuklar bu yıl sınava da girecekler. Bizimkilerden bilgisayarımı istesem doktor kullanmama izin verir mi ki? Kucağıma koyduğumda kasığımla göğsümün arasına düşen ameliyat bölgesine zarar vermeden kullanabilir miyim acaba? Tam oturamıyorum da. En fazla başımın altına ikinci bir yastık koyarak doğrulabiliyorum. Sağ kolumda da bir kasılma yapıyor bu yara. Çok zorlamadan belki azar azar çalışarak konu özeti hazırlayabilirim çocuklara. Eksiği konu özetlerini fotokopiyle dağıtarak gidermeye çalışırım. Konuyu oradan anlatırım. Deftere yazdırmakla da zaman kaybetmemiş olurum. Müfredat çok yüklü. Tüm yıl aralıksız devam ettiysem de okula, ayağımı burktuğumda bile sevk almayıp dersime girdiysem de konuları yetiştirmekte zorlanıyorum. Diğer zümre arkadaşlarım da muzdarip bu dertten. Belki öğrenci çalışma kitabındaki soruların her birini çözmeseydim, onları eve ödev verip geçseydim konularda daha hızlı ilerlerdim. Bu kadar yüklü bir programın gerekli olmadığını her zümrede yazıyoruz ama değişen de bir şey olmuyor. Değişen tek şey müfredat. Her birkaç yılda bir hem de. Tam alışmışken yerine yenisi geliyor ve hazırladığımız tüm dokümanlar da işlevsiz kalıyor.
Okuldan döndükten sonra her gün, o hafta anlatacağım konu ile ilgili sunumlar hazırlar, ya da internetten indiririm. Öğrencilere farklı yazılı materyaller hazırlarım. Görseller bulurum panoya asmak için. Saatlerce çalışırım. Saat beşi gösterdiği zaman da bitmez bu mesai. Akşamları da bir yandan yazılı kağıtlarını okurum, bir yandan performans ve proje ödevlerini değerlendiririm. Her biri ayrı bir ölçeğe göre değerlendirilen bu ödevleri puanlamak oldukça zaman alıcı. Şakacı bulut güldü “Sen öğretmensin zamandan bol neyin var?” Bulut öyle deme Allah aşkına! Branşım gereği beş sınıfa giriyorum. İki yüz civarında öğrencim var. Her bir öğrenci için her dönemde en az bir performans görevi (çoğunda iki) değerlendiriyorum. Yaklaşık olarak on iki sorudan oluşan bu ölçeklerde iki yüz öğrenci için (her birinden birer ödev geldiğini düşünürsek) toplamda en az iki bin dört yüz soru cevaplıyorum. Proje ödevlerini de katarsak işin içine, değerlendirmelerimde cevapladığım soru sayısı üç bini buluyor. Bu ödevleri zamanında e okula girmezsem velinin serzenişi ile karşılaşıyorum. Değerlendirmeler sadece performans ve proje değerlendirmeleri ile de sınırlı değil. Üç yazılı yapıyoruz. Yazılılar bizlerin okuduğu yıllardaki gibi on sorudan oluşmuyor. Farklı soru tiplerinden oluşan yaklaşık otuz soruluk sınavlar hazırlıyoruz öğrencilere. İki yüz öğrenci üzerinden hesapladığımızda on sekiz bin soru incelemesi de buradan geliyor mu? Şaka gibi değil mi? Off, gülerken canım yanıyor. Gülüyorum ağlanacak halimize. Sen de geçmiş karşıma beni güldürüyorsun. Uzaktan davulun sesi kulağa hoş gelir tabi… Yazılı sınavların da her birinin analiz raporu çıkarılarak idareye teslim ediliyor. Her bir öğrencinin doğru cevap verdiği ve veremediği sorular kayda alınarak genel bir değerlendirme yapılıyor. Sınıfın ortalaması kötü çıkarsa hesap veriyorsun. Hatanın nerde olduğunu araştırıyorlar. Dur bakayım o yanındaki bulut bizim müdürün gözlükleri mi? Hadi canım!...
Çalışmayan öğrenciye, ilgisiz veliye kesilmiyor hiç fatura. Zaten öğrenci çalışmıyorsa onu motive etmekle yükümlüsün. Edemiyorsan bir yerde bir sorunun var demektir. Ya da veliyi hala okula getirmeyi başarmadıysan suçlu yine sensin. Hep boynu bükük, hep ezik, hep hesap veren. Sen öğrencinin aile yapısını, bütün kişilik özelliklerini bilmek ve bunları da her bir öğrenci için yaklaşık otuz beş sorudan oluşan gözlem formu ya da benzeri isimler altında doldurmak zorunda olduğun formlara işlemekle yükümlüsün. Bu sorularda sana her bir öğrencinin bitki yetiştirmeye istekli olup olmadığını dahi soruyorlar. Bunları bilmek zorundasın. İki yüz öğrenci için en az yedi bin soru da buradan geldi mi? Daha anlatayım mı? Ders içi performans notları da ayrıca veriliyor. Sınıf öğretmeni olduğum sınıfın kitaplık listesini e okula işlemem ve her bir öğrencinin okuduğu kitapları buraya kaydetmem gerekiyor. Öğrenciler az kitap okusunlar diye dua edeceğim yakında. Bu yıl ilk kez doldurulan bir anket çalışması ile sekiz binden fazla soruyu da ayrıca cevapladığımı söylemeden geçemeyeceğim. Ya, öğretmenlik ne kadar kolay bir meslek! Evde bol bol zamanımız olmadığını anlatıyoruz, anlatıyoruz ama derdimizi kimse anlamıyor. Sen bile anlamadıktan sonra…
Yanımdaki yatakta yatan hasta da camdan dışarıya gizli gizli duman üfleyerek sigara içme dememden anlamıyor. Sanırım bende bir anlatma kabiliyetsizliği var. Duman olduğu gibi içeriye giriyor. Hemşirelere yakalansa da rahat etsem diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şöyle özel bir hastanede tek kişilik odada yatabilseydim ne güzel olurdu! Hem eşim de yanımda refakatçi olarak kalabilirdi. Ama nerdee? Sigara dumanının bende yarattığı rahatsızlığı anlatabilmek için, öksürerek bir mesaj vermeye çalışıyorum ama hasta bana mısın demiyor. Üstelik öksürmeye çalışırken canımın yandığıyla da kalmam cabası. Telefonuma da mesaj gelmiş görmemişim. Mesaj eşimden: “Bu ay ek dersinin tamamını alamayacaksın değil mi? Öyleyse kredi açığını nasıl tamamlayabileceğimiz konusunda bir fikrin var mı? Ziyaret saatinde sana çorba getireceğim. Öpüyorum.” Mesaj ben rakamlara boğulmuşken tam zamanında geldi. Ama hiç hoş gelmedi. Evet, kredi borcu eksik kalacak bu ay. Ne yapacağız? Hiçbir fikrim yok. Bu maaşla ev almak için borca girmek de senin hatan değil mi? Ev senin neyine. Kredi borcu ödeyeceğiz diye ne bir sinemaya ne tiyatroya ne bir yemeğe gider olduk. Okuduğum kitaplar bile ya korsan ya da ikinci el.
Çatık kaşlı bulut elinde bir cetvelle geri döndü ve şakacı bulutun kafasına vurarak onu gönderdi. Ne ayıp! Sen bir öğretmensin, öğretmen de böyle yaparsa başkaları ne yapsın? Hem kültürel hayatın gerisinde kal, hem de korsan kitap al. Ver on beş yirmi lira, al bir kitap. Ne var ki bunu da mı denkleştiremeyeceksin? -Benim maaşım birçok işçiden ve memurdan daha düşük. Benim kadar eğitim almayan birçok çalışan benden daha yüksek ücretlerle çalışıyor devlette- diye serzenişte bulunma bir de. Hâlâ haline şükretmiyorsun. Sen yarın bir de mitinge gitmek istersin. Sana verilen hakları, zammı yetersiz bulursun. Kesiverirler cezanı o zaman anlarsın hakkı, hakkı dayıyı.
Bulutun cetveli, göğü yararcasına düştü elinden. Kopan gürültüden irkildi sigarasını bitirip yatağına yerleşen hasta.
-Yağmur yağacak zaar dedi.
Gökyüzünün tüm bulutları birbirine karıştı. Gri bir örtü serildi üzerimize. Beyaz ve mavi silindi. Koridordan gelen seslerin yoğunluğu ziyaret saatinin başladığını anlatıyordu. Kapıdan gelen ayak seslerine doğru başımı çevirdiğimde mavi gömleklerinin yarısı dışarda yarısı içerde, kravatları iman tahtalarına kadar gevşetilmiş bir grup erkek öğrencimin ellerinde beyaz çiçeklerle bana doğru yaklaştığını gördüm. Beyaz kasımpatıları bana uzattılar.
Öğretmenim geçmiş olsun. Keşke bugün her zamanki gibi dersimize girebilseydiniz. Keşke sizi bu yatakta böyle yatarken görmeseydik. Keşke arkadaşımızın hatasını bir af dileyerek telafi edebilseydik. Keşke Kadir sizi bıçaklamamış olsaydı…
Gökyüzünden göğü yararcasına yağmur yağmaya başladı.
Belma ALPER UĞURLU
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]