Yaşlı hanımların 'Maşallah, levent gibi' dedikleri türden, iri yarı, sarışın, mavi gözlüydü.
Düzenli olarak her akşam rakı içerdi. Bazen öğleleri de içerdi. Uzun ve kendince süslü cümlelerle konuşurdu. Duygulu, derin ve kafalı bir insan olduğu kanısındaydı. Bunu özellikle rakı içerken karşısındakine yansıtmaya çalışırdı.
Anason kokan, buğulanmış beyaz kadehten bir yudum aldıktan sonra, elindeki çatalın ucunda, havada kalmış siyah bir zeytin, bir noktaya diktiği gözlerini hafif kısarak:
_ Beyefendi, derdi;cenubi garbinin çorak bazkırlarında donsuz gezmeye alışmış olan Anadolu çocuğu, kozmopolit İstanbul'un fuhuş kokan yan sokaklarında randevuevi bekçiliği ederse, mavi Marmara'nın aguşunda laterna çalan palikaryalar da harimi ismetimizin zirvesine Fatih'in yıktığı istavrozu yeniden dikmeye kalkarlar.
Cümleler tam olur ama, anlamı biraz karışık olurdu.
Türkiye'nin geri kalmasının nedenleri de, nasıl kalkınacağının formülleri de, dudağına kaldırdığı rakı kadehi ile elindeki çatalın ucunda saplı duran siyah zeytin arasındaki görünmez iplikte, çiroz hevenkleri gibi yanyana sallanırdı:
_ Beyefendi, fesin yerini şapka sinai-yi garbin bir mahsulü olarak, melali, şarkın donsuz çocuğuna medeniyet bayrağı yapıldığı zaman, mavi Marmara'nın semalarında çınlayan ezan, Haliç'in mezarlıklarına bakarak mahzun olur. Anadolu bozkırının ceylan bakışlı donsuz yavrusu,garbı muhteşemin lezzetli salçasından mide bozukluğuna uğradığı içindir ki, şarkın örümceği altında hayatı elimine bir gölgegah aramaktadır. Biz kozmopolit İstanbu'un süslü çirkefini Çanakkale'de akan kanlarla yıkamaya kalkarsak, Kosava'da ölen ecdat, Ankara burçlarının tepesinden güneş gibi doğamaz.Medeniyet seferberliğinin mihmandarlığından kaçmamız şarttır beyefendi, şarttır...
Ve çatalın ucunda nutkun bitmesini bekleyen zeytini atardı ağzına...
Böyle anlarda karşısında kendisini dinleyene düşen tek görev, hep başını sallayıp, huşu içinde:
_ Evet, demekti.
En küçük bir karşı çıkma, bir dinamit fıçısını fitillemişçesine, bütün masanın bir yumrukta darma duman olmasına yol açardı.
_ Beyefendi, şimali şarkinin tezek yoğuran donuz çocuğu, şimali garbinin yosun kokan kozmopolit İstanbul'unda gömülmemiş bir ceset gibi dolaştığı müddetçe, Büyükada'nın Rumu, Kumkapı'nın Ermenisiyle, Galata Yahudisinin düğününde göbek atar. Bizler yedi sülalemizin uçkurunu Cumhuriyet'in cehalet pazarında ihaleye çıkarırsak, Anadolu bozkırının donsuz çocuğu ense kökümüzde boza pişirir. Garbın medeniyeti muhteşemini anlayamadığımız zaman mahvolmaya mahkumuz.
Batıdan yana mı, Batıya karşı mı, Anadolu'nun 'Donsuz' batırmak mı istiyor, yüceltmek mi istiyor, bir türlü kavrayamazdım.
Onun için de sadece dinler dinler:
_ Evet efendim, derdim.
Bir seferinde:
_Şapka giymemiz kötü mü oldu, dedim.
Bir gök gürlemesi koptu:
_ Ne? Ne demek kötü mü oldu?
Kekeledim:
_ Yani iyi oldu, şey iyi yani...
Bir gök gürlemesi daha ve masaya inen yumruk:
_ Ne? Ne demek iyi mi oldu?
Dilimi yuttum sandım. Alt tarafı babam yaşındaydı ve akrabamdı.
O devam etti:
_ Beyefendi, şapka, kıçında donu olmayan Anadolu çocuğunun mazi_i siyahi ati_i ferahıdır. Şapka kafamızın içine girmedikçe biz adam olmayız.
Ufacık bir sesle:
_ Evet efendim, dedim.
Bir gün karısıyla birlikte gelip beni okuldan aldılar. Beyoğlu'nda gezmeye çıkardılar. Onun ayaklarında külot pantolonla getr, sırtında avcı ceketi, başında da yana yatık bir kasket vardı.Beni elimden tuttu:
_ Sen benim yanımda yürü, hanım önden gitsin, dedi.
Karısı:
_ Yapma bey, ben de sizinle yürüyeyim, ağzımızın tadı kaçmasın, diyordu. Ama buyruk kesindi:
_ Hayır; önden gideceksin.
Bana da nedenini açıklıyordu:
_ Hergele doldu bu Beyoğlu. Şimdi biri bizimkini yalnız zannedip laf atacak. Ben de yetişip ensesine patlatacağım. Mücadele etmek lazım bu itlerle.
Hanım önde yürüyor, ben de arkada kocasının yanında süklüm püklüm gidiyordum.
Derken ters yönden gelen gençten bir adam, tam hanımın yanından geçerken, kasten mi yaptı, kazara mı oldu, omzunu sürttü kadına ve öyle geçti.
Biz arkadan yürüdüğümüz için bıurun buruna geldik adamla. Ve adamın suratına bir tokat indi:
_Seni eşşekoğlu eşek seni...
Adam:
_Ne oluyor yahu, demeye kalmadı, bir tokat daha...
Sağdan soldan yetiştiler.Karısı geri dönmüş:
_ Yapma bey, diye bağırıyordu.
Bey ise soluk soluğa patlatıyordu tokatları:
_ Seni namussuz it seni...
O arada kasketi de yere düşmüştü.
Neyse ortalık yatıştı. Adamı alıp götürdüler. Bizimki kasketini yerden almış hala söyleniyordu:
_Böyle yapacaksın bunlara. Aşşağılık köpekler.
Sonra karısına:
_Haydi bakalım, dedi, sen yine önden yürü...Biz arkadan geliyoruz.
Aradan yıllar geçti. Bir gün Ankara'da misafirliğe geldi bana.Azıcık yaşlanmıştı. Ama yine külot pantolon giyiyor, yine yerleri güm güm sarsarak yürüyordu.
_ Beni çalgılı bir gazinoya götür, dedi.
Yapacak bir şey yoktu.Kalktık gittik, bir çalgılı gazinoya.Mezeler, rakılar geldi.Ve tabii nutuk da başladı:
_ Beyefendi,bakın görüyor musunuz şu masaları, cenubi şarkinin donsuz çocuğu, garbın medeniyetiyle meczolmanın neşesini bozkırdaki Cımhuriyet'in gazinosunda çıkarıyor.Vaktaki biz şapkayı giydik, Marmara'nın aguşundaki laternacı palikaryanın harimi ismetimize istavroz dikmesi babındaki gayretini, şu karşıdaki esmer kemancı ile önledik.
Ben yine:
_ Evet, diyordum.
Bir ara nasıl oldu anlayamadım,ben sağa sola bakınır, rakıları tazelemesi için garson bulmaya uğraşırken, o arka cebinden koca bir tabanca çıkarmış, gazinonun ampullerine, kimseye çaktırmadan nişan almaya koyulmuştu.
Can havliyle ayağa fırladım:
_ Rica ederim, yapmayın, rezil oluruz, dedim.
O sarhoşlaşmış gülüyor:
_Korkma, korkma; patlatmayacağım, diyordu.
Zar zor sokturdum tabancasını cebine.
Bir gazinoda tabanca çekmeye hevesli sarhoş bir akraba ile oturmanın ne demek olduğunu, bilenler bilir.Ter içinde kalmıştım. Bir an önce kalkıp gitmekten başka düşündüğüm bir şey yoktu.
Arada sırada saate bakıp:
_ Geç oldu, isterseniz gidelim, diyordum.
_ Yok canım daha erken, bak herkes oturuyor, diyordu.
Ve ekliyordu:
_Bak şurda gördüğün ampullerin hepsini vurabilirim.
Son çare olarak:
_ Şey, dedim, şapka konusunda öteden beri sizin fikrinizi merak ederim. İyi mi oldu şapka giymek sizce, kötü mü?
Masaya bir yumruk inmesini bekliyordum.
O ise yayvan bir gülüşle:
_ Rezalet çıkartmamdan korkuyorsun, dedi. Haydi kalk gidelim. Ama bir şartım var. Bana operayı gezdireceksin.
_Bu saatte kapalıdır.
_Yok kapalı değil. Garbın musikisini dinlemek istiyorum.
_ Yer bulamayız.
_ Biz bu memleketin çocuğu değil miyiz; mecburdurlar yer bulmaya.
Çıktık gazinodan...
_İlle de götüreceksin beni operaya.
_Yapmayın, etmeyin; geç oldu...
_Hayır, götüreceksin...
Operanın kapalı olması için canı gönülden dualar ederek geldik operaya...
Ne çare ki açıktı. İçerde temsil vardı. Kapıdaki görevliler bilet sordular. Olmadığını anlayınca da:
_ Yer yok efendim, dediler.
_Ne demek yer yok. Anadolu bozkırının garbın medeniyetiyle kucaklaşan donsuz çocuğu şimali garbın yosunlarından, bozkırın Cumhuriyetine şapkası altında gelerek musikinin derununa kendisini atmak ister de , ona nasıl mani olunur; Çanakkale'de ölenler bunun için mi öldüler? Sakarya'da ölenler bunun için mi öldüler? Dumlupınar'da, Kosava'da, Mohaç'ta ölenler...
Uzadı da uzadı nutuk...
Görevliler:
_Elimizden bir şey gelmez dedikçe; O:
_Gelir gelir, sizler ki bu vatanı kurtardınız, operalar kurdunuz, sizler ki bozkırın donsuz çocukları, sizler ki mucizeler yaratan kahramanlar, diyordu...
Sonunda salona şöyle uzaktan bir bakıp çıkma izni verdiler.
Salona girdik.
O, arkada boş iki yer gördü. Beni de elimden tutup çekerek, oturdu boş yerlerden birine.Ben de yanına oturdum çaresiz.
Sessiz sedasız bir süre dinledi operayı.Sonra başı önüne düştü ve uyudu.
Çetin Altan
Alıntı Yazısı