"SENDEN HİÇ UMMAZDIM
Ankara, 7 Aralık 1963
Ahmet,
Sağol, beni mektupsuz bırakmıyorsun. Geçen mektubunu okurken, bütün gülünç olaylar hep senin başından mı geçiyor, diye düşündüm. Yoksa sen anlatırken bütün olayları gülünçleştiriyor musun?
Mektupların öyle hoşuma gidiyor ki, ben de senin gibi yazmaya özeniyorum.
Geçen gün bizim sınıfta da hepimizi kahkahalarla güldüren bir olay geçti; ama derste değil, paydosta güldük.
Çünkü bizi güldüren bu olay yüzünden öğretmenimiz çok kızmıştı.
Senin gibi yazmaya özenip de, güzel olsun diye uydurduğumu sanma sakın.
Ben sana olayı olduğu gibi anlatmaya çalışacağım.
Önce olayın kahramanını tanıtayım birazcık. Osman adında bir arkadaşımız var. Osman, sınıfımızın çalışkanlarından, özellikle matematikte çok başarılı. Çok düzenli bir çocuk. Kalem kutusunda renk renk kalemler var. Hepsinin de uçları sivri sivri açılmış. Nasıl olup da bu kalemlerin uçlarının kırılmadığına hep şaşarım. Çünkü benim kalemlerim ikide bir düşer, uçlar kırılır. Ne zaman bir yazı yazmam gerekse, çantamda ucu kırılmadık kalem bulamam. Ama ablama göre benim durumum yine de iyiymiş.
Annemin anlattıklarına bakılırsa, okula giderken ablamın çantasında hiç kalem bulunmazmış. Ucu
kırık da olsa, hiç değilse, benim çantamda kalem bulunuyor.
Osman'ın yazılı ödevleri, renk renk çizgilerle süslüdür, resim gibi. Yazılarını inci gibi dizer.
Öğretmenimiz hemen her gün derslerden birinde yazılı yoklama yapar. Bu da yetmez, aşağı yukarı, her
iki günde bir yazılı ev ödevleri verir.
Sizin öğretmeniniz de yapıyor mu?
Bigün Osman,
-Çocuklar, dedi. Öğretmenimizin yazılı ödevlerimizi okuduğunu hiç sanmıyorum.
Önce ben karşı çıktım:
-Okumayacak olduktan sonra ne diye yazılı ödev versin?
Osman direndi:
-Ben okuduğuna inanmıyorum.
Bir arkadaşımız,
-Peki nerden biliyorsun okumadığını? diye sordu: Osman,
-Çünkü, dedi, hesap ortada. Öğretmenimiz her gün yazılı yoklama yapıyor mu?
-Yapıyor... dedik.
-Aşağı yukarı her iki günde bir de ev ödevi veriyor mu?
-Veriyor... dedik.
Osman,
-Şimdi hesaplayalım, dedi, bu sınıfta elli iki öğrenciyiz, değil mi?
-Evet...
-Demek öğretmenimiz her gün elli iki yazılı yoklama kağıdı okuyor. Yazılı ev ödevlerini de, ortalama
günde yirmibeş saysak, demek günde yetmişyedi ödev... Bu ödevleri öğretmenimiz evine gidince saat
kaçta okumaya başlar?
-Sana ne bundan?
-Hesaplayacağız ya... Bir yazılı ödevi kaç dakikada okuyabilir?
Osman'ın yaptığı hesap sonunda öğretmenimizin her gün onbir saatini yalnız bizim yazılı ödevlerimizi
okumaya ayırması gerekiyordu. Geceleri hiç uyumasa, yine de bunlar okumaya yetişmezdi.
Bu hesaplar sonunda çocuklar sustu. Ben yine,
-Okuyordur... dedim.
Osman,
-Evet okuyordur, dedi, ama bana kalırsa, ödevlerimizin içinde gelişi güzel birikisini ancak
okuyordur.
Bu konuşmamızdan biriki gün sonra bir kız arkadaşım, ilk derste bana,
-Galiba Osman haklıymış, dedi.
Sonra anlattı. Evleri öğretmenimizin evine yakınmış.
Bu sabah okula gelirken, önünde kağıtlar uçuşmaya başlamış rüzgardan.
Ayağına çarpıp orada kalan kağıdı almış. Bir de bakmış bir gün önceki kendi yazılı ödevi. Kağıtların
neden uçuştuğunu izlemiş. Öğretmenimizin kapısı önündeki çöp bidonundan uçuyormuş kağıtlar.
Arkadaşım,
-İşte! diye, buruşuk ödev kağıdını gösterdi.
-Ödevlerimizi okuduktan sonra andaç diye saklayacak değildi ya... dedim.
Osman, sağımdaki sırada oturur. Tarih dersindeydik.
-Öğretmenimizin yazılı ödevlerimizi okuyup okumadığını anlayacağım, dedi.
-Nasıl anlayacaksın?
-Sonra söylerim.
Öğretmemimizin sorduğu sorulardan biri şuydu: Defterdar, Nişancı, Beylerbeyi, Acemioğlan kimlere
denir? Sultan İbrahim zamanını anlatınız.
Paydosta bize anlattığına göre, Osman sorulara, ilk birkaç satır doğru cevap yazdıktan sonra, Padişah
Sultan İbrahim'e mektup yazmış. -Sayın Deli İbrahim Amca! diye başlıyormuş mektuba. Uzun
mektubun sonunda da öbür soruları şöyle cevaplandırmış:
-Beylerbeyi, Boğaziçi'nde bir iskeledir.
-Defterdar, defteri dar gelen adam demektir.
-Nişancı, bizim sınıftaki Çetin'in lakabıdır. Biz onunla Kör Nişancı diye alay ederiz. Çünkü top
oynarken, kaleye gol atacağım diye, okulun bütün pencere camlarını kırmıştır.
-Acemioğlan, yine bizim sınıfta Rıza'dır. Çünkü bitürlü çattımattı oyununu öğrenemediği için her
oyunda dayak yer.
Osman, okul bahçesinde bunları anlatırken, hepimiz kahkahalarla gülüyorduk. Ama ben onun
söylediklerini gerçekten yaptığına inanmıyordum. Şaka yapıyor, atıyordu. Ertesi gün Osman korkuya
kapıldı.
Öğretmen, yazdıklarını ya okursa, diye korkuyordu. İki üç gün bu korkusu sürdü. Öğretmenden hiçbir
tepki gelmeyince rahatladı. Kendi söylediğine göre o günden sonra, her yazılı ödevdeki soruları
saçmasapan cevaplandırıyormuş.
Yalnız ilk birkaç satır doğru cevaplar yazıyormuş ki, öğretmen kağıdına ilk göz atışta yaptığı
saçmalıkları anlamasın.
Doğrusu, Osman'ın söylediklerine inanmıyordum ama, dün foyası ortaya çıkınca atmadığını hepimiz
anladık.
Dün, ilk dersteydik. Öğretmen biraz geciktikten sonra asık yüzle dersaneye girdi. Oysa genel ikle ilk
derste güleryüzlüdür. Kırgın bir sesle, sanki azarlar gibi, -Günaydın çocuklar! dedikten sonra
-Osman, kalk! dedi.
Osman kalktı.
-Buraya gel!
Osman kürsünün yanına gitti.
Öğretmen,
-Çocuklar, dedi, iki gün önce size tabiat bilgisi dersinden yazılı ev ödevi vermiştim. Şimdi
arkadaşınız Osman, bana verdiği yazılı ödevini sizlere okuyacak.
Osman'ın yüzü kıpkırmızı oldu.
Öğretmen kağıdı verdi Osman'a,
-Oku dedi, hepsini oku! Soruları da oku!
Osman okumaya başladı:
Birinci soru: Rüzgar nedir, nasıl meydana gelir?
Cevap: Hava ısınınca hacmi büyür, hafifler, hafifleyince yükselir.
Osman duraklayınca öğretmen,
-Devam et, devam et! dedi.
Osman devam etti:
-...Hafifleyince yükselir... Rüzgar... rüzgar... rüzgar...»
Birkaç kez rüzgar diye kekeleyince öğretmenimiz bağırdı:
-Eeee? Ne olmuş rüzgara?
Osman okudu:
-Rüzgar, Galatasaray'ın aleyhindeydi. Galatasaraylılar, ilk yarıda rüzgara karşı oynamalarına rağmen
iyi bir maç çıkarmayı başardılar. Çok süratli ve zevkli geçen mücadelede kapalı müdafaa yapmayan
Ankaragücü sahayı 2-1 yenik terketti.
İkinci yarıda Galatasaray hücum hattı rüzgar gibi rakip yarı sahaya inmişti.
Soru iki: Fırtına nedir?
Cevap iki: Saniyede yirmi metreden hızlı esen rüzgara fırtına denir. Galatasaraylılar bugün
Mithatpaşa Stadyomu'nda fırtına estiriyordu. Ne yazık ki hakem için, maçı iyi yönetti diyemeyeceğiz.
Metin'in rüzgarıyla Şükrü'nün devrilmesini penaltı sayması seyircilerin protestolarına sebeb oldu.
Osman okurken biz gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Yine de içimizde kendini tutamayıp
kıkırdayanlar vardı. Osman'ın da sesi titremeye başladı.
Utancından neredeyse ağlayacaktı.
Öğretmenimiz,
-Osman, niçin böyle yaptın? dedi.
Gözleri sulanan Osman başını duvara doğru çevirince,
-İyi bir öğrencimsin, bunu senden hiç ummazdım...
Otur yerine! dedi.
Ne yalan söyleyim, Osman'ın bozum oluşuna içimden sevindim. Paydosta ona,
-Nasılmış! Hani öğratmenimiz kağıtları okumazdı!... dedim.
O akşam annemin bir arkadaşı bizim eve gelmişti. Ben o konuk kadını ilk görüyordum. Hangi okula
gittiğimi, kaçıncı sınıfta olduğumu sordu. Ben de söyledim.
-Öğretmeniniz çok yakın arkadaşımdır, dedi.
Sonra anneme anlatmaya başladı:
-Dün gece onun evindeydim. Çok tuhaf bişey oldu.
Baktım, masanın üstünde bir yığın kağıt. Öğrencilerin yazılı ev ödevleriymiş. -Nasıl zaman bulup da
bunca yazıyı okuyabiliyorsun? dedim. -Çok iyi öğrencilerim var. Birinin ödevini okumak ister misin?
dedi. Kağıtların içinden birini seçip bana verdi. Gerçekten güzel bir ödev, düzgün, okunaklı,
başlıklar renkli kalemle çizilmiş. Ödev konusu da rüzgar. Ama okuyunca şaşıp kaldım.
Çocuk, rüzgar diye Galatasaray - Ankaragücü maçını anlatıyordu. Ödevi okurken kahkahalarla
gülmeye başlayınca arkadaşım, -Ne var? Neye gülüyorsun? diye sordu. Ben de okusun diye kağıdı
ona verdim. Okudu. Çok kızdı. -En iyi öğrencilerimden biridir, bunu ondan hiç ummazdım» dedi.
Demek yine de Osman haklıymış. Doğrusu ya, ben de bunu öğretmenimizden hiç ummuyordum. Pek
üzüldüm.
İşte olayı sana olduğu gibi anlattım.
Hoşçakal sevgili kardeşim Ahmet. Beni mektupsuz bırakma, olur mu?
Arkadaşlardan da haberler yazmanı beklerim.
Zeynep YALKIR"
...