alıntıdır.biraz uzun ama bir göz atın.
Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı, İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim fakültesi Öğretim Üyesi Prof Dr. İrfan ERDOĞAN eğitimle ilgili yayımladığı yazısında son yıllarda eğitim adına yapıldığı söylenen yanlış söylem ve uygulamalar üzerine tarihsel gelişimi de ele alarak değerlendirmede bulunmuştur.
DÜNDEN BUGÜNE EĞİTİME DAİR
Dünya bugün bir anlamda eğitim çağını yaşıyor diyebiliriz. Çünkü eğitim veren kurum sayısı, eğitimden istifade eden kişi yani öğrenci sayısı, eğitimi sunan kişi sayısı eski dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde büyük. Aynı şekilde eğitime ayrılan kaynaklar da çok yüksek. Kısacası eğitim nicel olarak dünyanın her yerinde eski dönemlere göre oldukça iyi noktalarda.
Ancak eğitimdeki niteliksel açıdan sağlanan gelişme seyri için aynı değerlendirmeyi yapabilmek zor görünmektedir. Eğitimde dünden bugüne her şeyin iyiye gittiğini iddia edemeyiz. Tarihin değişik dönemlerinde çok başarılı eğitim kurumları ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde çok eski çağlarda bile eğitime dair geçerliliği hiç değişmeyen fikirler geliştirilmiştir. Nitekim Sokrates, Platon Aristo yaşadıkları dönemden yaklaşık 2500 yıl sonra hala eğitim için çok değerli filozoflar olarak kabul edilirler. Aynı şekilde Rousseua, Pestalozzi, Frobel, Montesorri, Makeronko, Dewey gibi eğitimciler de eğitim için bugün de temel referanslardır adeta.
Eğitim yüzeysel göstergelerle değil de felsefi olarak irdelendiğinde eğitimde üzerinde düşünülmesi gereken bir sürecin yaşanmakta olduğu görülecektir. Okul sayısı, öğretmen öğrenci sayısı, teknolojik donanım gibi göstergelerin dışına çıkıp eğitimde olup bitenleri anlamak gerekiyor.
Ve doğrusunu söylemek gerekirse eğitimde felsefi olarak bir karmaşa yaşanmaktadır. Okulların ortaya çıkığı ilk dönemlerden buyana en temel özelliklerinden biri özgün olmalarıydı. Okullar özgün olarak ortaya çıktı ve özgün kalmaya çalıştı. Platon’un akademisi “özelliği” olduğu için 600 yıl yaşadı. Enderun okulları da aynı şekilde yaklaşık 300 yıl boyunca hizmet verdi. Kısacası, bugünden geriye baktığımızda karşımıza hep özelliği olan okullar ve kurumların çıktığını görürüz. Demek ki geçmiş zamanlardaki eğitimin bir ruhu, felsefesi, rengi kısacası bir özelliği olmuş ki bugünde isimlerini anıyoruz.
Bugün ise hızla birbirine benzemekte olan, yani özelliklerini kaybeden okullarla karşı karşıyayız. Okullar, mağazalar ve lokantalar zincirini andıran bir hale dönüşmektedir. Yaklaşık on yıldır hız kazanan bu süreç bütün dünyaya yayılmaktadır. Herhangi bir okul, belli özellikleri ile ön plana çıkamamaktadır.
Bu seyir devam ederse eğitim, ruhunu ve özünü kaybedebilir; mekanik bir hal alabilir. Binlerce yıl süren bir seyirde geliştirilen özgün eğitim modelleri ortadan kaybolabilir. Şuanda yaşanmaya başlanan da budur zaten. Nitekim, hem dünyadaki hem de bizdeki köklü eğitim kurumlarının şu anki hali eski haliyle bir değildir.
Bugün maalesef eğitim bilimlerinin birikiminden yoksun piyasa koşullarının yarattığı yapay bir “yeni” eğitim sürecinin yaşandığı döneme tanıklık etmekteyiz. Eğitim, ne ve kim olduğu belli belirsiz kişilerin, firmaların ve onların ileri sürdüğü söylemlerin rüzgarlarına kapılmış durumdadır. Eğitim adına dile getirilen düşünce ve atılan adımların kaynağında Rousseau, Pestalozzi, Frobel, Mentossori, gibi Dewey gibi otoriteler yok artık.
Artık şurası çok açık ki “yeni” diye etiketlenen malum çalışmalar veya modeller “yeni” değildir. Rousseua’nun düşüncesi, Pestalozzi’nin, Frobel’in okulu yeniydi ve “yeni” olarak nitelenmeyi hak etmekteydi. Satı Beyin Darülmualliminde uyguladığı yöntem de yeniydi. Millet mektepleri, köy enstitüleri gerçekten yeniydi. Baltacıoğlu’nun “İçtimai mektep” düşüncesi yeniydi. Son yıllardaki sözde “yeni” çalışmalara bakılırsa hiçbirisi yukarıdaki örneklerdeki gibi “yeni” olarak nitelenmeyi hak etmemektedir. Yapılan bir takım çalışmalara dair çok abartılı övgüler yapılmış olsa da takdir edilebilecek nitelikte kalıcı olabilecek yeni bir proje ve uygulama gerçekleşmemiştir.
Her şey aşırı teknikleşmeye ve standartlaşmaya başlamıştır. Özel sektörde yaygınlık kazanan akreditaston uygulamaları eğitimi de tayin eden referans kaynağı olmaya başlamıştır. Bu şekilde eğitim ve öğretim özgün yönlerini kaybetme tehlikesi ile baş başa kalmaktadır. Standartlaşma ve teknikleşme süreci otoritelere başvurulmayan bir dönem yaratmaya başlamıştır.
Eğitimde abartılı bir şekilde “başarı” olarak takdim edilen gelişmeleri kuşkuyla karşılamak gerekir. Çünkü rakamlarla ve oranlarla anlatılan “başarı” hikayelerinin çoğu doğru değildir. Eğitime ayrılan kaynaklarla ilgili değerlendirmelere de bu açıdan dikkat etmek gerekir. Özellikle son yıllarda ulusal bütçede en büyük payın eğitim için ayrıldığı doğrudur. Ayrıca hayırsever vatandaşların da okullar, yurtlar, derslikler yaptırarak çok büyük meblağlarda yardım yapmaktadırlar. Bütün bunların dışında veliler de okulları ayakta tutmak için azımsanmayacak miktarlarda para bağışlamaktadırlar.
Peki, eğitim için ayrılan bu kaynaklar okullardaki görünüme ve kaliteye yansımakta mıdır acaba? Ayrılan bu kaynaklara rağmen, okullar velilerin katkısı olmasa belki de çöker. Bu Türkiye’deki binlerce okul için kaçınılmaz bir gerçektir. O zaman akla şu soru gelmez mi? Bu kadar kaynak nereye sarf ediliyor? Ayrılan kaynaklar verimli kullanılabiliyor mu? Bu işin birinci boyutu. Diğer taraftan eğitim için ayrılan bütçe sanıldığı kadar büyük mü gerçekten? Ayrılan kaynağın yüzde sekseninin personel giderleri için harcandığı düşünülürse cevap hayır olacaktır. Zira uzun yıllardır bütçenin yaklaşık yüzde 10’una tekabül eden milli eğitim bakanlığı bütçesinin yüzde sekseni zaten yapmak zorunda olduğu harcama ile yani personel ile ilgilidir.
Ayrıca eğitimdeki yatırımlara ayrılan payın da toplam bütçedeki yatırımlar içindeki oranı da son altı yılda düşmüştür. Nitekim 1995-2002 yılları arasında toplam yatırımların yüzde 23’ün eğitim yatırımlarına ayrılırken bu oran 2003-2009 yılları arasında yüzde 15’te kalmıştır. Bu veri eğitime önem verilip verilmediğini aydınlatabilecek niteliktedir. Gerçek buyken görüntü çok farklı sunulmaya çalışılmıştır. Bunun maalesef eğitimciler de, kamuoyu da farkında değildir.
Eğitimdeki niceliksel gelişmede kullanılan en temel kriterlerden biri de okullaşma oranlarıdır. Hem ilköğretim düzeyinde hem de ortaöğretim düzeyinde okullaşma oranlarında kayda değer bir gelişme sağlanmamıştır. Hatta 2006 yılından buyana gözlerden kaçan çok önemli bir fenomen de yaşanmaktadır. Hem ilköğretimde hem ortaöğretimde açık öğretim kurumlarına bir kayış gözlenmektedir. İlköğretimdeki öğrencilerin 2008-2009 yılı itibarıyla yüzde 3.30’u, ortaöğretimde de yüzde 15.8’i açık öğretim kurumlarına devam etmektedir. Açık öğretim örgün öğretimi tamamlayan önemli bir işlevi yerine getiren bir modeldir ancak bu oranlara ulaşması doğru değildir. İlk ve ortaöğretimde olabildiğince herkesin örgün eğitimden geçmesi esas olmalıdır.
Eğitimin gerçekleştiği yer okuldur. Okulun durumu eğitimde sağlanan gelişmeler için kriter alınabilecek en temel unsurdur. Okullara bakarak eğitimin durumunu değerlendirmek mümkündür. Özellikle OKS ve ÖSS gibi merkezi sınavların temel belirleyici olmaya başladığı son yirmi yıllık süre içinde okulların sistem içindeki belirleyici rolü müthiş bir şekilde sarsılmıştır. Adı geçen merkezi sınavlarda başarılı okulların bile aslında tatmin edici yerler olduğunu söylemek zordur. Kaldı ki merkezi sınavlardaki başarısı düşük olan okulların durumu ise hak getire. 7.444 okuldan en azından yarısından, ne öğrencisinin, ne öğretmeninin, ne velisinin, ne de toplumun hatta ne de bakanlığın memnun olduğu söylenemez. Oysa genel olarak sayısı azdı ama Türkiye’nin liselerinin tamamı bugüne göre daha çok seviliyordu. Sistemin medarı iftiharı olarak ilk sıraları alan Galatasaray, İstanbul erkek, Kabataş, Vefa, Ankara Atatürk lisesi gibi liselerinden bugünkü öğrencilerine göre eski öğrencilerinin daha fazla hoşnut olduğu bir gerçektir. Buradan hareketle bugün okula daha az önem verilmektedir diyemeyiz. Bugün eğitim sisteminin işleyişi ne yapılırsa yapılsın okulu geri plana itmiştir. Bu şekilde okul eğitim sisteminin belirleyici unsuru olma özelliğini kaybetmiştir artık. Bunun farkında olmak gerekir.
Özellikle batıda eğitimde kişiye, yere ve zamana olan bağımlılığın azaldığı söylenegelmektedir. Bu düşünce bizde de dile getirildi ve hatta milli eğitim bakanlığının hazırladığı dokümanlara bile geçti. Eğitimin, her yerde, herkese ve her zaman sunulacağı vaat edildi. Eğitime okulun dışında bir boyut kazandıracak olan bu nefis düşüncenin hayata geçebilmesi için hiç bir şey yapılmadı. Hayat boyu eğitim yaygınlaşamadı. Üniversiteler aynı liseler gibi belli yaş grubuna ait gençlerin devam ettiği kurumlar haline geldi. Yetişkinlerin arzu ettiklerinde eğitim almalarını sağlayacak ne bir sistem var ne de bir mekanizma. Okullar belli saatlerden sonra kapılarına kilit vurulan kurumlardır adeta. Oysa cumhuriyetin ilk yıllarında bile okullar aynı zamanda “millet mektepleri” idi. Belli saatlerden sonra kapılara kilit vurmanın, bilhassa kütüphanelerin kapalı olmasının hiç bir mantığı yoktur. Demek ki dile getirilen düşüncelerin çoğunun temel esprisi bilinmiyor. O zaman eğitimde hala kişiye, yere ve zamana olan bağımlılık azalmış değil devam etmektedir.
Eğitim sistemimiz rayından çıkma gibi bir sorun yaşamaktadır. Yetkililer maalesef çok iyi eğitim teorilerini ve düşüncelerini bile farklı anlamlandırarak eğitim sistemimizi iyileştirme bir tarafa bozmaktadırlar
Bunun için eğitim sisteminin yukarıdan aşağıya her atılan adımda, yaptığı her işte hesap verebilirlik mekanizmasına acilen kavuşması gerekmektedir. Eğitim adına atılacak her adımın başarılı olduğunu ortaya koyacak göstergeler de belirlenmelidir. Aksi takdirde eğitim, anlamsız kavramların ve hedeflerin sarf edildiği alan haline gelir. Herkes bilhassa yetkili kişiler ne söylediğinin farkında olmalı; bir başka ifade ile ağızlarının söylediğini kulakları duymalıdır. “müfredatı değiştirdik”, “çoklu zeka kuramını uyguluyoruz”, “öğrenci merkezli eğitime geçtik” gibi son yıllarda havada uçuşan söylemler hep hesap verebilirlik mekanizmasının değer olarak yerleşmemesinin yarattığı boşlukta dile getirilen söylemler oldu. Bu şekilde son dönemlerde “proje” adı altında çok anlamsız “işler” yapıldı. Bu nedenle son yıllarda yapılan her iş masaya yatırılmalıdır.
Program değiştirildi. Peki sonuç ne oldu? Değiştirilirken ne söylenmişti? Sonuçta söylenenler gerçekleşti mi? Bu tür sorgulamalar yaygınlaşırsa ayağı yere basmayan bir işe koyulmak zorlaşır. Milli eğitimin en temel sorunlarından birisi budur. Hesap verebilirlilik mekanizması kurulmaz ise eğitim içi boş, anlamsız söylemlerin, çarpıtmaların ifade edildiği bir alan haline gelebilir. Nitekim hesap verebilirlilik mekanizması yetersiz hatta hiç olmadığı için, “müfredat değiştirildi”, "eğitime ayrılan kaynak arttırıldı”, “öğrenci merkezli eğitime geçtik” denebildi. Oysa ne müfredat abartıldığı gibi değiştirilebildi, ne de eğitim için ayrılan kaynaklar arttırıldı ne de öğrenci merkezli eğitime yönelik çalışmalar yapıldı.
Sonuçta öyle bir an geldi ki “yeni” diye sunulan her bir çalışma, model, proje kuşkuyla karşılanır oldu. Eğitim her an sözde “yeni” bir şeylerin dile getirildiği bir alan haline geldi. Dile getirilen “yeni” fikirlerin ve çalışmaların eskinin tekrarı olduğu da gün gibi ortaya çıkmaya başladı. Bu yüzden eğitimi tarihsel arka planı ile ele almak için tam zamanı. Büyük eğitim otoriteleri şimdi okunmalı. Eğitimdeki “kadim” düşünceler şimdi keşfedilmeli.
Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN