CAN BAŞKENT
Uzun süre Peter Singer’ın ahlakçılığından etkilenegeldim, onu etkileyen faydacı ve utiliyaryen yaklaşımı Kantçı bir hamleyle ‘düzeltmeye’ çalıştım. Ardından da, gerek evrimci herek Unger’ci yaklaşımdan etkilenmem nedeniyle olsa gerek, ahlaki zorunluluklar ve yükümlülüklere dair fikirlerimi nispeten yumuşattım. Ya da en azından, soranlara öyle söyledim.
Ahlakın en önemli sorunlarından biri, başkalarına yardım yükümlülüğümüzün nerede başladığıdır: Afrika’daki çocuklara yardım etmeli miyiz? Kapı komşumuz borç istediğinde vermeli miyiz? Sokakta trafik kazası olduğunda işimizi gücümüzü bırakıp yardıma koşmalı mıyız? Organlarımızı bağışlamalı mıyız?
Bu soruların çoğunda, evrimsel bir faktör göz ardı edilegelmiştir. Bu yardımı hiç tanımadığımız yabancılara yapmakla, bildiğimiz, tanıdığımız ve sevdiğimiz birilerine yapmak arasında ciddi bir fark vardır. Zira, bilişim devrimi öncesi, TV’ler ve Internet olmadan önce, çoğumuz dünyanın öbür ucundaki felaketlerden habersizdik. Daha da önemlisi, kendimizi sorumlu hissetmiyorduk bu felaketlerin kurbanlarına karşı. Dünya vatandaşı değildik, popüler deyişle. Bilişim devrimi sonrası dünyadaki hemen her felaketi bir kaç saat içinde öğrenip dayanışma gösterme imkanımız doğdu. Zira, günümüzde, gelişmiş dünyanın hemen yerinden, hatta bilgisayar başından, hemen her felaketin kurbanlarına yardım gönderebiliriz. Fakat çoğumuz bunu yapmaz. Çoğumuz, dışarı çıkıp iki bira yuvarlamayı, aynı parayı UNICEF’e göndermeye tercih eder. Bütün tartışma da burada belirir. İnsanlar açlıktan ölürken, nasıl tabağımızdaki yemeği çöpe atarız, nasıl bir arabaya bilmem kaç bin lira verebiliriz, nasıl dışarı çıkıp eğlenebiliriz içki içerek?
Unger’in buna verdiği yanıt hepimize aşina: insanlar, çevresindeki, kendisine bir şekilde bağlı olan insanlara karşı sorumluluk hisseder. Afrika’da ölen çocuğa karşı hissedilen sorumluluk, açlıktan ölen kendi çocuğumuz olsaydı, tamamıyla değişirdi. Bu duyarsızlığımız, ne kadar anlaşılır olsa da, kabul edilir bir şey olamıyor, içimizde hep bir bit yeniği oluyor - fazla müdahil olmayalım derken, acaba gereğinden fazla mı duyarsızlaşıyoruz?
Ahlak, soydaşlık ve arkadaşlık bağının ötesine rasyonellikle geçebilmeyi savunan politik ideolojinin adıdır. Ahlak, eşim dostum olmasa da insanların savaşta ölmesine karşı çıkan ideolojidir. Ahlak, eşimi dostumu kesip doğrarsa da idam cezasına, kimin için olursa olsun, karşı çıkmaktır. Ahlak, kendini savunacak gücü olsun olmasın, acı ve zulmü azaltmaya çalışma ideolojisidir. Dolayısıyla, ahlak, evrimsel itkilerin ötesine geçebilmektir. Evrimsel rekabet ve benzeri dürtüler kapitalizmle kendisini çok net bir şekilde ifade edebilirken, anarşizan ve komünist ideolojiler, paylaşımcı, kooperatif bir ilerleme, gelişme politikası savunur. Hatta, çok eskiden beri bilinir. Kropotkin’in ‘Karşılıklı Yardım’ eserinde yazdığı gibi, kimi zaman (ama her zaman değil), evrim, ortaklaşarak, yardımlaşarak da gerçekleşir.
Otobur vejetaryen ideoloji de benzer motivasyonlarla işlemektedir. Gözden ırak bir yerlerde öldürülen ya da işkence yapılan bir hayvandan gelen et ve diğer ürünlerin yarattığı acıların umurumuzda olup olmaması, yukarıda değindiğim ‘açlık ve biz’ ideolojilerine yaklaşımımızla hemen hemen denktir.
Otoburların maruz kaldığı komik ve saçma argümanlardan biri de, bu minvalde budur: Ama etin tadı çok güzel.
Lafımı sakınmaya gerek yok. Yıllar önce düzenlediğim bir atölye çalışmasında, bu zihniyeti sübyancılık ve tecavüzle karşılaştırmıştım. Zira, eminim, sözü edilen bu eylemlerin failleri de bu işten ‘zevk’ almış, hoşlanmışlardır. Onların ideolojisinden bakıldığında sorun da yoktur aslında. Bu nedenle zaten, tecavüz (çocuğa, ergene, akrabaya, yetişkine) dünyadan silinememiştir. İnsanlık, çiçek hastalığına karşı savaştığı gibi, tecavüze karşı savaşamamıştır.
‘Egemen ideoloji’ ya da ‘erkek ideoloji’ nasıl, zorla seksi meşrulaştırabiliyorsa kendi zihniyetiyle, hayvanları öldürüp yemeyi de meşrulaştırabilmektedir. Malum, kazanan taraftaysanız, zaten sorun yok. Napolyon’un kazandığı savaşlardan sonra uykusu nasıl kaçmıyorsa, eminim ki bir çok etobur da, o kadar hastalıklarına ve rahatsızlıklarına rağmen, hala huzurla uyuyabilmektedir.
Kendi hazlarımız için, karşı tarafa ne kadar zarar verebileceğimiz tarih kadar eski bir ahlak sorusudur. Seks ve beslenme gibi iki temel insan ihtiyacında bunun ucunun nerelere gittiğine biraz önce değindim. İvedi bir uslamlamayla, insanların aynı zihniyetle küresel iklim değişikliğine ve savaşlara neden olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.
Konuya dönelim. Kendinde, hayvan ölüsü yeme hakkı gören insanlar yaratan toplumsal ideoloji, şiddeti kendi uygun gördüğü mekanizmalarla meşrulaştırır. Et yemek, belki bu mekanizmaların en az görünenlerinden biridir, malum. Bunun, ‘zevk’ adına yapılarak, sahte bir zevk algısı yaratılması da, görünen o ki, trajedinin boyutlarını bize hatırlatmalı. Zevk, eğer, ölümle ve acıyla geliyorsa, nasıl zevk olabilir?
Kimi zaman etoburların ikiyüzlülüklerini anlatmaktan ve gözlemekten hoşlanıyorum: etobur hayvan severler, etobur savaş karşıtları, etobur feministler, etobur sosyalistler hep bende aynı etkiyi yaratıyor. Daha, en zayıfı ezmekten çekinmiyorsan, kendisini nispeten savunabilen işçiler, kadınlar, ezilenlerin hakkını savunma hakkını nereden buluyorsun?
Bu benim ‘Kübizm Sendromu’ dediğim vakadır. Dünya üzerindeki acının azalması için en temel sahalardan birinde mücadele etmemiş birinin, toplumsal ve politik duyarlılığı inandırıcı değildir. Nasıl, benim Kübist bir ressam olduğumu iddia etmem inandırıcı değilse. Neden mi inandırıcı değil? Çünkü bir tane bile Kübist bir resim yapmadım. Kübist olduğumu iddia edip, tuvalde yaptığım karalamalara inanıyorsanız, ya kübizmden anlamıyor, ya da gereğinden fazla safsınızdır. Ben ne kadar kübist ressamsam, hayvanların çektiği eziyeti bile göremeyen, dahası bu eziyete ortak olmaktan ‘zevk almak’ adına utanmayanlar da o kadar devrimcidir.
Home / VeganismVejetaryen / Ama Tadı Güzel... /