Sayın öğretmenim. Bizler bugün gençlerin olumsuz yönlerinden şikayetçi oluyoruz, fakat bu durum eskiden beri var. Milattan önce yaşayanlar da gençlerin olumsuz yönlerinden şikayet ediyordu. Ünlü filozof Platon da gençlerin saygısızlığından dert yanıyordu. Tabi gençlerimizin istediğimiz ahlakta olmamasından hepimiz rahatsız oluyoruz. Bilim ve teknoloji çok hızlı gelişiyor. Biz bu gelişmeye kendi inançlarımızı, ahlakımızı, geleneklerimizi ve kültürümüzü koruyarak ayak uyduramıyoruz. Düşmanlar, artık savaş meydanlarını bırakıp, kültür alanında, teknoloji alanında savaşıyorlar. En basit örneği televizyon. Eminim bazı yönlerden televizyon, çocuklar üzerinde anne-babadan ve hatta öğretmenden daha çok etkili oluyor. Düşmanlar tarafından inançlarımız, kültürümüz ve geleneklerimiz baltalanıyor. Gençlerimiz çoğunlukla bu oyuna kanıyorlar. Kırmızı ışıkta geçen bir sürücüye "neden kırmızı ışıkta geçiyorsun, yasak değil mi?" diye sormaya çekinir olduk. İnançlarımız zayıfladığı için her iyi özelliğimiz ne yazık ki azalmaya başladı. İnançlarımıza sarılırsak, ahlakımız da, kültürümüz de güzel ve sağlam olur. Ancak yine de istisnalar olacaktır. Önemli olan temel konularda sağlam olalım.
İnsan etkileşimde olduğu sürece öğrenir. Öğrenme her zaman farkındalık ile gerçekleşmez bazen de farkında olmadan yeni şeyler öğreniriz. (Hani “bilinçaltına yerleşiyor” diye bir tabir varya işte tam olarak öyle olmasa da onu gibi düşünün.) Ve neyi öğrenmek istiyorsak onunla meşgul olmalıyız. Peki, biz ne ile meşgul oluyoruz?
—TV ile meşgul oluyoruz.
Gelin hep birlikte TV’den neler öğreniyoruz, inceleyelim.
Sabahtan akşama kadar kadın programları izliyoruz.
Akşamdan sabaha kadar magazin programları izliyoruz.
Düşünce yapımızı, değer yargılarımızı işte bu programlar oluşturuyor. İnsanlık kalitesi her geçen gün belki de bu nedenlerden dolayı erozyona uğruyor. Daha da vahimi biz bunu idrak edemeyecek kadar küçük yaştan itibaren TV bağımlısı oluyoruz.
Herkesten özür dilerim evimizin “baş tacı” olan TV’niz hakkında böyle ithamlarda bulunmak istemezdim. (İnşallah “baş tacı” ibaresini vurgulu yazarak dikkatinizi çekmeyi başarmışımdır.)
“Baş Tacı” biraz söylemini biraz açalım: evimizin oturma planı TV’ye göre tasarlanıyor. Aynı çatı altında yaşayan aile fertleri birbirlerinin yüzünden çok TV ekranını görüyorlar. Aynı çatı altında yaşayan aile fertleri birbirleri ile iletişim kurdukları zamanın daha fazlasını TV izleyerek geçiriyorlar. Aynı çatı altında yaşayan aile fertleri acaba en son ne zaman ailecek TV kapalı iken sohbet ettiler?
Merak ediyorum sayın ebeveynlerimiz: aile içinde çocuklar sizden mi daha çok şey öğreniyorlar yoksa TV’den mi? Ya da tam tersini düşünelim; çocuklarınızla mı daha çok ilgileniyorsunuz yoksa akşam eve dönünce koltuğunuza uzanıp TV kumandası diktatörlüğü yapıp izlediğiniz kanalları tüm aile fertlerine mi izletiyorsunuz? Hayatımızda sahip olduklarımıza gerektiği değerleri verelim ve herkese hak ettiği konuma yerleştirelim:
Evimizin oturum tasarımını TV izleme düzenine göre değil, aile içinde etkin iletişimi sağlayacak şekilde tasarlayalım. Karşılıklı kitap okuyup tartışabileceğimiz şekilde tasarlayalım.
Sanırım konu biraz saptı. Tekrar düşünce ve kavramlara döneyim.
Düşünmek için gerekli olan kavramlara ve kavramları öğrendiğimiz kaynaklara dönecek olursak. Bu ülkede ki herkes aynı kaynaktan besleniyor. Aynı kaynaktan yeni şeyler öğreniyor. İşte bu yüzden TV’yi seviyorum(!) Milyonlarca insanı aynı düşünme kapasitesine sahip kılmakla kalmıyor. Aynı şeyleri benzer şekilde düşünmelerini sağlıyor. Daha doğrusu TV değil, ekranın arkasında kim varsa.
Ama kitaplar öyle değil. Kitaplar aynı anda kitlelere benzer kavramları paket olarak sunmuyor. Kendi iç dünyasına davet ediyor. Düşünmeye davet ediyor. Ve hepsinden daha önemlisi bir konu hakkında aynı kitabı okumadığın sürece hep farklı bakış açıları kazandırıyor.
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]