Zaman değil, bir sonsuz hüzün, dedim, usulca doğrularak. Yazarken, yaşarken... bir çınlama, bir ân, beşinci mevsim, on üçüncü ay, sekizinci gün. Belki de bir yetinmeme ruhu, gizli bir geçicilik acısı. İçimizde dışımızda bir boşluk. Geçer ve yoktur. Her şey yabancıdır artık. Hem acı hem arzu, hem hayal hem hatıra, hem unutuş hem kırbaçlı bir bellek. Eşyalar, ağaçlar, kuşlar, dağ başları, lambalar, ay ışığı, ırmaklar, sesler, parmaklar, çocuklar... gövdemizde çiçeklenen ne varsa, kalbimizde yaprak dökmektedir aynı anda. Zaman hüzündür...
Gelecek, öyle mi? Gelecek yok. Gelecek zaman değildir. Hayal bile demek zor. Kuşkudur. Rengi, kokusu, sevinci, acısı ulaşmamıştır bize. Gizli bir ölüm korkusu belki de. Uzansak dokunacağız sanki. Uzakta gördüğümüz her şeydir. Gelir, gelir ve bir türlü gelemez. Hayata katlanmak için yarattığımız en güzel büyüdür. Bir çeşit dünya cenneti. Geldiğindeyse zaten geçmiştir. Biz yine uzaklara bakıyoruzdur.
Zaman insandır. Pervane olduğumuz kalabalıktır. Börtü böcektir. Yoksa biz yalnızlığı nereden bileceğiz. Yoksa biz yaşadıklarımıza nasıl dokunuruz. Yoksa biz nasıl severiz insanı. Yoksa merhamet duygumuzu kim verir bize. Güneş korkutur. Ağaç korkutur. Yağmur korkutur. Kediler bile korkutur bizi. Peki, bu dünya ne, öyle mi? Bizim varlığımızda varlık bulan bir özge zaman. Gövdemizde soluk alan sonsuzluk. Tepeden tırnağa bize dönüşmüş her şey. Tepeden tırnağa her şeye dönüşmüş biz. Biricik özgürlüğümüz. Emeğimiz. Aşkımız. Hüznümüz. Dokunduğumuz her şey.
Daha ne olsun...