Her Türkü'nün Bir Hikayesi Var.

Çevrimdışı nghnkprl

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 178
  • 54
  • 178
  • 54
# 20 Tem 2007 11:39:18
Acem Kızı - Orta Anadolu yöresi

1960’lı yıllardan itibaren ismi bağlama ile birlikte anılan, sadece geniş halk kesimlerinde değil, ciddi musiki çevrelerinde de taktir ve hayranlıkla dinlenen Neşet Ertaş’ı farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Çünkü o da aslında tam bir yöre sanatçısı, yani mahalli bir sanatçı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak diğerlerinden ayrılır.

İşte Neşet Ertaş Orta Anadolu bozkırlarının tam göbeğinde, “ay dost deyince yeri göğü inleten” gönül delisi bir babanın evladı olarak 1938’de Kırtıllar’da dünyaya gelir. Hiç çocuk sahibi olamadığı ilk karısı Hatice’yi genç yaşında kaybeden Muharrem Ertaş, ikinci evliliğini Kırtıllar köyünden Döne ile yapar ve bu evlilikten, Necati, Neşet, Ayşe, Nadiye ve muhterem adında beş çocuğu olur. Kırtıllar nüfusunun tamamı abdallardan ibaret olan bir aşiret köyüdür. Köyün çevrede “abdallar” adıyla anılması da bundan olsa gerek. Daha altı yedi yaşlarında iken, kendisini yöre düğünlerinin aranılan sanatçı babası Muharrem Ertaş’ın sazı önünde oynarken bulan Neşet Ertaş, hayatını, bir nevi hayat destanı diyebilceğimiz 1960’lı yıllarda yazdığı uzun bir şiirinde şöyle anlatır.

TÜRKÜ BABANIN HAYAT DESTANI ŞİİRİ

Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler
Babama Muharrem, anama Döne
Dediysen Ata’yı bildin dediler


Dizinde sızıydı anamın derdi
Tokacı saz yaptı elime verdi
Yeni bitirmiştim üç ile dördü
Baban gibi sazcı oldun dediler


O zaman babamdan öğrendim sazı
Engin gönül ile Hakk’a niyazı
O yaşımda yaktı bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldın dediler


Zalım kader devranını dönderdi
Tuttu bizi İbikli’ye gönderdi
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadım meydanda köçek dediler



Anam Döne İbikli’de ölünce
Tam beş tane öksüz yetim kalınca
Beşimiz de Perişan olunca
Babamgile burdan göçek dediler



Yürüdü göçümüz Tefleğe doğru
Bu hali görenin yanıyor bağrı
Üç aylık çoçuğun çekilmez kahrı
Bunlara bir ana bulun dediler


Yozgat’ın Kırıksoku Köyü’ne vardık
Bize ana yok mu diyerek sorduk
Adı Arzu dediler bir ana bulduk
İşte bu anadır buldun dediler



En küçük kardaşı kayıp eyledik
Onun için gizli gizli ağladık
Üstelik babamı asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldın dediler


Zalım kader tebdilimi şaşırttı
Heybe verdi dalımıza devşirtti
Yardım etti Yerköy’üne göçürttü
Biraz da burada kalın dediler


Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz çümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferin arkadaş çaldın dediler


Yarin aşkı ile arttı hep derdim
Babamı bir yere dünür gönderdim
Başlık çok istemişler haberin aldım
İstemiyor yarin seni dediler


Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize gelince
Burada herkese yer daralınca
Ankara’ya gider yolun dediler


Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yı buldum
Epeyce eğleştim, evinde kaldım
Yüz lirayı verip bir yatak aldım
Etti isen böyle buldun dediler


Bir ev kiraladım münasip yerde
Kaldı kavim kardaş hep Kırşehir’de
Bu aşk hançerini vurdu derinde
Çaresini bulamazsan ölün dediler


Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerdim yarin aşkına
Canan acımaz mı garip dostuna
Buna da içeriye alın dediler

Bu hasretlik duygusu Türkü babanın sanatına olumlu etki yaparak, memleketin taşına, toprağına, insanına hasret ve özlemle dolu pek çok türkünün doğmasına sebep oldu.

Ana vatanımsın, baba yurdumsun
Ozanlar diyarı şirin Kırşehir
Uzak kaldım gurbet elde derdimsin
Hasretin bağrımda derin Kırşehir.
Feleğin yazdığı kara yazıynan
Çok yürüdüm bağrımdaki sızıynan
Kara kaşlarıynan, kara gözüynen
Aşık etti beni birin Kırşehir


Gerçekten de “gönül” kelimesinin Ertaş’ın şahsi lügatinde çok özel bir yeri var. O adeta, tıpkı Yunus gibi, Hacı Bektaş-i veli gibi kendisini”gönüller yapmaya” adamış biri... “gönül”ün geçmediği türküsü yok dense yeri...

Şu garip halimden bilen işveli nazlım
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen

Bir başka türküsünde:

Küstürdüm gönlümü güldüremedim
Baharım güz oldu yazım kış oldu
Gönüle yarini bulduramadım
Baharım güz oldu, yazım kış oldu

Kaynak : Söz-Müzik: Neş'et Ertaş    

Çevrimdışı nghnkprl

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 178
  • 54
  • 178
  • 54
# 20 Tem 2007 11:40:54
Ala gözlerini sevdiğim dilber - Çukurova yöresi

Büyük bir halk şairi olan Karacaoğlan'ın hayatı üzerine yapılan araştırmalarda kesin bir bilgi yoktur. Son yıllarda yapılan araştırmalarda ve şiirlerinde yapılan incelemelerden onun 1606 da doğmuş 1670 yılında ölmüş olduğu tahmin edilmektedir. Her nekadar doğduğu yer bilinmiyorsa da öldüğü ve mezarının bulunduğu yer bellidir. Kendisinin Güney Anadolu'da yaşayan Türkmen aşiretinden olduğu daha doğrusu İçel'li olduğu muhakkaktır.Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisi pek çok yer gezmiş,aşkı ve tabiat sevgisini yaşadığı hayatı, çağının konuşma dili ile öz türkçe olarak işlemiş ve anlatmış bir halk şairidir.
Bugün kesin olarak bilinen bir şey varsa o da mezarının İçel'in Mut İlçesi'ne bağlı Karacaoğlan Köyü'ndeki Karacaoğlan tepesinde Karacakız tepesi ile karşı karşıya olduğudur.
Mezar 1997 yılında anıt mezar haline getirilerek Kültür Bakanı İstemihan Talay tarafından ziyarete açılmıştır. Karacaoğlan aynı zamanda tarihte heykeli dikilen, bilinen ilk ozandır. İçel'in Mut İlçesine Heykeltraş Prof.Hüseyin GEZER tarafından yapılan heykeli 8 haziran 1973 günü dikilmiştir.Yörede onun şiirlerinden pek çoğu halk arasında söylenir bazıları türküleştirilmiştir.

Çeşitli kaynaklara göre Kozana bağlı Feke İlçesi'nin "Gökçe" köyünde, "Mamalı" da, "Binbuğa"da, "Erzurum"da "Zobular"da, "Gökçeli"de, "Varsak da, hatta "Belgrad"da doğduğu öne sürülmüştür. Fakat, kanımızca en sağlam ve eski kaynak, Akşehirli Ahmet Hamdi Efendi'nin hatıra defteri olup, inandırıcı delillere da-yanmaktadır. Hamdi Efendi, Varsak köyünde 1876 da hatıra defterine şu satırları kaydetmiştir: "Malum ola ki Karacaoğlan Varsak karyesinde dünyaya gelüp babası Türkmen aşiretinden Kara İlyas, fakir-el hal olmağla sayd-ü şikarla taayyuş eder olup 1013 (M .1604) tarihinde Kozan dere-beylerinden Hüsa m Beyin sayıl namıyle tut-kap asker devşirdiği hengamda İlyas dahi tutulup götürülerek orada gaip olduğu için lakapları Sayıloğlu kaldığı ve el- yevm karyei mezbur hanedanı Sayılzade Mehmet Efendi'den anlaşılmıştır. Karacaoğlan'ın ismi Hasan olup öksüz büyümüş. Vechen karayağız ve fakir çocuğu olduğu için buna Karacaoğlan denülüp böylece anıldığı. Karacaoğlan delikanlı iken munis ve zeyrekliği hasebiyle ol vaktin karye ağalarından serdengeçti Osman Ağa Karaca Oğlan'ı evlatlık şekliyle diğer fakir bir aile kızıyle teehhül ettirmiş ise de kız hor ve çirkin olduğundan Kara caoğlan babası gibi Sayıl askerliğine tutulacağını anlayup yirmi dört yaşında Varsak'tan firar-la mekanın gaip ederek, encam Maraş'ta Zülgaroğlu (Zülkadir olacak) Hüsam Bey' in himayesinde altı sene teehhül ümidiyle kalıp, teehhül ümidi münkesir olunca ora-dan müfarekatla yine geşt-i diyara başlayıp on dokuz sene sonra vatanına gelmişse de fazla barınamayıp elli beş yaşında Tarsus tarikıyla tekrar geşt-i diyara der-ban oldu-ğu (1)", kayıtlıdır. Han Mahmut adli halk hikayesinde ve diğer bazı anlatımlarda Karacaoğlan'ın Tarsus'ta Karaca Kız adındaki bir yörük beyi'nin kızına aşık olduğu, vermedikleri için kızın, arkasından da Karacaoğlan'ın Kırklar mağarasına, bazı kaynaklara göre de Eshab-ı Kehf Mağarasına çekilerek orada öldüğü rivayet olunur. İshak Refet Işıtman ise, 1933 yılında yayınladığı Karacaoğlan adlı eserinin 33. sayfasında "Şairin menkıbeleri arasında Karaca Kız adlı birisini sevdiği söylenir ve ölünceye kadar bu sevginin devam ettiği, fakat birbirlerine kavuşamadıkları, en sonunda Karacaoğlan'ın bir tepeye, Karaca Kız'ın da onun karşısındaki bir tepeye gömüldükleri anlatılır. Bu tepeler Çukurovada imiş", demektedir. Bizim görüşümüze göre buradaki Çukurova'dan Çukur Köyü'nün anlaşılması gerekir. Zira Çukur köyü (şimdi Karacaoğlan) Karaca Kız ve Karacaoğlan Tepeleri'nin düzlüğündedir. Fuat Köprülü'nün araştırma yaptığı dönemlerdeki ulaşım imkanları dikkate alınırsa, Mut İlçesi dahi belli çevre dışında bilinmezken Çukur köyünün bir araştırmacı için bilinmesi elbette mümkün değildir. Esasen şimdiki Çukur (Karacaoğlan) köyü 1286 yıllarında Sarıkavak beylerinden Hacı Kadir ağa zamanında eski yerinden nakledilmiştir. Karacaoğlan tepesinin birkaç kilometre kuzey batısına düşen eski Çukur içme ve kullanma sularını sarnıçlardan sağlayan bir kıraç yayladır. Sarıkavak beylerinin yaylası olan bu köyün 8 kilometre kadar doğuya nakledilmesinin bir de hikâyesi vardır. Rivayete göre köyün çobanı, sürünün içinden bir tekenin sık sık ayrılarak sakalı ıslanmış şekilde geriye döndüğünü görür ve merakla takip eder. Görür ki şimdiki köyün hemen yakınında bir kaynak vardır ve teke tesadüfen bulduğu bu kaynaktan iç güdüsüyle şaşırmadan gidip, suyunu içtikten sonra dönmektedir o Bundan sonra sadece yazları oturulan eski Çukur su kaynağına yakın yerde yeniden iskân sahası haline getirilir. Köy devamlılık kazandıktan sonra halk Karacaoğlan mezarını adeta ziyaretgâh haline getirmiş, ona evliyalık izafe etmiş, tepenin adına zamanla Erenler Tepesi de denmeye başlanmıştır.

Kaynak : Karacaoğlan

Çevrimdışı AKSA

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 1.564
  • 2.847
  • 1.564
  • 2.847
# 21 Tem 2007 15:19:50
Yandım Hudey Türküsü (Türkmen Gelini)
Seferberlik yıllarında askere alınanlar, ya çok uzun yılar sonra döner, yada hiç dönmezlermiş. Hele bu gidilen yer Yemen ise, geri dönme ihtimali hemen hemen hiç olmazmış.Çünkü gidenlerin çok azı sağ olarak geri dönüyormuş. Erzincan’dan bir delikanlı, uzun yıllar sevdiği kızla nihayet evlenir.Gelinle bir hafta bile birlikte kalmadan,askere alınarak yemene
gönderilir. Bunun üzerine hem gelin, hem de kendisi çok üzülür, ama; Çare yoktur, vatan hizmetine gidilecektir.

Askere giden delikanlıdan uzun bir zaman haber alınamaz. Bunun üzerine kendisinin öldüğüne kanaat getirilir. Bir süre sonrada bu delikanlının babası,oğlunun hanımını, yani gelinini kendisiyle evlenmeye ikna eder ve geliniyle evlenir.
Aradan birkaç sene geçer. Delikanlı bin bir türlü meşakkat!ten sonra askerliğini bitirerek Erzincan'a döner, köyüne gider. Evine varır ki, hanımı ev damında hamur yoğuruyor. Hanımı kendisini görünce şaşkınlık geçirir ve ağlamaya başlar. Delikanlı hanımına, sevineceği yerde neden ağladığını sorar. Hanımı iki gözü iki çeşme,durumu olduğu gibi delikanlıya anlatır. Delikanlı bu durum karşısında, beyninden vurulmuşa döner. Delikanlının başına gelenlere köy halkı da çok üzülür. Bu acıklı durumu;Delikanlının ağzından, aşağıdaki türkü ile dile getirirler.

Ev damına girdim aney,yandım hudey diley diley
Elleri hamur.
Gözünden akıyor bir sulu yağmur oy
Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley
Sen bu gelini

Odasına girdim kahve büşürür oy
Kınalı parmaklar aney yandım hudey diley diley
Fincan düşürür
Seni gören aşık aklın şaşurur oy
Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley
Sen bu gelini

Odasına girdim namaz’a durmuş oy
Kaşları gözleri aney, yandım hudey diley diley
Kendine uymuş
Seni gören aşık aklın şaşurmuş oy
Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley
Sen bu gelini

Keten köynek giymiş yakası nazük oy
Koluna yapturdum aney, yandım hudey diley diley
Altun bilezük
Öpmeye kıyamam sevmeye yazuk oy
Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley
Sen bu gelini

Bacasından çıkmış ayvanın dal’ı oy
Yüzüne de vurmuş aney,yandım hudey diley diley
Yazmanın alı
İşte görünüyor dünyanın halı oy
Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley
Sen bu gelini
Elleri kınalı aney, Yandım hudey dily diley
Taze gelini

 

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 22 Tem 2007 22:56:21
ÇALIN DAVULLARI ÇAYDAN AŞAĞA

Bir yanda davullar çalar, öte yanda mezar kazılır mı hiç? Hangi kentin, hangi yörenin töresinde var bu? Böyle bir yöreye, böyle bir kente halkımız, o güzel türküleri yaratan halkımız ilenmez mi? “Viran olasın, ıssız kalasın” demez mi? Der elbette.
Tarihini düşemediğimiz, ama 1893-94 yıllarında Rumeli’deki kolera salgını nedeniyle 1800’lü yılların sonu diye varsaydığımız dönemde geçer olay. Halkımızın ilendiği kent de Rumeli’nin incisi Selanik kentidir. O dönemin Selanik’i dillere destan. Şundan ki; Osmanlının hoşgörülü yönetimi altındaki Selanik’te yetmiş iki millet bir arada yaşıyor. İlkin Bizans ve kısa bir dönem de Venedik yönetiminde kalan Selanik daha sonra İkinci Murat döneminde Osmanlı topraklarına katılmış.1912 yılına kadar 500 yıla yakın Osmanlı yönetiminde kalmış. Kolkide ve Olimpos Dağları arasındaki Vardar Vadisi’nin ağzında kurulmuş olan Selanik; deniziyle, dağıyla, çiçek bahçeleriyle tablo gibi bir kentti o zamanlar. Bu kenti güzelleştiren bir tek doğası değildi elbette. Çarşısında, pazarında, dükkânında, mağazasında kentin toplumsal yapısına uygun bin bir dil konuşulur, halk birbirini anlardı. Sevgi, saygı Selanik’in simgesi olmuştu. Rum’u, Ermeni’si, Pomak’ı, Arnavut’u, Türk’ü kardeş gibi geçinip giderlerdi. Museviler, Müslümanlar, Hristiyanlar kentin çeşitli yörelerinde özgürce kendi ibadetlerini yapacakları cami, kilise, havralarını kullanır; kimse kimseyi rahatsız etmezdi. 15’ci yüzyılda Kraliçe İsabella ile Kral Ferdinand döneminde Musevilere “Ya Hristiyan olacaksınız, ya da on ay içinde İspanyayı terk edeceksiniz” deniyor. Sultan İkinci Beyazıt İspanyol Musevilerine sahip çıkıyor. Kaptan-ı Derya Hasan Paşayı donanması ile birlikte İspanya’ya gönderiyor. Bir grup Musevi’nin kurtulmasını sağlıyor. Ve onları İstanbul’a getiriyor. Bu gelen gruptan 2000 kadarını da daha sonra Selanik’e gönderiyor. Böylelikle Selanik’in yaşamına yeni bir grup giriyor. Ve ticaret birden bire canlanıyor. Yeni mağazalar, bankalar, oteller açılıyor. Yollar, caddeler, limanlar yapılıyor. Musevilerin kent yaşamına kattığı ticari canlılıktan; diğer etnik gruplar da nasibini alıyor. Hamdi Bey, Kapancılar gibi Müslüman iş adamları da çeşitli iş kollarında yatırımlar yapıyorlar. Sözün özü Selanik, Osmanlının Avrupa’daki merkezi haline geliyor. Bu gelişmeler, insanlar arasındaki geleneksel dostluğu hiç bozmuyor. Herkes birbirine saygısını sürdürüyor. Sabahın erinde, siga siga kürek çekip balığa çıkan Rum kayıkçılara hep birlikte “Kalipsarya” diyerek bol balık dileniyor; akşam dönüşlerinde meraklı gözlerle kayıkların yüklerini boşaltmaları gözleniyor. Akşamüstü çingene kadınların sattığı renk renk çiçekler, kokinolar caddelere apayrı bir güzellik veriyor.
Gelişen ticari yaşama ayak uydurup, tekstil iş kolunda mağaza açan Müslümanlardan biri de Renda’lı Rüstem Ağa’ydı. Kentin eski merkezinde, Şadırvan Mahallesi’nde , Hortacı Süleyman Efendi Camii civarında büyük bir kumaş mağazası vardı Rüstem Ağa’nın. Mağazasında dallı güllü basmalar, ağır kadifeler, Şam işi ipekliler, Selanik dokumaları top top dururdu raflarda. Selanik’in o günkü sosyetesi, Rüstem Ağa’nın mağazasından giyinirdi. Rumeli kızlarının sırtındaki zarif elbiselerin, renk renk feracelerin, üç eteklerin kumaşları Rüstem Ağa’nın mağazasından çıkardı. Belindeki Trablus kuşağından sarkan, gümüş saat kordonuyla; bir yana eğik fesiyle, kara pala bıyıklarıyla, yörük esmeri babacan bir adamdı Rüstem Aga. Boş zamanlarını Hortacı Camii’nin önündeki Asmalı Sokak Kahvesi’nde nargilesini fokurdatarak, köpüklü kahvesini yudumlayarak geçirirdi. Rüstem Ağa gözü gönlü tok, çayı içilir, yemeği yenir bir kişiydi. Anlı şanlı konağında, kumaş mağazasında onlarca insan çalışır ekmek yerdi. Ne ki, Rüstem Ağa’nın da kendince derdi vardı. Şundan ki, dört kız babası olan Rüstem Ağa’ya Allah bir oğlan evlat vermemiş, kendinden sonra mala mülke sahip çıkacak, soyunu sürdürecek bir oğlu olmamıştı. Kahvedeki konuşmalar döner dolaşır bu konuya gelir; Rüstem Aga’nın içi burkulur, malı mülkü , varlığı konağı bir anda sıfıra inerdi gözünde. Olsa ne olmasa ne, ölüp gittikten sonra el eline kalacaktı tümü.
Kızları bir bir evermiş yuvadan uçurmuştu. Bir tek Fitnat kalmıştı evde. Daha on altısındaydı Fitnat. Gözü gibi seviyordu Fitnat’ı Rüstem Ağa. Akşam olup eve geldiğinde babasını kapıda karşılıyan Fitnat, yüzünde gülücüklerle sarılıyordu boynuna. Elindekileri alıp, sırtındakileri çıkarmasına yardım ediyor, elini ayağını yıkaması için ibrikle su döküyor, havlusunu uzatıyordu babasına. Güzelliği de dilden dile dolaşıp, dünürleri çoğalıyordu Fitnat’ın. Ama babası verimkar değildi kimseye:”Daha çocuk sayılır Fitnat’ım. Feracesini atalı kaç yıl oldu ki” deyip savıyordu gelenleri.
Günlerden bir gün, Selanik yakınlarındaki Mazganlı Köyü’nden Mehmet adlı bir genç alış veriş için Rüstem Ağa’nın mağazasına geldi. Eline aldığı kumaşları yumaklayıp, denetliyor, fiyatlarını soruyordu kumaşların. Sonunda, elbiselik, gömleklik kumaşlardan seçip, kuşağından çıkardığı kesesinden ödedi parasını. Rüstem Ağa ilk kez mağazasında gördüğü bu gencin nereli olduğunu, ne iş yaptığını sordu. “Mazganlı’danım. Celeplik yapıyorum. Selanik pazarına bir kaç mal getirdik arkadaşlarla . Sattık. Üç beş parça ihtiyacı alıp köye döneceğim. Niyetim burada kalıp, bir iş tutmaktı ama, zor “ dedi. Gencin bu içten, saf anlatımı hoşuna gitti Rüstem Ağa’nın. Kendisinin de hesap kitaptan anlayan, alış veriş bilen birine ihtiyacı vardı. “Delikanlı adın ne? Kimin kimsen var mı köyde. Ne tür iş ararsın?” deyince delikanlı:”Adım Memet. Dört erkek kardeşiz. Anam babam da köyde yaşıyor.Hesaba, kitaba aklım erer. Alış-verişten anlarım” deyince içinde kımıl kımıl bir şeyler kaynadı Rüstem Ağa’nın “Benim de böyle bir oğlum olsaydı” diye geçirdi içinden. Sonra da;”Gel çalış bu dükkanda. Ekmeğin aşın, yatacak yerin benden. Giysini, içeceğin kadar tütünü verir, emeğinin de hakkını öderim”. Delikanlı hiç beklemediği bu öneri karşısında alnında biriken terleri mendiliyle silip;”Daha ne isteyim ağam; sen münasip gördüysen, biz de layık olmaya çalışırız” diyerek ellerine sarıldı Rüstem Ağa’nın.
Gün o gün; saat o saat işe başladı Memet. Her geçen gün daha da ısındı işine. Rüstem Ağa’nın da günden güne gözüne daha çok girdi. Lep demeden leblebiyi anlıyor; işe kendi işi gibi sarılıyordu Memet. İlkin kumaş toplarını indirip, kaldırmakla başladı işe;sonra mağazanın tüm işlerine el attı. Rüstem Ağa ona baktıkça “Ah şu Memet gibi benim de bir oğlum olsa, soyumu sopumu sürdürse” diye iç geçiriyordu. Akşam olunca tütün denklerinin arasına serdiği şiltelerin üstünde uyuyan Memet bir tek mağaza işleriyle değil, gerektiğinde konağın işlerine de koşturuyordu. Mağazaya gelen müşterilere ve çevre esnafa da kendini sevdiren Memet’i Rüstem Ağa zamanlı zamansız eve de yolluyor, ya aldığı yemeklikleri gönderiyor; ya da unuttuğu bir şeyi alıp getirmesini istiyordu. İşte bu gidiş gelişlerin birinde olan oldu… Memet’le Fitnat göz göze geldi. Elleri ellerine deydi. Çok geçmeden de kimsenin görmediği bir köşede buluşup fısıldaşır oldular. Memet bir türlü durumu Rüstem Ağa’ya açamıyor, içine kapandıkça kapanıyordu. Sonra, Fitnat’ın davranışlarındaki değişikliği sezen anası sorguladı kızını. Durumu öğrenince de babasına açtı meseleyi. Rüstem Ağa’nın da zaman zaman aklından geçen Fitnat’ı Memet’le everme işi kendiliğinden gelişince hoşuna gitti. Gülümsemeye başladı. “Öteki kızları nasıl yuvadan uçurduysak Fitnat da bir gün gidecekti. Memet’ten iyisi mi olacak. Efendi çocuk. Eli işe yatkın. Namuslu çocuk. Mal mülk dediğin ne ki. Hepsi geçici. Biz dünyadan el çekecek olsak, gözümüz arkada kalmaz” deyince anası haberi Fitnat’a uçurdu.
Çok geçmeden de, Memet işinden izin alarak köyüne gidip ana-babasına açtı durumu. Onların da rızasını alarak, üç beş armağan yetirip kentin yolunu tuttular. Rüstem Ağa’nın Hortacı’daki evinin kapısını çaldıklarında, Fitnat’ın yüreği duracak gibiydi. Al yanakları biraz daha kızarmış olarak, elleri titreyerek açtı konağın kapısını. Konukları anası babası da kapıda karşıladı. Konağın büyük salonuna aldılar. Şuradan buradan konuşup, kahvelerini içerken “Allahın emriyle “ diye başladı Memet’in babası. Sonra da “Kısmetse olur. Hele bir de kızımıza danışalmı. Lakin Fitnat bizim evimizin şenliği. Onsuz bu konağın tadı kalmaz. Biz isteriz ki, oğlunuz bizimle olsun. Evimizde kalsın. Bize evlat olsun. Kızımız da bizden kopmamış olur” deyince Memet’in babası; niyetimiz sizinle akraba olmak. Memet zaten kent yaşamına alıştı. Kızınızı köye getirip de ne iş tutacak. Bizim zaten üç tane gelinimiz var köyde. Sizin dediğiniz gibi olsun. Yeter ki mutlu olsunlar” deyip söz kestiler. Fitnat kız, kapı aralığından konuşulanları dinlerken sevinçten uçuyordu.
Usulen kızlarıyla konuşup, sonucu bildireceklerini söylediler. Konukları yolcu ettiler. İlkin Fitnat’la konuştu babası. Ne desin Fitnat’cık.”Siz bilirsiniz baba. Siz uygun görürseniz ben de evet derim” diye görüşünü bildirdi. İç güveyi alacakları için fazla beklemeyip, düğünü bir an önce yapmaya karar verdiler. Nasıriç’teki çiftlik evlerinde davulları çaldırıp, anlı şanlı bir düğün yapacaklardı. Gençler heyecanla o günü beklerken, Selanik’i kabus gibi bir hastalık kasıp kavurmaya başladı. Kolera dedikleri illet, bir çok canı alıp götürmeye başlamıştı. Kenti karabulutlar gibi sarmıştı kolera. Yalnızca Selanik’i değil; tüm Rumeli’yi sarmıştı. Kimine göre Selanik limanlarındaki yabancı gemilerden bulaşmıştı; kimine göre de Balkanlar’daki savaştan kaçıp Selanik’e sığınan göçmenler taşımıştı kolerayı. Şu…Bu…Tevatür çeşit çeşit. Ama yaşam sürüyor bir yandan.
Çok geçmeden iki aile yeniden bir araya gelip düğün gününü kararlaştırdılar. Üç hafta içinde hazırlıklar tamamlanıp, düğün yapılacak, gençler baş göz olacaktı. Konu komşudan bazıları, varsıl, saygın Rüstem Aga’nın kızını, yoksul bir gence iç güveysi olarak vermesini hoş karşılamıyordu. Ama Memet’in dürüst ve çalışkan olduğunu, bir evlat gibi aileye gireceğini söyleyenler çoğunluktaydı. Artık günleri sayıyorlardı. On beş… On dört… On üç. Ama koleranın sarstığı Selanikte, camilerde durmadan sela okunuyor, cenazeler ard arda kaldırılıyordu. Kolera olmadık yerlerde, olmadık kişilerde uç gösteriyor. İlkin ateş, kusma, ishal; çok geçmeden de bir yatak, bir yorgan çaput gibi halsiz bırakıp, suyunu emdikten sonra da alıp götürüyordu hastayı. On iki, on bir. Ama Fitnat’ın hali hal değil. Hastanede doktor fısıldadı kulağına babasının. “KOLERA”. Dokuz, sekiz, yedi, üç. Düğüne üç gün kala sizlere ömür! İlkin ateş, kusma, sonra da kesiksiz ishal ve halsizlik. Aman, yaman doktor, ilaç… Boş! Bir kuş yavrusu gibi, babasının kollarında can verdi Fitnat. Hortacı Camiinde selası okunurken, üç gün sonraki düğüne izin vermeyen ölüme ilenen Memet, caminin bir kenarına çekilmiş, bir yandan hüngür hüngür ağlıyor; öte yandan kınası yakılmamış geline bu illeti bulaştıran Selanik’e ileniyordu.
Kaynak:
1- Hulusi Üstün, “Türkü Öyküleri”, Pozitif, İst.2003 S. 59

Çevrimdışı erdemc28

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.985
  • 443
  • 1.985
  • 443
# 23 Tem 2007 22:37:18
Kırmızı gül demet demet,
Sevda değil bir alamet,
Balam nenni, yavrum nenni
Gitti gelmez ol muhannet
        Şol revanda balam kaldı,
        Yavrum kaldı, balam nenni...

Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle
gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...
Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''. Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!. Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın? Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü
seçmişsin sen. Hem de demet demet...

Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun. Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti... Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635. Dördüncü Murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş. Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. Mal götürüp, mal getirmişler... Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!. Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet... Memet de Memet hani... Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in. Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.

Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .Bazen de tersi oluyor . Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var... Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi. Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar. Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin. Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses; ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik. ''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı. Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları. Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi? İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!. Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya! Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.


Gurbet elde baş yastığa gelende,
Gayet yaman olur işi garibin,
Gelen olmaz giden olmaz yanına,
Bir çalıdır mezar taşı garibin.

Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına... O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. Karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan... Soluyan, nefes alan; nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor. Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali. Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''Kırmızı gül demet demet. Sevda değil bir alamet Şol Revan'da balam kaldı. Yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.

Kırmızı gül demet demet
Sevda değil, bir alamet
Balam nenni, yavrum nenni,
Gitti gelmez ol muhannet,
Şol Revan'da balam kaldı,
        Yavrum kaldı,
        Balam nenni,

Kırmızı gül her dem olmaz,
Yaralara merhem olmaz
        Balam nenni,
        Yavrum nenni,

Ol tabipten derman gelmez
Şol Revan ' da balam kaldı,
        Yavrum kaldı,
        Balam nenni.

Kırmızı gülün hazanı,
Ağaçlar döker gazalı,
Karayağızın güzeli
        Şol Revan ' da balam kaldı,
        Yavrum kaldı,



Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle  Türküler 2
İstanbul, 2001

Çevrimdışı ayşegülaslanlı

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.591
  • 2.110
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 2.591
  • 2.110
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Ağu 2007 19:27:39
Erzincana girdim türküsü

“Erzincan’a girdim ne güzel bağlar.”, Erzincan Halk Türküleri içinde en çok sevilen bir uzun havadır. Güzel olduğu kadar da acı bir gerçeği dile getirir.

Erzincan, yemyeşil beldelerimizden biridir. I. Dünya Savaşı yıllarında bu “güzel bağlar” da tıpkı o günkü Erzincanlılar gibi
hüzünlüydü . Çünkü bu bağlar terk ediliyordu. 1916 yılında, Ruslar Erzurum’u almış Erzincan’a doğru ilerliyorlardı . Halen yaşlı Erzincanlıların hatıraları arasında kalan genç nesillerin masal havası içinde dinledikleri “Muhacirlik”, binlerce Erzincanlının Anadolu içlerine göç etmesini ve aylar sonra Erzincan’a geri dönmesini hikaye eder.

Bu türkü o acı hatıraların yaşandığı hüzünlü Erzincan'ı dile getirir.


Erzincan’a Girdim Türküsü

Erzincan’a girdim ne güzel bağlar
Erzurum’a vardım dumanlı dağlar
Elleri koynunda bir güzel ağlar
Oy anam anam hallarım yaman

Yüce dağ başında çadır açarım
Nazlım seni burdan alıp kaçarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Oy anam anam hallarım ağlar

Anama söyleyin lamba yakmasın
Çuha şalvarıma uçkur takmasın
Oğlum gelir diye yola bakmasın
Oy anam anam hallarım yaman



Ayşegül Göktepe (Radyo Program Yapımcısı)

Çevrimdışı nazende77

  • Uzman Üye
  • *****
  • 258
  • 416
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 258
  • 416
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Ağu 2007 19:08:47
Bebeğin Beşiği Çamdan


Seferberlik ilan edilir Erzurum’da diğer ahalide halk yerlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda kalırlar. Osmanlı imparatorluğu zamanında memleket sınırları ta Afrika’ya kadar uzanmaktadır ki şimdiki Arap yarımadası Osmanlının hâkimiyeti altındadır.
İşte bu seferberlik zamanında Erzurumlu delikanlı da askerlik vazifesi için o zaman Osmanlının hâkimiyeti altında olan Şam’a gider. Gider ama geride yaşlı bir ana ve baba ve hamile bir eş bırakır. Hanımı aynı zamanda amcasının kızıdır. Erzurumlular iç Anadoluya göç ederler seferberlik zamanında. Seferberlik biter ve sılaya geri dönüş başlar ailede bir bayram havası vardır.
Asker olan delikanlının hanımı yolda doğum yapar aile sevince boğulur yola devam eder ama yolda ihtiyar kaynana vefat eder. Gelinle amcası olan kayınbaba yola devam ederler. Kayınpeder önde gelin arkada bebeğin beşiği de devenin sırtında yola devam ederler. Çam ağaçlarının içinden geçerek yola devam ederken devenin sırtındaki beşik ağaca takılır ve kalır. Gelin bunu görür ama söyleyemez çünkü eskiden Erzurum’da gelinler kayınbabalarına karşı yaşmak çekerler ve konuşamazlardı. Gelin de aynen yaşmaklı olduğu için ve saygıdan konuşamadığı için bebeğim takıldığını görür ama söyleyemez. Zaten bunun yanında kayınpederde çok sert mizaçlı bir adamdır. Erzurumun havası da serttir insanı da. Ama bu sert mizacın altında misafirperver ve hoş görülü bir insan vardır.
Gelinle kayınbaba belli bir zaman sonra mola verirler. Kayınbaba devenin üstündeki bebeği kontrole gider bakmaya ne baksın bebek yok. Geline sorara gelin konuşmaz konuşamaz kafasıyla işaret eder anlatır dönerler geriye çam ağacının da salınan beşiği bulurlar ama bebek yoktur. İçleri yanar konuşmayan gelin artık içi yanmıştır ana yüreği evladını kaybetmiştir ve başlar söylemeye...

Bebeğin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan
Bey babası gelir Şam’dan
Nenni nenni nenni nenni

Çevrimdışı zelihagok

  • Uzman Üye
  • *****
  • 394
  • 13
  • 394
  • 13
# 16 Ağu 2007 19:19:05
Kırmızı Gül Demet Demet

Kırmızı gül demet demet,
Sevda değil bir alamet,
Balam nenni, yavrum nenni
Gitti gelmez ol muhannet
        Şol revanda balam kaldı,
        Yavrum kaldı, balam nenni...

Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle
gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...
Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''. Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!. Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın? Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü
seçmişsin sen. Hem de demet demet...

Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun. Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti... Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635. Dördüncü Murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş. Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. Mal götürüp, mal getirmişler... Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!. Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet... Memet de Memet hani... Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in. Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.

Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .Bazen de tersi oluyor . Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var... Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi. Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar. Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin. Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses; ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik. ''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı. Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları. Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi? İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!. Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya! Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.


Gurbet elde baş yastığa gelende,
Gayet yaman olur işi garibin,
Gelen olmaz giden olmaz yanına,
Bir çalıdır mezar taşı garibin.

Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına... O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. Karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan... Soluyan, nefes alan; nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor. Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali. Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''Kırmızı gül demet demet. Sevda değil bir alamet Şol Revan'da balam kaldı. Yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.

Kırmızı gül demet demet
Sevda değil, bir alamet
Balam nenni, yavrum nenni,
Gitti gelmez ol muhannet,
Şol Revan'da balam kaldı,
        Yavrum kaldı,
        Balam nenni,

Kırmızı gül her dem olmaz,
Yaralara merhem olmaz
        Balam nenni,
        Yavrum nenni,

Ol tabipten derman gelmez
Şol Revan ' da balam kaldı,
        Yavrum kaldı,
        Balam nenni.

Kırmızı gülün hazanı,
Ağaçlar döker gazalı,
Karayağızın güzeli
Şol Revan ' da balam kaldı,
Yavrum kaldı,

Çevrimdışı MALİKE

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 216
  • 7
  • 216
  • 7
# 17 Ağu 2007 23:54:33
pek türkü sevmem ama eskiden şarkılar ne kadar anlamlıymış şimdi ise bir o kadar anlamsız.Demekki eskiden sevgiler yürektenmiş ki izleri bugünlere kadar gelmiş.Belki de bu yüzden bu günkü parçalar tutulmuyor.Dilden kalbe inmediği için

Çevrimdışı MALİKE

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 216
  • 7
  • 216
  • 7
# 18 Ağu 2007 22:55:15
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
       BİTLİSTE BEŞ MİNARE
Rus işgali sırasında Bitlis, bir harabe şehir görüntüsü alır. Düşmanın çekilmesinden sonra savaş esnasında Bitlis'ten kaçan bir baba ve oğul, Bitlis'e dönmek üzere yola çıkarak şehre hakim konumdaki Dideban Dağı eteğine varırlar. Baba, şehirde canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre gönderir. Bir süre sonra oğul geri döner ve uzaktan babasına şöyle seslenir:
"Şehirde yaşama dair hiçbir iz yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış."
Bunu duyan baba yıkılır, diz çöker ve şöyle bir ağıt yakarak oğlunu yanına çağırır.
Bitlis'te beş minare, beri gel oğlan beri gel.
Yüreğim dolu yare, beri gel oğlan beri gel.
Bu ağıt zamanla türkü ve manilere konu olarak günümüze kadar gelmiştir.
 bu türküyü iyi öğrensem iyi olacak sanırım

Çevrimdışı mylife84

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.930
  • 1.263
  • 1.930
  • 1.263
# 26 Şub 2008 16:45:38
Paylaşım için teşekkürler öğretmenim.

Çevrimdışı kilavuzum

  • Uzman Üye
  • *****
  • 247
  • 56
  • Türkçe Öğretmeni
  • 247
  • 56
  • Türkçe Öğretmeni
# 26 Şub 2008 20:26:50
     Türkü aşığı biri olarak teşekkür ediyorum.

Çevrimdışı tamerr

  • Uzman Üye
  • *****
  • 363
  • 60
  • 363
  • 60
# 26 Şub 2008 20:40:34

Her şarkı türkü bir çilenin ürünü.
Bu güzel paylaşım için teşekkürler.

Çevrimdışı a.badem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.500
  • 19.444
  • 8.500
  • 19.444
# 26 Şub 2008 22:16:27
Çok Sevdiğim Hastane önünde Incir Ağaci Türküsünün Hikayesi

 
Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç asker'de vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez., İstanbul'da kalır.

Hastane önünüde incir ağacı

Doktor bulamadı bana ilacı

Baştabib geliyo zehirden acı

Garip kaldım yüreğime dert oldu

Ellerin vatanı bana yurt oldu

Mezarımı kazın bayıra düze

Benden selam söyleyin sevdiğim gıza

Başına koysun, karalar bağlasın

Gurbet elde kaldım diye ağlasın
 

Çevrimdışı vefali

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 132
  • 173
  • 132
  • 173
# 26 Şub 2008 22:30:07
herkesin emeğine sağlık

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK