O gün haftalardır sınıflarında problem çıkaran öğrencileriyle birebir konuşmaya karar vermişti. Kangren olmaya namzet ve bütün uzvu tehdit eder hale gelen bir yara gibi sınıfın güvenliğini ve huzurunu iyiden iyiye tehdit eden bu öğrencilere dur deme zamanı çoktan gelmiş geçiyordu bile. Sınıflarında problem çıkaran örencilerle hep birebir konuşmayı yeğlerdi böyle. Çünkü o zaman, genellikle kabukları soyulan nar gibi bambaşka bir durum ortaya çıkıyordu. Birebir konuşunca çoğu zaman o hırçın, uyumsuz öğrenci gider; yerine duygusal, kırılgan, ezilmiş, biraz ağırbaşlı, hatta olan biten her şeyden fazlasıyla haberdar başka biri gelirdi.
İlk olarak sarı benizli, sivri yüzlü, kaşları hep büyük bir adam mehabetinde çatık olan Cemil’i aldı karşısına.
— Seni son zamanlarda çok gergin görüyorum ve özünde çok iyi bir kişiliğinin olduğunu düşündüğüm için gerginliğinin sebebini sevi seven bir öğretmenin olarak merak ediyorum, dedi.
Şaşırdı önce Cemil, sonra her zamanki gibi kaşlarını çattı ve kollarını göğsünde kenetledi. Sustu sonra. Israr isyan eder bir ses tonuyla konuştu:
— Anlatmak istemiyorum, dedi.
Sanki her şeye, herkese öfkeli gibiydi.
— Anlatmak istemiyorum, dediğine göre demek anlatabileceğin şeyler var!’’ dediğinde, kaşlarının altından ‘Senden kurtuluş yok galiba’ der gibi baktı.
Biraz önce söylenen çaylar ve çikolatalar da gelmişti. Önce baktı önündeki çaya.
— İçsene, diye ısrar etti.
Çekingen ve titrek elini yavaşça uzattı bardağa. Bu iyi bir gelişmeydi. Zira biliyordu ki bir öğrenci ısmarladığı çayı geri çevirmezse biraz sonra çözülecek demekti.
— Öğretmen sadece ders öğretmez. Hayatı da öğretir insana, insanlığı da. Böyle gitmeyeceğini biliyorsun. Belki bir yardımım dokunur veya anlattığın için rahatlarsın. Özünde iyi bir insan olduğunu düşünüyorum ama öyle davranmıyorsun. Bu tutumunun altında bir şeyler olmalı. Hadi anlat!’’
Ketum tavrını sürdürdü çocuk.
— Böyle gitmez, o halde aileni çağırmak durumundayım.
Huzursuzlandı birden, yüzüne kızıllık yürüdü.
— Baban ne iş yapıyor, dedi.
— Hiç, bilmiyorum! dedi omzunu silkerek.
— Nasıl yani, insan babasının ne iş yaptığını bilmez mi?!
— Baba evladının ne yaptığını bilmezse, o nasıl bilsin babasının ne yaptığını?
Meselenin rengi belli olmaya başlamıştı.
— Babanla neden görüşmüyorsun?
— Annemle ayrıldılar birkaç yıl önce.
— Peki sen neden görüşmüyorsun?
— Ben değil o görüşmüyor. Sevmiyor beni?
— Başka bir sebep olmasın. İnsan evladını sevmez mi hiç?
Kaşları çatıldı yeniden. Öfkesi bakışlarına yansıdı.
— Başka ne sebep olabilir ki. Evlat sevgisi yok onda. Babamın beni sevdiğine hiç şahit olmadım. Çocukluğumda bir kez dahi öptüğünü bilmem. Oğlum, diyerek sarıldığını hatırlamıyorum. Şimdi büyüdüm. Bundan sonra beni öpse bile bana diken batmış gibi olur.
Bir müddet suskunluk oldu aralarında. Ona sunulamayan öpücüğün sevgisini nasıl verebilirdi ki.
Diğer öğrenciyi çağırdı yanıma… Adı Hasan’dı. Hasan, bazılarına göre okuldaki çıbanın başıydı. Hasan’ı çözmek diğerinden daha kolay oldu. Doğrudan babasıyla ilgili bir soruyla başladı, Hasan’la sohbetine.
— Babamı sormasan hocam, diye itiraz etti önce.
Tam da problemin üzerine bastığını düşünerek devam etti.
— Sordum bile, dedi.
Öğretmeninin kararlılığını görünce anlatıverdi.
— Babam bana hep kızar, hep aşağılarmış gibi konuşur benimle. Dövmez ama sözleriyle dövmekten beter eder. Hiç, sevgiyle hitap etmez. Mesela hiç bana ‘Oğlum’ diye hitap ettiğini hatırlamam. Bütün bunlar bir yana kendimi hatırladığımdan bu yana beni bir kez olsun öptüğünü hiç hatırlamıyorum.
İnsanı atılan oklar yaraladığı gibi, ona sunulmayan güller de yaralarmış demek ki hem de ne yara! Çocuklarla konuşunca bunun ömür boyu sancıyan bir yara olduğunu farketti. Onlarla beraber öğretmenin de içi yanmaya başladı. Daha da başka bir şey sormadı.
Çocukluğunu hatırladı bir an öğretmen. Yanaklarımdan sevgiyle öpmeyen babasını hatırladı. Sonra hırçınlıklarını, kırıp dökmelerini, kırgınlıklarını, ağlamalarını bir de… Babasının kendisini neden öpmediğini yıllar sonra anlamıştı aslında. Başkalarının yanında çocuğunu öpmek ayıp sayılırmış meğer geleneklere göre. Hele büyüklerin yanında çocuğunu öpmek affedilecek bir hata değilmiş. Yılar sonra kocaman adam olduğunda, bir gece babasını yanaklarından öperken yakalamış, ses etmemişti. Ama bu gerçeği sonradan anlayış, çocukluğundaki hırçınlıklarından kaynaklanan hatalarını geri getirmeyecekti.
Diğer bir problem öğrencisini çağırdı yanına. Onun da adı Deniz’di. Gizemli bir yüz ifadesiyle oturdu karşısına. Deniz’le de konuşmasına kestirmeden başladı.
— Deniz baban seni hiç bu zamana kadar öptü mü?
Tuhaf tuhaf baktı önce Deniz.
— Neden sordunuz ki Hocam, dedi şaşkınlıkla.
— Bana öyle geliyor, dedi. Sen iyi birisin ancak hırçınlıklarının altında sanki bu yatıyor gibi.
Bir anda bütün sırlarının öğretmeni tarafından anlaşılmış olduğunu düşünmüş olacak ki yüzündeki gizemli eda kayboldu, mahzun bir hale büründü. Başını yere eğdi.
— Neden başını yere eğdin Deniz, bana bak, dedi.
Gözleri buğulanmıştı.
— Babamı hiç göremedim ben Hocam, ben doğmadan ölmüş daha.
Yutkundu. Aklından dudaklarına doğru yola koyulmuş olan bütün sorular bir bir boğazından aşağıya indi. Daha da bir şey soramadı. Demek ki öyle veya böyle baba şefkatinin eksik olması, insanda bazı problemlerin kaynağı olabiliyordu.
Gün boyu boş vakitlerinde konuştuğu bütün erkek öğrencilerinin probleminin kaynağı aynıydı.
Teşhisinin sağlamasını yapmak için okulun en uyumlu, en kişilikli, en başarılı öğrencisini çağırdı yanına. Adı Ahmet’ti.
— Ahmet, dedi, sözü uzatmayacağım. Bana babanla olan ilişkini dosdoğru anlatır mısın?
O da diğerleri gibi şaşırdı. Hatta diğerlerinden daha fazla şaşırdı denilebilir. Zira onun böyle sorulara muhatap olması için bir sebep yoktu.
— Neden sordunuz Sayın Hocam, dedi.
— Bir anket yapıyorum, anlat, dedim.
— Çok iyi Hocam, dedi.
— Çocukluğunda seni öper miydi baban mesela?
— Ne çocukluğu hocam!? Kocaman adam oldum hâlâ bir çocuk gibi öper beni.
O gün dersine girdiği sınıflarda öğrencilerine babalarını anlattıkları birer kompozisyon yazdırdı. Eve gelince öğrencilerinin yazdıklarını okudu. Mutlu, sorunsuz, başarılı öğrencilerin tamamının ortak noktası babalarının sevgilerini öperek göstermeleriydi.
Öğrencilerin yazılarını bitirdiğinde vakit epey ilerlemiş, çocukları çoktan uyumuştu.
Doğruldu, çocuklarının odasına girdi. En küçüğünün başucuna vardı. Dişlerini gıcırdatıyordu. Masumdu hem de çok masumdu. Dudaklarını yanaklarına doğru uzattı. Yandı birden dudakları. Sonra yüreği yandı. Doktorunun uyarısıydı yüreğini yakan. Doktoru; karaciğerini yavaş yavaş yok eden ve kanında sahibine ihanet eden kaçkınlar gibi dolaşan hepatit virüsünden çocuklarını koruması gerektiğini söylemiş, ‘’Düşük bir ihtimal olsa da bu virüs vücut sıvılarıyla da bulaşabilir. Bundan dolayı dikkat etmeli hatta çocuklarını öpmemelisin.’’ demişti.
Birden çocuğunun yanağından ateşten uzaklaştırır gibi uzaklaştırdı dudaklarını.
Bunu kendisi biliyordu ama çocuğu bilmiyordu.