Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.
HANEFİ AVCI'nın "HALİÇTE YAŞAYAN SİMONLAR Dün Devlet Bugün Cemaat" isimli kitabında, kitabın ismi ile ilgili yaptığı açıklamalardan bölümler:
Simon
İnançları ve idealleri uğruna çalışan, bu uğurda fedakârlık gösteren, her şeylerini bırakıp illegal örgüt mensubu olan insanlara eskiden beri aşırı saygı duyardım.
Bu insanlara karşı mücadele veriyor, ama aynı zamanda onların çok idealist olduklarını, bir inanç uğruna çalışmalarının, fedakârlıklarının çok değerli olduğunu ve bu işlere büyük oranda kendi özgür iradeleri ile girdiklerini düşünerek onlara saygı duyuyordum.
Başka insanlara zarar vermeden, doğru bir amaç, fikir ve ideal uğruna bu kadar fedakârlık yapabilme, böyle bir anlayışı benimseyen siyasi veya sosyal yapının içerisinde bulunma, böyle insanlarla dost ve arkadaş olma özlemimi hep taşıdım.
...
İlginç bir durum ortaya çıkmıştı. Daha önce yakaladığımız başka militanların ifadelerinden ve onlardan ele geçirdiğimiz dokümanlardan anlaşıldığı üzere, yakaladığımız militanlardan biri Beka kampında kamp komutanlığının yanı sıra, kampta suç işleyen kişilerin yargılandığı, kendi deyimleriyle "devrim mahkemelerinin" başkanlığını da yapan, Simon kod adlı biriydi.
Sirnon'un gerçek adı Yılmaz Çelik'ti. Yani Diyarbakır şehir örgütünün lideri olan Güler Çelik'in erkek kardeşi.
Avrupa'da uzun süre kalmış, orada faaliyet göstermiş, bir ara örgüt tarafından Güney Afrika'ya bile gönderilmişti.
Avrupa'dan Beka kampına gelmiş, kampta uzun süre bulunmuş, bu dönem içerisinde de devrim mahkemesi başkanlığı yapmıştı.
...
"Peki o zaman sen kardeşin, daha ilerisinde heval/yoldaş olarak bildiğin Güler Çelik'in bir örgüt mensubu olarak bu suçu işlemediğine inandığın halde neden mahkeme başkanı olarak orada açık bir tavır koyup kardeşini veya hevalini savunmadın.
İdama mahkum edildiği halde buna karşı koymadın. Halbuki tanımadığın insanların hakkını korumak için çatışmayı, ölmeyi ve öldürmeyi göze alıyorsun, burada güvenlik kuvvetleriyle, askerle, polisle hiç tereddütsüz çatışıyorsun.
Ama başka bir noktada haklı bildiğin bir kişinin hakkını korumak, bir haksızlığa karşı durmak için en ufak bir tavır gösteremiyorsun.
Eğer insanlar hak. hukuk, adalet ve eşitlik gibi değerler uğruna, doğru bildikleri inançları ve idealleri uğruna fedakarlık yapıyor, çatışıyor ve ölüyor ise senin de orada haklının yanında tavrını göstermen gerekirdi.
Demek ki senin hakkı hukuku savunma noktasındaki tavrın her zaman aynı değil; sana örgütün empoze ettiği konulardaki haksızlıklara karşı savaşıyorsun, ama başka bir noktada, başka bir haksızlığa karşı duramıyorsun, dediğimde verdiği cevap beni tatmin etmemişti.
...
Bu durumu birçok olayda görmek mümkündü.; bizler de her suçu değil, yalnızca bize öğretilen ve empoze edilen hususları suç görüyor, bizim tarafımızda olan kişilerin kusurlarını suç olarak nitelendirmiyorduk. Bu duruma, bu tip davranışlara "Simonlaşmak" adını verdim.
Haliç'te Yaşayanlar
İstanbul'da görev yaptığım 1992-1996 yılları arasında görev yerim Gayrettepe'deydi, evimiz ise Ataköy'de.
Her gün akşam geç saatte özellikle saat 23.00 sularında Gayrettepe'den çıkıp evimize giderken Haliç'ten geçiyorduk.
Haliç o zamanlar inanılmaz kötü kokuyordu, tam olarak lağım kokusu duyuluyordu ve ben bu kokuya dayanamıyordum. Arabanın bütün camlarını kapatıyordum.
Koku gelmesin diye burnumu parmaklarımla kapatmama rağmen Haliç'ten gelen hafif bir koku bile midemi bulandırmaya yetiyordu.
Haliç'ten geçmek benim için bir ölümdü, daha yaklaşmadan Ok Meydanımda burnumu kapatmam gerekiyordu, ta ki tüneli geçinceye kadar.
Fakat Halic'in etrafında yaşayan insanlara bakıyordum; onlar parklarda geziyor, yemek yiyor, hatta bir kısmı piknik yapıyordu, bu kötü kokudan sanki hiç rahatsız değillerdi.
Bu durum bana çok tuhaf gelmişti. Demek ki, kötü bir ortamda bulunan insanlar bir müddet sonra oraya uyum sağlayıp alışıyorlar ve bu ortamın çirkinliğini göremiyorlardı.
Ne kadar kötü ve sağlıksız bir ortamda bulunulursa bulunulsun bir süre sonra kişinin bünyesi bu duruma uyum sağlayarak kötülüğün farkına yaramıyordu.
Bir an için düşündüm. İnsanın içinde bulunduğu koşullara gösterdiği uyum, pis kokan bir ortama bile uzun süre kalınca alışması, bunu kabullenmesi sadece fiziki ortamla mı ilgiliydi?
Yoksa düşünceler, sosyal davranışlar, etik kurallar gibi toplumsal hayatı etkileyen unsurlar için de geçerli miydi?
Aynı şekilde ortama uyum sağlama anlayışım toplumsal hayatın bütün alanlarına yansıtarak, içinde yaşadığımız çok kötü ortamı, bile normalleştirmiştik, dolayısıyla hiçbir rahatsızlık duymadan yaşıyorduk.
İnsanlar uzun süre kaldıkları ortamda yanlışlıklara, hatalara ve bütün anormalliklere alışıyor, uyum sağlıyor. Türkiye için de aynı şey söz konusu.
Not: Son cümledeki Türkiye kelimesi yerine Egitimhane kelimesi de konulabilir.