Makaleler Buraya :)

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 07 May 2015 20:45:16
Ünlü Psikolog Peter Gray’den Bilgisayar Oyunlarına Farklı Bir Bakış

Yaptığım pek çok konuşmada bana aileler tarafından en çok sorulan sorulardan biri, çocuklarının bilgisayar oyunu saatlerini kısıtlamanın iyi bir fikir olup olmadığı. Bazı aileler ise bana, “aklı başında her ailenin yapması gerektiği gibi” çocuklarının bilgisayar oyunu saatlerini hatta tüm ekran saatlerini zaten kısıtladıklarını söylüyor.

Beni tanıyanlar belki cevabımı tahmin edecektir. Çocukların, boş zamanlarını nasıl değerlendirecekleri konusunda doğru seçimler yapma becerisine sahip olduklarına dair güçlü bir inancım var. Kendi seçimlerini kendileri yaptıkları sürece tabii ki. Bazı çocuklar sadece tek bir şeyle çok uzun zaman geçirebiliyorlar. Ve bazı yetişkinler bunda bir problem olduğunu düşünüyor, çünkü onlar (yetişkinler) asla böyle bir seçim yapmıyorlar. Ancak benim deneyimlerime göre, eğer çocuklar oynama ve farklı yollarla keşfetme konusunda gerçekten özgürlerse ve bunun sonucunda sadece “tek bir yolla” oynuyor ya da keşfediyorlarsa, bunu, yaptıkları şeyden gerçekten anlamlı bir şey çıkardıkları için yapıyorlar.

Bence çocuklara ne yapmaları ya da ne yapmamaları gerektiğini söylemek her zaman bir hatadır. Ev işleri konusunda yapmaları gereken şeyleri sıralamak ve başka insanları üzecek şeyler yapmamaları gerektiğini söylemek dışında. Çocuklarımızı kendi tercih ettikleri şekilde oynamaktan ya da keşfetmekten alıkoyarsak, onlarla aramızdaki “duvara” bir tuğla daha eklemiş oluruz. Çünkü onlara özünde şunu söylemiş oluyoruz: “Kendi hayatını kontrol etme konusunda sana güvenmiyorum.” Bence bugün çocuklar çok fazla bilgisayar oyunu oynamaktan ya da çok fazla ekrana maruz kalmaktan değil, hayatlarındaki aşırı yetişkin kontrolünden ve yeteri kadar özgür olamamaktan muzdaripler.

Gerçekten özgür olan çocuklar kendileri için neyin iyi olduğunu bilirler. Özellikle de boş zamanlarını nasıl geçirmeleri gerektiğini. Her çocuk farklıdır, tıpkı her yetişkinin farklı olması gibi. Çocukların kafalarının içine girip bizim hiç anlamadığımız bir şeyden ne kazandıklarını bulamayız. Yıllarca, aşırı derecede aptalca olduğunu düşündüğüm televizyon programlarını izlemek için ekran başında saatlerini geçiren bir çocuk tanıyorum. Ancak zaman geçtikçe onlardan çok şey öğrendiğini fark ettim. Yeni ve farklı yollarla düşünmeyi öğreniyordu.

Programların aptalca yönlerinin – en az benim kadar – farkına varıyordu, ama aynı zamanda zekice yönlerini de görüyor ve onları analiz ediyordu. Bu bilgiler lisedeki oyunlarda rol alan bir oyuncu olarak yeteneğine çok şey kattı. Bu programları izlerken kafasının içinde bazı bölümleri oynuyordu aynı zamanda. Programlar, insan psikolojisinin belli yönlerine duyduğu hayranlığı da besliyordu. Şimdi en büyük hayali bir klinik psikolog olmak.

Saatlerce kitap okuyan çocuklar da biliyorum. Belki günde 10 saat boyunca sadece oturup kitap okuyan ve başka hiçbir şey yapmayan! Ben çocukken bile böyle çocuklar vardı. Benimle balığa çıkmak varken neden oturup kitap okuduklarını asla anlayamadım. Boşa geçen zaman! Ama asla çocuklarının kitap okuma saatini kısıtlayan bir aile tanımadım. Neden bir çocuğun günde 4 ya da 5 saatini bilgisayar ekranı başında geçirmesinden ve yapmak istediği bir şeyi yapmasından endişe ediyoruz da aynı çocuğun okulda 6 saat boyunca oturmasından, sonra üstüne birkaç saat de ödev yapmasından ve üstelik tüm bunları başkaları onu zorladığı için yapmasından endişe etmiyoruz ki?

Bir çocuğun bilgisayar başında, okulda öğrendiğinden daha değerli şeyler öğrenebileceği olasılığını da gözönüne almanızı istiyorum sizden. Bilgisayar aktivitesinin bireysel bir seçim olduğunu, okul aktivitesinin ise hiç de öyle olmadığını da unutmayın.

Bilgisayarlar modern toplumun en önemli araçları. Neden çocukların onlarla oynama fırsatlarını kısıtlayalım ki?

Çocukların bilgisayar saatlerini kısıtlamak, avcı-toplayıcı yetişkinlerin çocuklarının ok ve yay saatlerini kısıtlamalarına benziyor. Çocuklar, etraflarına bakmak ve içinde doğdukları kültürde “hayatta kalabilmek” için neleri bilmeleri gerektiğini anlamak üzere “tasarlanarak” dünyaya gelirler. Bu konuda yetişkinlerden daha başarılıdırlar. Bu yüzden dili bu kadar hızlı öğrenirler. Çevrelerindeki dünya hakkında yetişkilerden daha hızlı bilgi sahibi olurlar. Bu yüzden göçmen ailelerin çocukları yaşadıkları yeni yerdeki akranları tarafından konuşulan dile, ailelerinin konuştuğu dilden daha fazla ilgi gösterirler. Ayrıca bu yüzden ne zaman yeni bir teknolojik gelişim olsa, çocuklar onu kullanmayı ailelerinden daha hızlı öğrenirler. Çocuklar içgüdüsel olarak başarılı olmak için öğrenmek zorunda olduklarını bilirler.

Neden “otoritelerden” – Amerikan Pediyatristler Akademisi dahil – sürekli çocuklarımızın bilgisayar saatlerini kısıtlamamız gerektiğina dair uyarılar alıyoruz. Bence bu korkunun kaynağının bir bölümü, daha “yaşlı” insanlar olarak teknolojiye ve yeni medyaya güvenmeme eğilimimizden geliyor.

Ünlü filozof Platon, tiyatro oyunlarının ve şiirlerin, gençler üzerindeki zararlı etkileri yüzünden yasaklanması gerektiğini söylemişti. Yazı ortaya çıktığında ve teknik olarak kolaylaştığında ve gençler tarafından coşkuyla benimsendiğinde, bazı yetişkinler bunun gençlerin zekasını azaltacağını ve hafızalarını kullanmamalarına sebep olacağını söylemişti. Basılı romanlar ulaşılabilir hale geldiği zaman, çoğu yetişkin bunun gençleri, özellikle genç kızları, ahlaki yozlaşmaya sürükleyeceğini söylemişti. Televizyonlar insanların evlerine girmeye başladığında, olası fiziksel, psikolojik ve sosyal zararlarına karşı uyarı bombardmanına tutulmuştuk. Şimdi aynı şey bilgisayar oyunları için geçerli.

Bilgisayar oyunları ilk çıktıkları günden itibaren “korku tacirlerinin” saldırısına uğradı. Bu saldırılar hala azalmadı. Eğer Google’da bilgisayar oyunlarının zararlı etkileri ile ilgili bir arama yapsanız, her türlü korkutucu iddiayı görebilirisiniz. Bir internet sitesi bilgisayar oyunlarının depresyona, fiziksel agresyona, kötü uyku alışkanlılarına, somatik şikayetlere, obeziteye, dikkat bozukluklarına sebep olabileceği konusunda uyarıyor. Liste o kadar uzun ki, atladıkları tek rahatsızlık akne gibi görünüyor.

Bilgisayar oyunları ile ilgili en yaygın şikayetler şunlar: Sosyal izolasyona sebep olmaları (1), açıkhava aktivitesi fırsatlarını azaltmaları ve bu yüzden obezite ve sağlık problemlerine sebep olmaları (2), eğer oyunlar şiddet içeriyorsa çocukları şiddete eğilimli hale getirmeleri. Görünüşe göre ilk iki madde kitap okuma için de geçerli olabilir. Üçüncü maddeye gelirsek… Neden anime karakterleri bilgisayar oyunlarında öldürüyormuş gibi yapmanın, Hamlet’in üvey babasını öldürmesini okumaktan daha kışkırtıcı olduğunu düşünüyoruz? Ve evet, çocuklara okulda Hamlet’i okutuyoruz.

Araştırmalar bilgisayar oyunlarının zararlı etkileri hakkındaki mitleri çürütüyor.

Eğer güncel araştırmalara bakarsanız, “korku tacirlerinin” iddialarını destekleyen çok az hatta neredeyse hiç kanıt bulamazsınız. Oysa bu iddialara karşı olan önemli kanıtlar var elimizde. Sistematik olarak yapılan anketlere göre bilgisayar oyunu oynayanlar, oynamayan akranlarına göre fiziksel olarak daha fit, daha az obez, açıkhavada oynamaktan daha fazla keyif alan, daha sosyal ve daha toplumsal düşünen insanlar.[1]

Hollanda’da dört şehirde birden yapılan geniş ölçekli başka bir araştırma ise odasında bir bilgisayar ya da TV seti olan çocukların, ekran oyunlarına kolay ve kişisel erişimi olmayan çocuklara göre açık havada oynamaya daha meyilli olduklarını ortaya çıkardı.[2]

Pew Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir başka araştırma, bilgisayar oyunlarının sosyal izolasyona sebep olmadığı gibi aksine genç insanların akranlarıyla ve toplumla daha fazla bağ kurmalarını sağladığını söylüyor.[3]

Bir başka araştırma ise niteliksel olarak bilgisayar oyunlarının sosyal etkileşimi ve arkadaşlığı arttırdığını öne sürüyor.[4]
Çocuklar diğer oyuncularla hem kişisel olarak hem de online olarak arkadaş oluyorlar. Birbirleriyle oyunları hakkında konuşuyorlar, birbirlerine stratejiler öğretiyorlar ve genellikle beraber oynuyorlar (ya aynı odada ya da online olarak).
Şiddete gelirsek… Şiddet içeren bilgisayar oyunlarının gerçek dünyada şiddete neden olma etkisi üzerine yapılan çok sayıda araştırma, bu etkinin son derece az ya da neredeyse hiç olmadığını ortaya koyuyor. [5]
 Hepimiz için şaşırtıcı olan bir başka bulgu da, bilgisayar oyunlarının sürekli artış gösterdiği yıllar içinde gençlerin şiddete eğilimlerinin sanılanın aksine azalması. [6]

Bilgisayar oyunlarının artışının dünyadaki şiddeti azalttığını iddia etmeyeceğim. Ancak bu tür oyunların insanların kin ve düşmanlık duygularını kontrol etmeyi öğrenmelerine yardımcı olduğuna dair bulgular da var. [7]

Bilgisayar oyunlarının beyin gücü üzerinde pek çok pozitif etkisi bulunuyor.

Ve işte pozitif etkiler… Bilgisayar oyunlarının zihinsel gelişim üzerindeki olumlu etkilerine yönelik çok sayıda araştırma var. Araştırmalar, hızlı tempolu aksiyon bilgisayar oyunları oynamanın, oyuncuların görsel-uzamsal beceri testlerinden (standart IQ testlerinin bileşenleri dahil) aldıkları puanları arttırdığını söylüyor. [8]
Başka araştırmalar bilgisayar oyunlarının (oyunun türüne bağlı olarak) hafıza, eleştirel düşünme ve problem çözme ölçümlerinde de puanları arttırdığını ortaya koyuyor. [9]
 Buna ek olarak, daha önce okuma ve yazmaya az ilgi duyan çocukların, online bilgisayar oyunlarındaki metin bazlı iletişim dolayısıyla daha ileri okuryazarlık becerileri edindiklerini gösteren araştırmaların sayısı da artmaya başladı.[10]
Fokus gruplarında ve anketlerde çocuklara bilgisayar oyunlarıyla ilgili en çok neyi sevdikleri sorulduğunda, genellikle özgürlük, özyönetim ve yetkiden bahsediyorlar.[11]
Oyunda kendi kararlarını kendileri veriyorlar ve kendi seçimlerinin getirdiği mücadeleleri vermek için büyük çaba gösteriyorlar. Okulda ve yetişkin hakimiyetindeki diğer yerlerde, çocuklara sürekli talimata ihtiyaç duyan “budalalar” gibi davranılıyor. Oysa oyunda yönetim onlarda. Zor problemleri çözebiliyorlar ve sıradışı yeteneklerini ortaya koyabiliyorlar. Oyunda önemli olan yaş değil, beceri. Bu gözle bakarsanız, bilgisayar oyunlarının gerçek oyunun bir benzeri olduğunu görürsünüz.

Sonuç olarak eğer çocuklarınızın bilgisayar oyunu saatlerini kısıtlayıp kısıtlamamanız gerektiği konusundaki fikrimi soruyorsanız, cevabım kısıtlamayın olacaktır.

Yazıdaki araştırmaların kaynağı için: [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Kaynak: [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 20 Tem 2015 00:31:29
Çocukların Oyunla Öğrenmesine İzin Verin

David Kohn

Bundan yirmi yıl önce, kreşteki, ana sınıfındaki, hatta bir ve ikinci sınıftaki çocuklar zamanlarının çoğunu oyun oynayarak geçirirlerdi: Bloklarla inşaat yapmak, kendi kafalarında ya da sınıf arkadaşlarıyla hayali dünyaları çizmek ya da yaratmak gibi… Ancak giderek artan bir şekilde, bu faaliyetler yerine genellikle daha büyük sınıflarda öğretmen öncülüğünde kullanılan, öğretici yönergeler tercih edilmektedir. Şu anda birçok okulda, formel eğitim 4 ya da 5 yaşında başlamaktadır. Bu konuya ilişkin düşünce, bu erken başlangıç olmadan çocukların okuma ve matematik gibi önemli konularda geride kalarak, diğerlerine asla yetişemeyeceği yönündedir.

Aslında fikir son derece açıktır: Daha erken başlamak daha fazla öğrenmek anlamına gelmektedir; erken kalkan yol alır.

Ancak sayıları giderek artan bir grup bilim insanı, eğitim araştırmacısı, ve eğitimci bu yaklaşımın uzun vadeli başarıyı geliştirdiği yönünde pek az kanıt olduğunu ifade etmektedirler; gerçekte bunun tam tersi yönde, potansiyel olarak duygusal ve bilişsel gelişimi yavaşlatıcı, gereksiz stres yaratıcı ve hatta çocukların öğrenmeye yönelik arzularını azaltıcı bir etkisi olabilir.

Kısa zaman önce bu konu hakkında görüştüğüm bir uzman, Cambridge’deki Lesley Üniversitesi’nden emekli bir eğitim profesörü Nancy Carlsson-Paige, bu eğilimi “çocukların nasıl öğrendiğine ilişkin derin bir yanlış anlama” olarak tanımlıyor. Düzenli olarak okullara yaptığı ziyaretlerde, daha genç öğrencilerin yönergeleri kavramak için debelendiğini gördüğünü ifade eden Carlsson-Paige: “Bunu defalarca kez birçok sınıfta gördüm, çocuklara sıralara oturmaları ve gördükleri harfleri yazmaları söyleniyor. Çocuklar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Bu çok üzücü bir şey.” diyor.

Öğretmen öncülüğündeki erken öğrenmeye şüpheyle yaklaşan kesimin de gördüğü üzere, bu tarz bir eğitim keşfeden ve inovasyon yapan kişiler yetiştirmekte başarısız olacak, sadece bilginin pasif tüketicisi olan insanları, inovasyon yaratan insanlardan ziyade, takipçileri yetiştirmeyi başarabilecek. 21. Yüzyıl için ne tür yurttaşlar istiyoruz?

Birçok ölçüt açısından Amerika’nın eğitimdeki başarısı diğer ülkelerin gerisinde olmakla birlikte, özellikle yoksul ve azınlık kökenli olan milyonlarca Amerikalı öğrenci ulusal normların da oldukça altında kalmaktadır. Formel eğitimin erken başlamasını destekleyenler bu sayede her iki açığın da kapatılabileceğini ifade etmektedirler.

Ancak bu hareketler iyi niyetli olsa da saptırılmaktadır. Finlandiya ve Estonya’yı da kapsayan birçok ülkede zorunlu eğitime 7 yaşına kadar başlanmamaktadır. Ulusal eğitim seviyelerinin kıyaslandığı yakın zamanda yapılan karşılaştırmaya göre (the Program for International Student Assessment), her iki ülke de matematik, fen ve okuma derslerinde Amerika’dan daha yüksek sıralamalarda yer almaktadırlar.

Kuşkusuz bu ülkeler Amerika Birleşik Devletleri’ne kıyasla daha küçük, eşitsizliklerin daha az olduğu, daha az çeşitliliğe sahip ülkelerdir. Bu gibi durumlarda eğitim ile ilgili konular daha az zorlayıcı olmaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinde ise 7 yaşında okula başlama durumunun işlemesi daha zordur: engelli olsun ya da olmasın, birçok küçük çocuk, gelecekteki okul başarısını geliştirecek bir faaliyet yapmayıp gün içerisinde saatlerce TV izliyor… Ama görevin karmaşıklığı fazla yapılandırılmış sınıfların birçok küçük çocuğa fayda sağlamadığı gerçeğini de gizlememeli.

Bazı araştırmalar okuma ya da diğer alanlardaki erken eğitimin bazı öğrencilere yardımcı olabileceğini ifade etmektedir, ancak bu destekler geçici görünmektedir. Almanya’daki Alanus Üniversitesi’nde eğitim alanında çalışan bir araştırmacı olan Sebastian P. Suggate tarafından 2009’da yapılan bir çalışma, elliden fazla ülkede 15 yaşındaki yaklaşık 400,000 gence odaklanmış ve erken yaşta okula başlamanın herhangi bir avantaj sağlamadığı sonucuna ulaşmıştır. 2012 yılında Dr. Suggate’in yayımladığı bir diğer çalışmada ise birkaç yıl boyunca 83 öğrenci incelenmiş, okula beş yaşında başlayanların daha geç başlayanlara kıyasla okuduğunu kavrama yeteneğinin daha düşük olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

Bir diğer çalışma erken yaşta başlayan didaktik eğitimin akademik performansı kötüleştirebildiğini ortaya koymuştur. University of North Florida’da psikoloji profesörü olan Rebecca A. Marcon, “akademik yönelimli”, “çocuk merkezli” ve ikisinin ortası bir okul öncesi sınıfına katılan, 343 çocukla çalışmıştır. Birkaç yıl sonra, üçüncü ve dördüncü sınıflarda, çocukların performansına bakan Marcon, didaktik eğitim alanların oyunla öğrenme fırsatı verilen çocuklara göre anlamlı derecede düşük notlar aldığı sonucuna ulaşmıştır. Dr. Marcon, çalışmasında “birçok çocuğun gelişimsel seviyesine göre oldukça erken bir dönemde formel öğrenme deneyimleri sunan aşırı akademik okul öncesi deneyimleri tarafından çocukların ilerlemeleri yavaşlatılmış olabilir” ifadesini kullanmıştır.

Ama yine de birçok eğitimci okul süresince oyuna ayrılan süreyi azaltmak istemektedir. Cambridge University’de bu konuyu onlarca yıldır çalışan psikolog David Whitebread, “Oyun hiçbir şey kazandırmayan olgunlaşmamış bir davranış olarak algılanıyor genelde” diyor; ve ekliyor “Ancak bu gelişimleri için olmazsa olmaz bir şey. Azimle devam etmeyi, dikkatlerini kontrol etmeyi, duygularını kontrol etmeyi öğrenmeleri gerekir; ve çocuklar bunları oyun oynayarak öğrenirler.”

Geçtiğimiz 20 yıl süresince bilim insanları çocukların nasıl öğrendiklerine ilişkin daha fazla şeyi anlayabilmişlerdir. San Diego’daki University of California’da bir nörobilimci olan Jay Giedd, kariyerini insan beyninin doğumdan ergenliğe kadar gelişimi hakkındaki çalışmalar üzerine kurmuştur. Giedd, 7 ya da 8 yaşından daha küçük çocukların didaktik açıklamalardansa aktif keşiflere daha uygun olduğunu ifade etmekle birlikte, fazla yapılandırılmış bir eğitim sisteminin (over-structuring) sorununun keşif hevesini kırması olduğunu söylemektedir.

Okumak, özellikle aceleye getirilmemelidir. Bu yetenek sadece 6,000 yıldır söz konusu olmaktadır, dolayısıyla kağıt üzerindeki işaretleri karmaşık anlamlara dönüştürmek beynimize önceden yerleştirilmiş bir bilgi değildir. Diğer karmaşık yetenekler, mesela yürümek gibi “doğal olarak” gelişmez, teşvik edilebilir ama zorlanamaz. Okulların şu anda sıklıkla yapmaya çalıştıkları şey tam da budur. Bu, bir okul öncesi eğitime erişimi artırmamalıyız ya da engelli çocuklar için erken eğitimi iyileştirmemeliyiz önerisi değildir. Ancak sosyoekonomik geçmişleri ne olursa olsun çocukların aldıkları erken eğitim onların gelişimine gerçekten yardımcı olmalıdır. Eğitim politikasını yapan kişilerin bu bilime dikkat etmeye başlamalarını ümit etmeliyiz.

Kaynak: [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çeviri: Miray Baybars

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 21 Tem 2015 12:13:40
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

"Çocukların Oyunla Öğrenmesine İzin Verin" başlıklı yazı için teşekkür ederim.

Yazı ile ilgili düşüncelerimi paylaşmayı faydalı buluyorum.

Öncelikle "çocuk" kelimesi ile ifade edilenin ne olduğunu iyi anlamak gerekir.

Çocuk, ergen olmamış insan (cinsiyet farklılığını kavramamış insan).
Çocuk, (resmi) temel eğitime başlamamış insan.
Çocuk, temel eğitimini tamamlamamış insan.
Çocuk, evlenmemiş insan :)
Çocuk, askerliğini yapmamış insan.
...

İkinci olarak "oyun" kelimesi ile ifade edilenin ne olduğunu anlamak gerekir.

Oyun, kriket, futbol, voleybol, basketbol, tenis, bilardo, pinpon, bowling vs. dir.
Oyun, elektronik aletlerle gerçekleştirilen her türlü faaliyettir.
Oyun, arkadaşlarla birlikte geçirilen zamandır.
...

Yapılan hatalardan biri de tüm "çocukları" aynı kefeye koymaktır.
3 yaşındaki yeğenim, babasının telefonu çaldığında ekrana bakıp kimin aradığını söyleyebiliyor.
Tablet bilgisayardaki oyunları açıp oynayabiliyor.
İstanbul - İzmit arasındaki trafik levhalarını "OKUYABİLİYOR" vs.

Sürekli temel öğretim seviyesindeki çocuklarla vakit geçirmek ZORUNDA KALAN bir çocuk temel eğitime başlamadan temel eğitimde hedeflenen tüm becerilere sahip olabiliyor.

Son söz :
Tüm genellemeler yanlıştır :)
Temel eğitime başlamak için tavan yaş sınırı olabilir. Taban yaş sınırı olmamalıdır.
Çocuğun istek ve kabiliyeti ile doğru orantılı olarak temel öğretime başlanmalıdır.
Temel eğitimi / öğretimi oyun ambalajı içinde vermek mümkündür.

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 01 Eyl 2015 21:03:41
Teknoloji Ergenlerin Sosyalleşmesini Nasıl Etkiliyor?

Daha gerçekleşmesine bir hafta olan bir buluşma için çok önceden gerilim yaşamak, marketteki kasiyerle konuşma sırası gelmeden önce daha sırada beklerken elleri titremek, yolda bir tanıdığa rastlamaktan endişe etmek… Sosyal anksiyete bozukluğu olan insanlar için bu tür basit sosyal etkileşimler bile çok zorlayıcı olabiliyor. Sosyal anksiyetenin belirtileri genellikle ergenlik dönemi civarında ortaya çıkıyor. Yani insanların sosyal etkileşime ve akran grupları içindeki konumlarına çok daha fazla anlam yüklemeye başladıkları dönemde. Ancak bazı bilim insanları, daha fazla teknoloji erişiminin ergenler arasında sosyal anksiyeteyi artıracağından korkuyor. Özellikle de akıllı telefonların, tabletlerin ve bilgisayarların sınıfın içinde ve dışında, her zaman ve her yerde olmasından dolayı. Ve her ne kadar öğretmenler bu cihazları giderek daha fazla oranda öğrenme aracı olarak kullanmaya başlasa da, onlar da sosyal anksiyete dalgasının yayılmasında bir rol oynuyorlar.
“Eğer 7/24 teknolojiye yapışık bir şekilde yaşıyorsak, bunun mutlaka sosyal beceriler üzerinde bir etkisi olacaktır. Bu çok doğal” diyor Kaliforniya Üniversitesi gazetecilik profesörü Tamyra Pierce. Teknoloji ve sosyal davranış arasındaki net ve açık bağlantı, bu aletleri destekleyen öğretmenlerin öğrencilerinin sosyal becerilerini asla göz ardı etmemesi gerektiğini gösteriyor.

Amerikan Anksiyete ve Depresyon Derneği’nin verilerine göre tahmini olarak 15 milyon Amerikalı, sosyal anksiyete bozukluğundan muzdarip ve belirtiler genellikle 13 yaş civarında ortaya çıkıyor. Utangaç olmanın ötesinde bir şey olan sosyal anksiyete, insanların, çevresindekilerin yargılarından ve kendilerini incelemelerinden korkmalarına sebep oluyor. Sosyal anksiyetesi olan insanlarda genellikle depresyon gibi eş zamanlı bozukluklar da görülüyor. Sosyal anksiyete, kişinin hayatını, akademik performanstan özsaygıya kadar hemen her bakımdan etkiliyor. Çok şiddetli vakalarda ise sosyal anksiyete kişiyi aşırı güçsüzleştirerek, her türlü sosyal karşılaşmadan kaçmak amacıyla halka açık yerlerden uzaklaştırıp yatağa kadar düşmesine sebep olabiliyor. Ancak Washington Üniversitesi psikoloji profesörlerinden Thomas Rodebaugh‘a göre hemen herkes az da olsa sosyal anksiyeteden muzdarip. “Aslında hiç sosyal anksiyete yaşamayan biri hakkında daha fazla endişelenmeliyiz” diyor Rodebaugh.

Sosyal anksiyete kişiden kişiye değişiyor. Dolayısıyla teknoloji ve sosyal anksiyete arasındaki ilişkinin bulanık olduğunu ve duruma göre çeşitlilik gösterdiğini söylemek yanlış olmaz. Örneğin sosyal anksiyete yaşayan bazı insanlar için teknoloji sosyal etkileşimi artırabilir. 2012 yılında yapılan bir çalışmaya göre özgüveni düşük olan ve akranlarıyla kendileri hakkında yüz yüze konuşmaya isteksiz olan kişiler, Facebook’tan kişisel bilgi paylaşma konusunda daha rahat hissedebiliyorlar. 2006 yılında yapılan başka bir çalışmaya göre ise sosyal medya bazı insanların “topluluk ve bağlılık” duygularını güçlendirebiliyor. Pierce, karşı cinsle konuşma endişelerine rağmen duygularını teknoloji yoluyla ifade edebilen ergenleri hatırlatıyor. “Online olarak her şeyin iyi gittiğini hissettiklerinde, yüz yüze konuşmaya daha kolay devam edebiliyorlar” diyor Pierce. “Bu durumda anksiyete, teknoloji kullanımıyla azalıyor. Ancak bu bir ‘istisnalar kaideyi bozmaz’ durumudur.”

Ona göre bu durum bir istisna, çünkü Pierce, öğretmenlik hayatı boyunca sürekli internete bağlı yaşayan öğrencileri arasında sosyal anksiyete konusunda bir artışa şahitlik ettiğini söylüyor. “Bugün genç insanlar gözlerinizin içine bakamıyorlar, sizinle özel olarak konuşma konusunda endişe duyuyorlar.”

Bu gözlemlerin ardından Pierce, teknoloji ve sosyal anksiyete arasındaki bağı ölçmek için 2009 yılında bir çalışmaya imza atmaya karar veriyor. Pierce bu çalışmada ergenlere, anlık mesajlaşma gibi “sosyal olarak interaktif olan teknolojileri” ne sıklıkta kullandıklarını sordu. Ardından insanlara yüz yüze konuşma konusunda kendilerini ne kadar rahat hissettiklerini değerlendirdi. Çalışmanın sonunda şöyle bir sonuca ulaştı: Öğrenciler online iletişim yöntemlerini ne kadar fazla kullanırlarsa, yüz yüze iletişimde o kadar fazla sosyal anksiyete belirtisi gösteriyorlardı. Ayrıca ergen kız öğrenciler, erkek akranlarına göre daha fazla anksiyete yaşıyorlardı.

Bu sonuçlar Pierce’ı bir “tavuk-yumurta” problemiyle baş başa bırakmıştı: “Acaba biriyle yüz yüze konuşma konusunda daha yüksek anksiyete duygusunu yaratan şey teknoloji kullanımı mıydı yoksa daha fazla sosyal medya kullanımına iten şey sosyal anksiyete miydi?” Öyle ya da böyle, Pierce yine de ergenlerin sosyal medyayı birebir ilişki kurmanın yerine koydukları bir “destek” olarak kullandıklarını iddia ediyor. “Bence bu konuda çok daha fazla araştırma yapılması gerekiyor. Ancak ben cep telefonlarının aşırı kullanımı nedeniyle ergenlerin yüz yüze konuşmayı tercih etmediklerini gözlemliyorum. Bu onların sosyal becerilerinin gelişimine engel oluyor.”

Psikolog Rodebaugh ise ergenler arasında görülen sosyal anksiyete hakkında teknolojiyi suçlama konusuna şüpheci yaklaşıyor. “Öğrencilerimin yaptığı bazı araştırmalardan gördüğüm şey şu: Eğer gelecekte bir gün görmeyi beklediğiniz insanlarla etkileşime geçmek için Facebook’a giren biriyseniz, onlarla gerçek hayatta da bir gün etkileşime geçiyorsunuz” diyor Rodebaugh. “Teknolojiyi bu şekilde kullanmanın negatif bir etkisi olduğuna dair hiçbir kanıt yok” diye ekliyor. Ancak yine de Rodebaugh’a göre ergenlik bir insanın sosyal gelişimindeki en önemli dönemlerden birisi ve bu yüzden sosyal anksiyete ve teknoloji arasındaki ilişkiyi araştırmayı planlayan araştırmacıların mutlaka incelemesi gereken bir dönem.

Pierce’ın araştırmasını tamamladığı yıldan bu yana dijital iletişim çok daha yaygınlaştı. 2011 ve 2013 yılları arasında akıllı telefonu olan ergenlerin oranı yüzde 23′ten 37′e yükseldi. 2012′de ergenlerin yüzde 81′i sosyal medyanın bir çeşidini kullandı.

Hem Pierce hem de Rodebaugh, sınıflarında daha fazla laptop ve akıllı telefon gördüklerini ekliyor. Mesaj ve Facebook bildirisi sesleri, öğrencilerin dikkatini dağıtıp onları yüz yüze etkileşimden kopararak dijital iletişimin sanal dünyasına sokuyor. 2013 yılında yapılan bir çalışma, ortalama bir insanın cep telefonunu günde 100 kereden fazla açtığını söylüyor. “Bir telefona bakmak birinin gözünün içine bakmaktan çok daha kolay” diyor bir blogger anne.

Teknoloji, ergenler arasındaki sosyalleşmede giderek daha fazla oranda birincil araç olarak kullanılıyor. Ancak bunun sosyal anksiyete yaşayan insanların sayısı üzerinde bir etkisi olup olmadığı henüz net değil. Bu yüzden Pierce yakın bir zamanda çalışmasının yeni bir versiyonunu hayata geçirmeye hazırlanıyor.

Her şeye rağmen, teknoloji ve sosyal anksiyete arasındaki bağlantı netleşse de teknolojiyi sınıflarda tamamen yasaklamak pek de mümkün görünmüyor. Ancak Pierce’a göre yasaklamak zaten bir çözüm değil: “Sorun teknolojiyi kullanmak ya da kullanmamak değil, esas sorun nasıl kullanıldığı. Sosyal becerilerden de teknolojiden de vazgeçemeyiz. İkisi de hayatımızda olmalı. Bu dengeye geri dönmeliyiz.”

Bu yazı Beşsekiz Ortaokulları tarafından desteklenmektedir.
 
Kaynak: [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 01 Eyl 2015 21:10:39
Ortaokul Öğrencilerinin Bilmesi Gereken 10 Gerçek

Birinin “ortaokulu çok severdim” dediğini pek duymamışızdır. Pozitif anıları olan insanlar bile asla ondan hayatlarının en güzel yılları diye bahsetmezler.

İşin aslı, ortaokul garip bir dönemdir. Sürekli değişimlerin, sosyal çalkantıların, inişli çıkışlı duyguların ve yoğun baskıların zamanıdır. Eğer ergenlerle birlikte çalışmaktan öğrendiğim bir şey varsa, o da bu yaş grubunun rahatlığa ve güvenceye ne kadar aç olduklarıdır. Ne zaman bir grupla konuşsam, bunu, onların seslerinde duyuyorum ve gözlerinde görüyorum. Arayış halindeki bakışlar ve dünyayı anlamlandırmalarını sağlayacak bir şey – herhangi bir şey – duyma özlemi…

Lütfen bana düzeleceğini söyleyin, diye yalvarır yüzleri sessizce. Lütfen, hep böyle gitmeyecek deyin.

Sevgili ortaokul öğrencileri, size hayatın zamanla düzeleceğini garanti edebilirim. Bu geçiş döneminin ötesinde, çok daha büyük ve çok daha fazla umut veren bir dünya var. Bu dönemde sağlam durmanıza yardım edecek 10 gerçekten bahsedeceğim. Umarım size huzur ve biraz dostça bir rehberlik sunarlar.

Gerçek #10: Bugünün en garip anları yarının en komik anıları olacak. Mizah anlayışını mümkün olan her anda kullan.

Yiyeceklerin kaçıp durduğu dişlerindeki şu teller? Mucize kremlerin iyileştiremediği yüzündeki şu koca sivilce? Aşık olduğun kişi yanından geçerken yaşadığın baş döndürücü telaş yüzünden doğru düzgün düşünememen, konuşamaman ya da görememen? Bir gün bütün bunlar gerçekten çok komik gelecek sana! Kardeşlerinde ve eski arkadaşlarınla tekrar tekrar konuşacağın anılara dönüşecek hepsi.
Biraz zaman alıyor ama kendine güvenin arttıkça, tuhaf anlarını paylaşmak bir eğlenceye dönüşüyor. Ve eninde sonunda parlayan bir gülüşün, temiz bir cildin ve seveceğin birisi olacak. Mevcut problemlerinin bir sonu var. Bu yüzden büyük resmin farkında ol ve yaşadığın en kötü deneyimlerin bile geride kalacağını asla unutma.

Gerçek #9: Ortaokul zirvede olma dönemi değil. Sahip olabileceğin en kötü hedef popülerliktir. Çünkü ergenleri genellikle popüler yapan şey – “hızlı” bir hayat yaşamak, akranlarına hükmetmek, yüzeysel bir yaşam tarzı sürdürmek gibi- sonunda problemlere sebep olur.

Gerçekten başarılı bir insan zamanla iyi olur. Kendinin 1.0 versiyonundan 2.0, 4.0, 6.0 ve sonraki versiyonlarına geçersin. Ama popülerlik peşinde koşarsan, zirveye erken çıkarsın. Büyümen ve gelişmen durur, çünkü anlık haz modunda takılıp kalırsın, ihtiyaçlarını tatmin etmek için hızlı çözümler ararsın.

Hayatının ileri yıllarında zirveye ulaşmayı hedefin haline getir. Seni parlak bir geleceğe taşıyan iyi seçimler yap. Eğer şu an bir “süper star” değilsen, bunda hiçbir sorun yok. Bu sadece sen evrilmeye ve öğrenmeye devam ettikçe önünde daha güzel şeyler olduğu anlamına gelir.

Gerçek #8: Teknoloji, ilişkileri ve itibarı mahvetmeyi hiç olmadığı kadar kolaylaştırdı. İnsanların her şeyi – duyguları, resimleri vs – online olarak gönderdiği bir çağda yaşıyoruz. Akıllıca kullanıldığında teknolojiyi çok seviyorum, ama genellikle düşüncesizce kullanılıyor. Parmaklarımızın beynimizin önüne geçmesine izin veriyoruz. Ve saniyeler içinde üzüntülere, yanlış anlamalara ve ciddi problemlere sebep olabiliyoruz.

Bu yüzden mesaj atmadan, email göndermeden ya da sosyal medyada gönderi paylaşmadan önce iki kez düşün lütfen. Birine akıl vermeden, bir şeyleri açığa vurmadan, hemen sonuç çıkarmadan, kıskançlık ya da kızgınlıkla tepki vermeden ya da uygunsuz bir fotoğraf göndermeden önce bir sakinleş. İnterneti iyi amaçlar için kullan, bir “çöplük” olarak değil.

Ve bir arkadaşınla bir sorunun varsa, ona mesaj atmak yerine telefon aç. Bir insanın yüzüne asla söylemeyeceğin bir şeyleri yazıya dökmek ya da bir mesajı yanlış yorumlamak kolaydır. Ama bunun bir ilişkide yarattığı gerginlikten kurtulmak zordur.

Gerçek #7: Etrafında iyi arkadaşlar olması gerekir. Senin yaş grubuna yönelik eski bir deyiş vardır: “Bana arkadaşlarını göster, sana geleceğini göstereyim.”

Herkesi sevmek isteyebilirsin ama herkes en yakın çevrende olmayı hak etmez. Bazı insanları yakından ve kişisel olarak seversin, ama bazılarını uzaktan seversin çünkü onları hayatına davet etmek, felaketi de davet eder.

İyi arkadaşlar seni mutlu eder. Seni riskli ya da taviz vermen gereken durumlara sokmazlar. Eğer içindeki en iyiyi ortaya çıkarmak istiyorsan, senin tam potansiyeline ulaşmanı isteyen arkadaşların da olmalı.

Gerçek #6: Seni farklı yapan şey, seni harika yapan şeydir. Ortaokul demek “uygun” olmak demektir. Ortaokul çocuklarının nasıl benzer şekilde giyindiklerini, benzer şekilde yürüdüklerini ve benzer şekilde davrandıklarını gözleyebilirsiniz.

Oysa çocuklarımın ilkokulunda özgünlük ve farklı kişilikler görüyorum, çünkü çocuklar henüz kendileri olmak dışında başka bir şey bilmiyorlar. Onların da eninde sonunda kendilerini özgün yapan şeyleri gizleme baskısı hissedeceklerini bilmek beni çok üzüyor.

Dünyayı asla içindeki herkese benzemeye çalışarak etkileyemezsin. Kalabalıkları izleyerek asla kendi yolunu bulmazsın. Senin farklı oluşunun bir sebebi var bu hayatta. İçindeki o dipten gelen sesi dinle ve çocukluk halini hatırla. Erken yaşlarda sahip olduğun tutkularına sarıl, çünkü onlar senin bildiğinden çok daha fazla cevap barındırırlar.

Gerçek #5: Hayatını henüz planlamamış olman sorun değil. Henüz kendi amacını bulmamış olman sorun değil. Muhtemelen aşırı yetenekli ve hırslı çocuklar tanıyorsun. Uzman oldukları alanlarda yıllarca eğitim almışlar ve hayatta ne istediklerini tam olarak bilen çocuklar.

İçten içe kendini kıskanç ve rahatsız hissediyor olabilirsin, çünkü onların gerisinde kalıyor olduğundan korkarsın.

En iyi planların bile iniş çıkışları vardır. En yetenekli ve hırslı çocuklar bile öngördükleri yollardan sapabilirler. Eğer sekizinci sınıftaysan ve henüz hayatının haritası ortada yoksa cesaretini kaybetme! Hala gençsin ve neyi yapmak için doğduğunu keşfetmek için daha bolca zamanın var. Kendine hedefler koy, yeteneklerini kullan ve doğru bir yöne git.

Gerçek #4: Üniforman kimliğin değildir. Ortaokulda etiketler çok önemlidir. Bir futbol forması ya da başka bir takım kıyafeti giymekte bir kendine güven hissi vardır.

Ama bir üniformanın olması ya da hatta tasarımcı elinden çıkmış giysilerin olması, senin değerini artırmaz. Olduğun kişi olduğun için özel birisin, üzerine giydiğin ya da başardığın şey nedeniyle değil.

Bir gecede bir takımdaki yerini kaybedebilirsin. Yeteneklerini kaybedebilirsin. Gardırobunu, ilişkilerini, hatta Instagram hesabını bile kaybedebilirsin. Ama eğer kimliğini asla kaybetmeyeceğin bir şeyler üzerine kurarsan, temelin sarsılmaz olur.

Gerçek #3: Alkış yanıltıcı olabilir. Büyük hatalar yaparken bile çılgınca alkışlanabilirsin. Sosyal medya aracılığıyla popülerlik artık ölçülebilir bir şey. Performansını, ne kadar “beğeni”, yorum ya da paylaşım aldığınla ölçebilirsin.

Ama unutma ki tek başına rakamlar yanıltıcı olabilir. Uğruna yaşanması gereken en iyi alkış, içindeki huzurdur. Kendinle ilgili ne sana iyi hissettirir? Geceleri sorunsuzca uyumanı ne sağlar? Birilerini “indirmek” için eleştirmek ya da birilerini güldürmek sana huzur getirmez.

En derinden ne hissettiğin esas gerçeğindir. Eğer alkışı içinde ararsan, toplum onayının alkışına ihtiyaç duymazsın.

Gerçek #2: Yararlı tavsiye ile eleştiri arasında bir fark vardır. Kimi dinlediğine dikkat et. Bazı insanlar başarılı olmanı ister. Bazıları istemez. Kimin sözlerinden etkileneceğine ve kimin sözlerini görmezlikten geleceğine dair güçlü bir filtre geliştir.

Kendinize sorman gereken sorular şunlar olabilir: Bu insana güveniyor muyum? Saygı duyulacak insanlar mı? Verdikleri öğütleri kendileri de tutuyor mu? Bir gün olmak isteyeceğim türde insanlar mı? Yeteneğimi, potansiyelimi fark edip beni teşvik ediyorlar mı?

Başkalarının seninle nasıl konuştuğu, senin kendinle nasıl konuştuğunu etkiler. İçindeki ses özgüvenini, kararlılığını ve risk alma isteğini etkilediğine göre hayatında sevgiyle sana gerçekleri söyleyen ve senin için en iyisini isteyen insanlar olmalı.

Gerçek #1: Muhteşemsin. Gerçekten öylesin. Bütün bu çılgın değişimler harika bir şeye götürüyor seni. Hayatın büyük planında, orta okul kısacık bir dönem, bu yüzden yaşa gitsin! Eğlen, büyük hayaller kur ve doğru kararlar ver. Bir gün geriye dönüp baktığında bu dönemin “saçmalıklarına” gülüp geçeceksin. Ve eğer şanslıysan, bu dönemde de eğlencenin bolca tadını çıkaracaksın.

Bu yazı Beşsekiz Ortaokulları tarafından desteklenmektedir.
 
 
Kaynak: [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 04 Eyl 2015 16:13:36
Yetenek Dediğin Hep Erkenden mi Belli Olur?

Ben çocukken evimizin önünde akşam sefaları vardı. Gündüz kimsenin dönüp bakmadığı uyku halindeki tohumlar, akşam tüm mahalleyi güzelleştiren pembe beyaz çiçeklere dönüşüverirdi. Öyle ki, aynı çiçek olduğuna inanamazdınız.

Bazı çocuklar da “akşam sefaları” gibi, geç açan çiçekler. Kimi yaşıtlarına kıyasla daha geç konuşuyor, kimi daha geç yürüyor, kimi sosyal ya da başka bir alanda daha geç gelişiyor. Hatta bazı çocuklar, zaman ilerledikçe, akşam sefaları gibi coşarcasına bir değişim yaşıyor.
Alman asıllı dahi fizikçi Albert Einstein’ın hikayesinde olduğu gibi…
Küçük Albert, konuşmayı yaşıtlarına göre epey geç sökmüş. Hatta o kadar geç sökmüş ki, ailesi “geri zekalı” olabileceğinden şüphe ediyormuş! Konuşmaya gönülsüz davrandığı ve söylenen her şeyi tekrar ettiği için, etraftan aptal muamelesi görüyormuş.

Dünyanın gidişatını değiştiren bir dâhiden söz ediyoruz. Einstein’in çok güzel bir sözü var: “Aslında herkes dâhidir. Ama siz bir balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre değerlendirirseniz hayatı boyunca aptal olduğunu sanır” diyor. Farklı gelişim süreçlerini, öğrenme stillerini ve yetenekleri görmezden gelen, tek tip eğitime dayalı okul sistemi böyle değil mi? Birçok çocuk, ağaca tırmanamadığı için aptal olduğuna inanan, öğrenilmiş çaresizlik kurbanı, deniz yüzü görmemiş balıklar…
Einstein’ın geç konuşmasını aptallık işareti olarak görenler, bir dâhiyi konuşma yeteneğine göre değerlendirip heba edebilirlerdi. Oysa Einstein’in asıl yeteneği hayal gücüydü. En karmaşık fizik yasalarını basit resimler halinde hayal edebiliyordu. Dünyayı değiştiren görelilik teorisini geliştirirken çıkış noktalarından biri, bir ışık demeti ile yarışan bir çocuk hayali olmuştu.

Gelin görün ki, ışık hızını anlayan Einstein, ışık hızında konuşmamıştı. Bir kaynağa göre, 3 yaşına doğru konuşmaya başlamış. 2 yıl 8 aylıkken, kendisine yeni bir kız kardeşi olacağı söylenmiş. Yeni bir kız kardeşin neye benzediğini hayal etmeye çalışırken “Tekerlekleri var mı?’’ diye sorduğu iddia ediliyor!

Geç konuşan ve geç yürüyen bir dâhi de İspanyol ressam Pablo Picasso. Picasso da, konuşmayı ve yürümeyi öğrenmeden önce çizmeyi biliyormuş. Öyle ki ağzından çıkan ilk sözcük “Piz! Piz!” olmuş (İspanyolcada “lapiz” kalem demek.) Yerçekiminin babası Newton da, teorisini geliştirirken bir taşı dünyanın etrafındaki yörüngeye girinceye kadar fırlattığını hayal etmiş.

Bazı çocuklar dünyayı kelimeler yerine resimler üzerinden görüyor, anlamlandırıyor, hayal ediyor. Bu bir eksiklik değil, bir farklılık. Ancak genel olarak okul sistemi sözcükler ve rakamlar etrafında dönüyor. Dolayısıyla diğer alanlardaki yetenekler gölgede kalabiliyor ya da çocuklar yeteneksiz ilan ediliyor. Tıpkı uyku halindeki akşam sefaları gibi…

Hatta canım çiçeklerin içindeki potansiyeli bilmeyen biri, akşama kadar bekleyemeyebilir, bu otlar fazlalık diyerek söküp atabilirdi bile! Einstein’ın öğretmenlerinin yaptığı gibi… Babası bir gün Einstein’ın öğretmenine, oğlunun hangi mesleğe yönelmesi gerektiğini sormuş. O da, “Hiç fark etmez, hiçbir şeyde başarılı olması mümkün değil” demiş.
Yolun başındaki bir çocuk için “ümitsiz” hükmü vermeye ne denir bilmiyorum, ama eğitimcilik kesinlikle bu değil.

Einstein yıllar sonra kendisine yapılanların bıraktığı acı izleri şöyle anlatıyor: “Modern eğitim yöntemlerinin, araştırmaya giden kutsal merak duygusunu tümüyle boğmamış olması bir mucize. Çünkü bu minicik hassas çiçeğin, uyarılma dışında en büyük ihtiyacı, özgürlüktür.”

Ne güzel de resmetmiş… Merak, minicik bir hassas çiçek. En büyük ihtiyacı, özgürlük.

Farklılık, eksiklik değildir!

Otistik çocuklar da resimlerle düşünenlerden. Bir örnek Temple Grandin. Grandin, Time Dergisi’nin 2010 yılında düzenlediği dünyanın en etkili 100 kişisi sıralamasında Kahramanlar kategorisinde yer aldı.
Temple, küçük bir kız çocuğuyken otizm teşhisi almıştı. Bilinçli bir aileye doğduğu için şanslıydı. 2 yaşından itibaren konuşma ve oyun terapisi gördü. Ancak 4 yaşında konuşabilmeye başladı. Çevrenin alay ettiği, asosyal bir çocuktu. Öğrendiği her şeyi tekrar ettiği için onunla “kayıt cihazı” diye dalga geçiyorlardı.

Temple sadece daha “farklı” düşünüyordu: Sözcüklerle değil, resimlerle düşünüyordu. Resim okulda en başarılı olduğu dersti. Herkesin de kendisi gibi resimler halinde düşündüğünü sanıyordu, hatta öyle olmadığını ilk öğrendiğinde adeta şok yaşamıştı. Resim yeteneği, daha sonraki hayatında büyük buluşlara imza atmasını sağladı.

“Normal” kavramı, tamamen çoğunlukta olmakla ilgili. Otistik bireyler çoğunlukta olsa, otistik olmayanların epey zorluk çekeceği bir dünya düzeninde yaşıyor olabilirdik. ABD’de Martha’s Vineyard diye bir yer vardır. Bundan uzun yıllar önce oradaki nüfusun tamamına yakını sağırmış. Bütün düzen de sağırlara göre kuruluymuş. Kulağı duyan “anormaller” epey zorluk çekiyormuş.

Her çocuğun bir yoğurt yiyişi var.

Bazı çocuklar yaşıtlarına göre daha geç gelişir.
Bazı çocuklar diğerlerinden daha farklı gelişir.
Çocuk erken konuşuyorsa, erken gelişim gösteriyorsa harika, bu yüksek potansiyel işareti olabilir. Ama geç konuşuyorsa bu “aptal” olduğu anlamına gelmez.

Hatta bazen aptal değil Einstein bile olabilir!

Ne yapmalı?


Çocuğunuzun konuşmasında ya da gelişiminin başka bir alanında yaşıtlarına göre bir gecikme varsa, bunun nedenini anlamaya çalışmak, ona destek vermek, sabırla çabalamaya devam etmek gerekir.
Bir taraftan güçlü taraflarını keşfetmek, geliştirmek ve güçlü taraflarından yola çıkarak zayıf tarafını geliştirmeye çalışmak esastır.
En önemlisi de ona saygıda ve sevgide kusur etmemek, değerli olduğunu hissettirmektir.

Hoş, o sizin biricik çiçeğiniz, kıymetliniz, hiç açmasa ne fark eder… Ama bir gün bir bakmışsınız, onca emek verdiğiniz akşam sefalarınız patır patır açmaya başlamış!

Dr. Bahar Eriş

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 09 Eyl 2015 16:52:46
Hayatınızı Düzenleyin: Okul Sabahlarının Sorunsuz Geçmesi için 10 Öneri

Her sabah saat alarmın çaldığı andan itibaren (eğer erken uyanan biri yerine alarm tarafından uyandırılacak kadar şanslıysanız) evde bir koşuşturma başlar! Herkesin elini yüzünü yıkamak, giydirmek, beslemek ve çantalarını hazırlamak, onları okula zamanında ulaştırmak için yarışan bir atlet gibi görünmenize yol açabilir. Buna okul için imzalamanız gereken bazı izin formları, öğretmene yazılacak bir not, akşam yemeği için buzdolabında hiçbir şey olmadığını bilmek de eklenebilir ve sabahları gerçekten bir kara delikte kaybolmuş gibi olabilirsiniz.

Asla korkmayın, çünkü düzenli anneler burada! Bütün bunları kontrolleri altında tutabilen anneleri ve sizin sabahlarınızı daha sorunsuz yaşamanızı sağlamak için paylaştıkları püf noktaları (ve ürünleri) bulabilmek adına interneti köşe bucak aradık. Önerileri için okumaya devam edin.

1. Çocukların mesaj merkezi

Hangi çocuğun okuldan sonra futbola hangisinin etüde kalacağını takip etmekte zorlanıyor musunuz? Bir mesaj tahtası, anneyi ve çocukları güne başlamadan önce iyice bilgilendirmek için işe yarar. Her çocuk için bir tane yapın ve güne başlamadan önce yapılacakların hazır olmasını sağlayın.

2. Okul parası etiketi

Bazen anneler kendilerini öğretmenlere sürekli para veriyor gibi hisseder –bir gezi buraya, bir yiyecek satışı şuraya- ve bu asla bitmez. Eğer kendinizi sürekli öğretmenlere ne için ne kadar ödediğinizi hesaplamaya çalışırken buluyorsanız, internette satışı olan basılabilir ürünlerden alabilirsiniz.

3. Klasörleri kişiselleştirin

Birden fazla çocuk sahibi iseniz izin kağıtlarını, sınavları ya da imza atmanız gereken şeyleri karıştırabilirsiniz. Bunları kişiselleştirilmiş klasörlere koyarsanız, kağıtları da düzenlemiş olursunuz.

4. Menü planlayıcı

Anneler haftanın yarısını akşama ne yemek pişireceklerini düşünerek geçiriyor. Oluşturulan bu menü planlayıcı, sizin sabah işe gitmeden önce buzdolabınının önünde durup hımlayarak akşama ne pişireceğinizi düşünmemenize yardımcı oluyor.

5. Haftalık menü tahtası

Eğer yemeklerinizi aylık olarak planlarsanız bu gözünüzü korkutabilir. Bunun yerine haftalık menüler yapmayı deneyin. Burada bulabileceğiniz menü örneklerinde, haftalık olarak adım adım yapacaklarınız anlatılıyor. Ayrıca çocuklarınız da yiyecekleri yemekler konusunda karar sahibi olmaya bayılacak.

6. Okul ödevlerini saklama

Kendinizi bir kağıt yığını altında gömülü gibi hissediyor musunuz? Çocuklar bir kez okula başlayınca asla yavaşlamayan bir çığın altında gibi hissedebilirsiniz. Bunu kolaylaştırmanın bir yolu, onları depolamak olabilir. Depolama işlemi için bu adreste bedava indirebileceğiniz tasarımlar yer alıyor. Her sınıf için ayrı kutular oluşturabilirsiniz. İlk dosyada çocuğunuzun okulunun resmi ve ilgili bilgiler olabilir. Yıl devam ettikçe dosyayı gerektiği şekilde doldurabilirsiniz.

7. Öğle yemeği takvimi

Sabah telaşıyla öğle yemeği için her çocuğa aynı öğünü hazırlamak daha kolay olabilir. Ancak burada ücretsiz olarak bulabileceğiniz öğle yemeği planlama takvimi her anneye ay başlarken ayıracağı birkaç dakika ile sabahları çok fazla sıkıntı çekmeden beslenme çantası hazırlama olanağı veriyor.

8. Okul yemeği düzenleme

Eğer aylık takvimler size uygun değilse belki de bu öğle yemeği tepsileri işinize yarayabilir. Birçok annenin evinde yiyecekleri için fazla bir buzdolabu bulunuyor. Bunlardan birini çocuklarınızın öğle yemeğini kolayca hazırlamak için kullanabilirsiniz. Her haftanın başında bölmeleri olan bir tepsiye çocuklarınızın öğle yemeğini –meyve, içecek-koyabilir, sabahları da bir sandviç ekleyerek çocuğunuzu okula gönderebilirsiniz. (Yukarıdaki resimde paketlenmiş ürünler yer almasına karşın siz kendi beslenme alışkanlığınıza uygun tepsiler hazırlayabilirsiniz.)

9. Bir sabah rutini

Çocuğunuzun sabah kalktığında yapması gerekenleri göreceği bir çizelge, onu motive edebilir.
En rahat anneler bile sabahları minikleri evden çıkarmanın gerçekten zor olabileceğini bilir. Çocuklarımızın kalkmalarını ve hareket etmelerini istesek bile bazen biraz motivasyona ihtiyaç duyabiliyorlar. Bu ücretsiz basılabilir çizelge çocuklara, annelerinin onları zamanında okula yetiştirebilmesi için yapılması gerekenleri bağımsızca yapma fırsatı veriyor. Bundan bir çıkış alın ve sabahlarınızın ne kadar rahat geçtiğini görün.

10. Yapışkanlı not takvimi

Eğer sürekli değişen bir takviminiz varsa, yapışkanlı takvim belki de ailenizi organize etmede işinine yarayacak tek şeydir. Martha Stewart ekibi tarafından yapılan bu takvim, post-it’lerin kullanılması esasına dayanıyor. Böylece planlarınızdaki değişikliği kolayca yapabiliyorsunuz.

Kaynak: [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 11 Eyl 2015 21:13:32
Teneffüs En Önemli Ders mi?

Teneffüs çocuklara sadece bastırılmış enerjilerini atma fırsatı sunmaktan çok daha fazlasını yapıyor.

Yeni bir araştırma ‘kaliteli’ bir teneffüs programının, öğrencilerin anlamlı oyunlar oynamasını sağladığını ve sınıfa geri dönme zamanı geldiğinde onları öğrenmeye hazırladığını gösteriyor.

“Pozitif okul iklimi, katılımdan başarıya kadar bir dizi olumlu öğrenci çıktısıyla ilişkilendirilir” diyor Stanford Üniversitesi eğitim profesörü Milbrey McLaughlin.

“Teneffüs normalde okul ikliminin bir parçası olarak görülmez, ancak araştırmamız teneffüsün özellikle düşük gelirli ilkokullarda pozitif okul iklimine çok önemli bir katkısı olduğunu ortaya çıkardı” diyor McLaughlin.

Pozitif bir okul iklimi öğrenciler için dört temel öğeyi içeriyor: Okulda fiziksel ve duygusal güvenlik, akranlarla ve yetişkinlerle olumlu ilişkiler, öğrenmeye verilen destek ve bağlılığı ve öğrenmeyi teşvik eden kurumsal bir ortam.

Oyun Oynama Hakkı

Bazı önde gelen organizasyonlar oyunun önemini artık kabul ettiler. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Ofisi, bütün çocukların oyun oynama hakkı olduğunu kabul ediyor. Oyunun çocukların, özellikle de ekonomik olarak daha zor durumda olan çocukların genel ruhsal ve fiziksel sağlıklarının hayati bir parçası olduğunu söylüyor.

Amerikan Pediatri Akademisi ise okulların pozitif teneffüs programları geliştirmeleri için bir kurallar dizisi oluşturdu. Akademiye göre kurallar önemli çünkü teneffüsler her zaman bu standartlara uymayabiliyor.
Pek çok okul, teneffüs programlarında kısıtlamaya gitti. Teneffüslerin etkinliği azaltıldı ya da tamamen ortadan kaldırıldı.

“Ancak hem pozitif oyun hem de çatışmaları çözmeyi öğrenme deneyimi fırsatları sunduğu için teneffüsün bir çocuğun eğitiminde çok güçlü etkileri olabiliyor” diyor McLaughlin.

Okul Sağlığı Dergisi’nde yayınlanan bir araştırmaya göre McLaughlin ve ekibi 2009-10 eğitim yılı boyunca 6 düşük gelirli ilkokulda, kar amacı gütmeyen bir organizasyon tarafından uygulanan güvenli, sağlıklı ve kapsayıcı bir ortamı teşvik etmeyi amaçlayan teneffüs bazlı programı inceledi.

Eğitimli, tam-zamanlı “koçlar” teneffüsü geliştirmek hedefiyle bu okullara gönderildi. Bu koçlar, ortak bir kurallar dizisi olan, çatışmaları çözme araçları sunan ve pozitif dili ve kapsayıcı davranışı teşvik eden teneffüs oyunları oluşturmak için öğrencilerle birlikte çalıştı. Her okulun gün içinde iki teneffüs saati vardı.

Bulgular öğretmen, müdür ve teneffüs koçu röportajlarına, öğrenci fokus gruplarına, teneffüs gözlemlerine ve bir öğretmen anketine dayanıyordu. Ayrıca teneffüs spektrumunun karşıt uçlarında yer alan okullar da kıyaslandı.

“Yetişkinler çok yönlü bir teneffüs deneyiminin tamamlayıcısı konumundadırlar” diyor McLaughlin.

“Teneffüs çocukların biraz egzersiz yaptıkları ya da eğlendikleri bir zaman dilimi gibi görünüyor, ancak ‘kaliteli’ bir teneffüs olmasını destekleyen ve aktif bir şekilde çocuklara dikkatini veren yetişkinler olmadığı takdirde bu, çocukların hem fiziksel hem de duygusal olarak kendilerini güvensiz hissettikleri bir zaman dilimine dönüşebilir” diye açıklıyor McLaughlin.

Daha önce öğrenciler oyun kurallarını bilmiyorken ya da henüz kurallar üzerinde anlaşmamışken çatışmalar yaşanabiliyordu. Ankete katılan öğretmenlerin yüzde 89′u teneffüs organizasyonu ile önemli bir gelişme kaydedildiği konusunda hemfikir oldu.

Okullardan birindeki bir öğretmen şöyle dedi: “Daha çok yapılandırılmış ve eğlenceli bir ortam gibi. Futbol oynadıklarını görebiliyorsunuz, oysa daha önce ne oynadıklarından emin bile olamıyordunuz.”

Daha İyi Bir Teneffüsün Faydaları

Bulgular biraz daha yapılandırılmış bir teneffüsün faydalarını şöyle gösteriyor.

Öğrenciler kendilerini daha güvende hissediyorlar. Pozitif bir dili teşvik etmek daha zor olsa da işin anahtarı gibi görünüyor. Öğretmenlerin yaklaşık yarısı (yüzde 49) öğrencilerin birbirlerini sıklıkla pozitif bir dille teşvik ettiğini bildiriyor. Bir öğretmen şöyle diyor: “Çocuklar arasında çok daha fazla birbirine destek var artık. ‘Ha ha sen çıktın” demek yerine ‘Hey, iyi denemeydi, iyi iş çıkardın’ gibi sözler söylüyorlar birbirlerine.”

Daha az zorbalık ve daha az öğrenciler arasında çatışma olayları yaşanıyor.

Daha fazla öğrencilerin inisiyatif aldığı oyunlar oynanıyor. Öğrenciler, teneffüs zamanının yüzde 83′ünde kendi inisiyatifleriyle çeşitli oyunlar başlattı. Bu oran teneffüs programı olmayan okullarda yüzde 33.
Kız çocukları teneffüs aktivitelerinde daha fazla yer alıyor. (Yüzde 85 ila 55 arasında)

“Bu analizler ‘kaliteli’ bir teneffüsün bir okul iklimine nasıl pozitif bir katkı sağlayabileceğine işaret ediyor. Araştırmamız sayesinde pozitif bir teneffüs deneyiminin, öğrencilerin çatışmaları çözme becerilerinin gelişmesine ve takım çalışması duygusu uyandırmasına sebep olduğu için özellikle düşük gelirli bir okulda sınıf iklimine nasıl katkı sağladığını gördük” diyor McLaughlin.

Bu yazı BÜMED MEÇ OKULLARI tarafından desteklenmektedir.

Kaynak: [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı İSTANBULLL

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.076
  • 17.641
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 3.076
  • 17.641
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 16 Eyl 2015 11:50:43
Robert Kolej’e Öğretmen Nasıl Seçilirdi?

Eğitim sistemimiz, arzu edilen başarıyı, istenilen yenilikleri sağlayamaması yüzünden sürekli revizyona ve reformlara tabi tutuluyor. Bu değişim ve dönüşüm hareketinde daima fizikî imkânlar, eğitim öğretim materyalleri, okul binaları, ulaşım ve yeme içme gibi meseleler gündeme geliyor. Bunların yanında öğretmen atamaları da eğitim sisteminin en önemli sorunlarından biri olarak sürekli gündemde tutuluyor. Öyle ki, pek çok kişi tarafından, eğitim dünyasının temel problemi sanki atanamayan öğretmenler ve öğretmen maaşları gibi düşünülmekte. Gazeteleri ve haberleri eğitim zaviyesinden takip eden birinin kısa bir süre sonra neredeyse görebileceği başka problem yoktur. Oysa eğitim sistemimizin temel sıkıntısı asla bunlardan ibaret değildir. Faraza, kısa bir süre içinde bütün atanamayan öğretmenlere kadro ihdas edilse, öğretmen maaşları iki katına çıkarılsa, eğitim sistemimizde bütün düğümlerin çözülmeyeceği aşikârdır. Zira, eğitim sisteminin en temel meselelerinden biri öğretmen yetiştirme sistemi üzerinde odaklanmaktadır. Elbette başkaları da sayılabilir: Mesela, sağlıklı bir eğitim öğretim planlaması, ders programlarının, ders kitapları ve eğitim öğretim materyallerinin bu toplumun tarih ve kültür kodlarına uygun bir tarzda yeniden hazırlanması bunların başındadır. Ancak bütün bunlar öğretmen yetiştirme ve seçme sisteminin yanında ikinci sıradadır. Nitelikli öğretmen kadrosuna sahip olmayan hiçbir eğitim sisteminden başarılı, milletin geleceğine yön verecek, yeniliklere açık, keşfetme kabiliyetleri yüksek öğrenciler yetişmesi beklenemez. İşte tam da bu sebepler yüzünden aslında Türkiye’de modern eğitimin ilk nüveleri görülmeye başladığında nitelikli öğretmen yetiştirmek için sağlam temeller atılmıştı. Darül muallimîn’in ilk müdürlüğünü yapan Ahmed Cevdet Paşa hazırladığı ilk nizamnamede (1851), her şeyden önce iyi bir öğretmenin nasıl yetiştirilebileceği kaygısını ön plana çıkarmıştı. Ancak bu sistem daha sonra maalesef sürdürülemedi. Eğitim dünyasının sıkıntıları Tanzimat’tan bu yana hep kemiyet (nitelik) üzerine yoğunlaştı ve sanki kalabalık sınıflar, ders kitapları ve eğitim materyali eksikliği, maaşların azlığı gibi meseleler halledilirse, eğitimden istenilen neticelerin alınacağı zehabına düşüldü.
Eğitim sistemimizin en temel meselelerinden biri öğretmen yetiştirme üzerinde odaklanmakta. Robert Kolej’in kurucusu Cyrus Hamlin’in koleje öğretmen alınırken hazırladığı şartlarsa dikkate değerdir…
Tanzimat’la Birlikte Yaşanan Kırılma Bilindiği üzere, Tanzimat yıllarından itibaren Türkiye eğitim alanında yabancı okullar adı altında apayrı bir tecrübeye daha şahit oldu. Okul sayıları on binlere, öğrenci ve öğretmen sayıları ise yüz binlere ulaşan bu eğitim kurumları, bugünkü Türkiye’nin inşasında etkili bir rol oynadı. Bu okullar, Türkiye’nin eğitim, bilim, sanat, kültür, ticaret, bürokrasi ve uluslararası ilişkiler gibi daha birçok alanda önde gelen insanlarını yetiştirdi. Bu insanlar toplumda faal rol aldılar ve almaya da devam ediyorlar. Söz konusu okullar daha çocukluklarından itibaren adeta kafesledikleri öğrencilere keskin bir zihniyet dünyası kazandırmaktadır. Bu zihniyet dünyasının kazandırılmasında okulun programı, gizli/örtük müfredatı ve eğitim öğretim materyalleriyle geleneksel davranış kalıpları önemli bir rol oynamaktadır. Ama bütün bunların başında etkili olan daha önemli bir faktör vardır: Bu okullarda canhıraş bir şekilde görev yapan öğretmenler, eğitimciler… Eğer diğer bütün imkânlar çok daha iyi olsa ve öğretmenler sıradan kişiler olsaydı, her halde yabancı okullar hedeflerini gerçekleştirmede, misyonlarını ifada asla bu kadar başarılı olamazlardı. Eğitim dünyasında başarının yolu vasıflı öğretmenden geçer. Halbuki; bugün milli eğitimimizde akıllı tahtalar, akıllı tabletler büyük bir reform olarak görülüyor ve bu anlayış bütün imkânlar zorlanarak, iftiharla devam ettirilmeye çalışılıyor. Unutmayalım ki, eğitim dünyamızın akıllı tahtalara ve akıllı cihazlardan çok, akıllı ve şuurlu öğretmenlere ihtiyacı var.

Robert Kolej’in Öğretmen Kıstasları:

Şimdi bu gerçeğe, tarihî bir belge üzerinden mercek tutalım. Bilinmektedir ki, bugün Boğaziçi Üniversitesi hemen her kesimden kişinin takdirini toplayan, hemen her kesimden öğrencinin hayalini süsleyen bir eğitim mekânıdır. Geçen sene 150. kuruluş yıl dönümünü kutlayan bu üniversite, bir avuç Protestan misyonerin azimlerinin bir ürünü olarak boğazın en nadide tepesinde kendine yer edinmiştir.
Peki, bu misyoner okulunun başarısında temel faktör nedir; Robet Kolej’e öğretmenler nasıl alınırdı; öğretmen alımında hangi kıstaslar uygulanıyordu?
İşte bu sorulara, 150. kuruluş yıldönümü vesilesiyle yeniden yayımlanan ve Boğaziçi Üniversitesi’nin kurucusunun hayatını belki de en iyi anlatan biyografilerden biri olan [Against The Devil’s Current], (Şeytan Akıntısına Karşı) adlı kitaptan öğrenebiliyoruz. Robert Kolej’in kurucusu C. Hamlin İstanbul’daki hayatını, faaliyetlerini günü gününe Amerika’daki merkezine rapor etmektedir. Bu raporlarda adı geçen okulun nasıl kurulduğu ve nasıl adım adım kendi adlarına başarıya gittiği ayrıntısıyla anlatılmaktadır. Ayrıca raporlar, eğitim sistemimizde vurgu yapılması gereken yerin neresi olduğuna işaret etmesi bakımından hayli manidardır… Kolejin kurucusu Cyrus ve finansmanını sağlayan Robert, okul binalarını büyük ölçüde bitirdikten sonra, buraya hangi şartlarda öğretmen, eğitici alacaklarını konuşmuşlar ve şöyle bir liste oluşturmuşlardır:

“Öğretmen Olabilmenin Şartları:

1. Aday 22-26 yaşları arasında, hevesli, bir o kadar da dindar ve dindarlığı misyoner ruhuyla birleşmiş, çok çalışmaya istekli, başkalarıyla çalışma yeteneği olan ve başkaldırmayan, sert ya da vicdanen katı yürekli olmayan, okulun iyiliği için ne gerekiyorsa yapmaya hazır olmalıdır. Cebirin en zor ve anlaşılmaz bölümleri konusunda deneyimli de olsa gerektiğinde alfabeyi dahi öğretebilecek, kısacası bir Hıristiyan hayatı yaşayacak ve bir Hıristiyan öğretmenin işini yapacak, onları bilgi yönünden geliştirmekle kalmayıp ruh dünyalarına da katkıda bulunacak birisi olmalıdır.

2. Sağlam bir vücutta sağlam bir zihni olan, sağduyusu kuvvetli, katı ama ılımlı bir huya sahip, kendinden aşağıdakilerin duygularını anlayabilecek yumuşak bir kalbi olan, anlamaya istekli, sakin ve önyargısız muhakeme yapabilen, kendini iyi yönetebilen ve başkalarını da güçle değil sevgiyle yönetebilme yeteneğine sahip bir kişi olmalıdır. Bir beyefendinin alışkanlıklarını ve hislerini taşıyan biri olmalıdır.

3. Aklı muazzam bir genişliğe sahip, derin ve uygun kararlar alabilen, eğitimin amacını anlayan, öğretmesi beklenenden çok daha fazlasını bilen bir adam olmalıdır. (Öğretmen bir öğretmeli, iki öğrenmelidir.)

4. İşini iyi yapan ve sistematik bir akademisyen, yalnızca üniversiteyi bitirebilmekle ya da kendi sınıfındakilerin ortalamasının bir parça üzerinde kalmamış, listede en başta gelen, öğrenme konusunda gerçekten hevesli, mevcut başarılarla asla yetinmeyen ve daha fazlasını elde etmek için sürekli kendini zorlayan birisi olmalıdır.

5. Öğretme yeteneği ve bunun yanı sıra bildiğini aktarma becerisi ve nezaketine sahip birisi olmalıdır. İşinde hevesli, bir öğretmenin yapabileceğinden çok daha iyi akademisyenler yetiştirmeye kararlı ve onlara öğrenme sevgisi konusunda ilham veren biri olmalıdır. Sağlığı kötü olan ve işinden el çekmeye meyilli birisi olmamalıdır.

6. Öğrencilerini etkileyebilen, iyiliğe teşvik eden, sözleri kadar dilekleri de öğrencileri için kanun hükmünde olan, dakiklik, doğruluk, sistemlilik ve temizlik gibi kendine özgü alışkanlıklarını da ibret verici bir biçimde ahlâkî öğretilerinin yanında öğretebilen birisi olmalıdır.

7. Paragöz ya da para kazanmak için uğraşacak birisi olmamalıdır.

Robert, ABD’nin kuzeydoğudaki üniversitelerinin mezunlarına güvenerek ve her bir adayla birebir mülakat gerçekleştirerek işe alım sorumluluğunu üstlendi. Adaylardan beklenenlerin zorluğunu da işe alınacak kişiye sunulacak birkaç dil öğrenme, uzun yaz tatillerinde Avrupa ya da Asya’ya seyahat etme gibi fırsatlardan bahsederek hafifletti. Robert ayrıca 100 İngiliz sterlini civarında mütevazı bir maaşın olduğunu, fakat bu fiyata ulaşım masrafının dâhil olmadığını ve fiyatın yeniden istişare edilebileceğini ekledi. “Robert’a birkaç aday önerme konusunda yardımcı olan New York, Clinton, Kuzey Hamilton Üniversitesi’nden Profesör Edward, Hıristiyan âleminde bu beklentileri karşılayabilecek bir aday olup olmadığı konusunda şüpheleri bulunduğundan bahsetti. Fakat öğretmen sistemi bu şekilde kurulmuştu ve yıllardır bu şekilde devam ediyordu. İlk iki öğretmen, Luther Ostrander ve James Rodgers 1865 sonbaharında, İstanbul ciddi bir kolera salgınından mustaripken geldiler.

Sağlam bir vücutta sağlam bir zihni olan, sağduyusu kuvvetli, katı ama ılımlı bir huya sahip, anlamaya istekli, kendini iyi yönetebilen ve başkalarını da güçle değil sevgiyle yönetebilme yeteneğine sahip bir kişi olmalıdır. Bir beyefendinin alışkanlıklarını ve hislerini taşıyan biri olmalıdır.

Doç Dr. Mustafa Gündüz

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 21 Eyl 2015 00:35:21
Ortaokul Öğretmenliğinin Harika Bir Şey Olmasının 6 Nedeni

20 yıllık öğretmenlik hayatımın büyük bir kısmı ortaokul sınıflarında geçti. İnsanlar bana ne iş yaptığımı sorduklarında ve ben de onlara ergenlere öğretmenlik yaptığımı söylediğimde, cevapları genellikle “Senin yerinde olmak istemezdim” noktasında bir yerde oluyor.

Eğer yaşları 10 ile 14 arasında değişen çocuklar hakkındaki hisleri bunlarsa gerçekten, muhtemelen haklılar da. Ve bence bunda hiçbir sorun yok.

Tıpkı benim bir asker ya da bir hemşire (ya da bir anaokulu öğretmeni) olarak kariyerini sürdürmenin ne kadar zor bir şey olduğunu anlayamayacağım gibi, onlar da benim kendimi bilerek ve isteyerek neden bir oda dolusu “hormonlu” ergene teslim ettiğimi anlayamazlar.

İtiraf etmeliyim ki bazen kendime bu soruyu ben de sordum. Hatta başka bir şey yapmayı bile denedim. Ama sonunda kendimi hep ortaokul öğrencilerinin önünde buldum. Olmam gereken yerin tam da burası olduğu gerçeğiyle yüzleşmem gerek artık. Yoksa neden her yıl tekrar geri döneyim…

Çocukların hayatlarında önemli bir etki yarattığımı ne kadar fazla düşünürsem (ki böyle bir etki yarattığımdan eminim) bu meslek beni o kadar fazla tatmin ediyor. Kişiliğimle ve becerilerimle bu kadar mükemmel bir şekilde örtüşen başka hiçbir iş yok. Ne kadar fazla verirsem, karşılığını o kadar fazla alıyorum. Her sonbahar heyecanlanıyorum.

Bu yaş grubuna öğretmenlik yapmanın eğitim dünyasındaki en iyi iş olduğunu düşünmemin pek çok sebebi var. İşte ortaokulu sevmemin nedenlerinden bazıları:

Çeşitlilik. Ortaokulda öğretmenlik yaptığınızda asla bir gün bir diğerinin aynısı olmaz. Hatta bazen, arada nasıl bir “dramın” patlak verdiğine bağlı olarak dersin başıyla sonu bile aynı olmaz. Ortaokul öğrencilerinin bedenleri ve duyguları üzerinde çok az kontrolleri vardır. Ve bir günden diğerine çok farklı çocuklara dönüşebilirler. Bu, benim sürekli tetikte olmamı sağlıyor. Öğrencilerdeki çeşitliliğe ek olarak, onlarla her türlü eğlenceli ders fikrini deneyleme şansını da bulabiliyorum. Çünkü sürekli yeni bir şeyler denemeye istekliler. Ben çok kolay sıkılan biriyim (tıpkı onlar gibi) ve bu yüzden sınıfta çok geniş bir yelpazeye yayılan yeni şeyler denemekten hepimiz zevk alıyoruz. Sınıfın genel yapısını bilseler de, sıradaki şeyin ne olduğunu asla tam olarak bilmiyorlar. Bu onları heyecanlı tutuyor , beni de enerjik.

Kahkaha. Ortaokul öğrencilerinin halihazırda bir mizah duyguları vardır zaten. Henüz “modası geçmiş” bir espriye gülmeyecek kadar ciddileşecek derecede yorgun ve isteksiz değillerdir. Kafalarında hiçbir “süzgeçleri” yoktur ve akıllarına gelen her şeyi söylerler. Altıncı sınıf öğrencilerim benim can sıkıcı değil hala komik olduğum bir yaşta olduğumu düşünüyorlar. Arkadaşlarına, ebeveynlerine ya da diğer meslektaşlarıma benim komik olduğumu ve sınıfımda iyi zaman geçirdiklerini söylediklerinde biraz egom şişer. Her gün en az bir kez katıla katıla gülmediğim bir işim olmadığını hayal bile edemiyorum.

Dürüstlük. Denediğiniz yeni saç kesiminin beğenilip beğenilmeyeceğinden emin değil misiniz? Eğer bir ortaokul öğretmeniyseniz bunun cevabını 0.2′inci saniyede öğrenirsiniz. Bazı çocuklar hemen gelir ve yüzünüze açık açık söyler. Bazıları bir arkadaşına fısıldar. Ama her zaman ne hissettiklerini bilirsiniz. Çoğu henüz duygularını belli etmeyen yüz ifadesi üzerinde ustalaşmamıştır. Ve ben onları gerçekten bir kitap gibi okuyabilirim. Sır tutma konusunda da hiç iyi değillerdir. İşin ucu kendilerine dayansa bile yine de eninde sonunda baklayı ağızlarından çıkarırlar . Eğer bir dersi severlerse, bunu hemen anlarım. Eğer dersten sıkılırlarsa, bunu da hemen duyarım. Duyguları ister pozitif, ister negatif olsun, her zaman nerede durduğumu bilirim. Kendilerini dünyaya bu kadar açabilmeleri ve gerçekten ne hissettiklerini söylemeleri çok güzel bir şeydir.

Tuhaflıklar. Ortaokul öğrencilerinin hem kalabalığa karışmak hem de kendine özgü ve tuhaf halleriyle kalmak istemeleri arasında sıkışıp kalmalarını severim. Ortaokul döneminde gelişim çok hızlı ilerler. Altıncı sınıfa geçen bir öğrenci, bir sekizinci sınıf öğrencisine hiç benzemez. Bu süreçte oluşan, saç stillerinden el yazılarına kadar her alandaki sonsuz değişimi izlemek büyüleyici bir şeydir. Ben de bir zamanlar kendi içinde hiç rahat olamayan tuhaf bir ergen olduğum için onların yaşadıklarıyla empati kurabiliyorum. Kaybedenlerle ve ezilenlerle bağ kurardım, onlarda özel bir şeyler bulurdum. Ayrıca birkaç “kötü” kızın zorbalığına da uğramıştım. Bu yüzden popülerliğin ve arkadaşlığın karmaşıklığı içinde kendi yolunu bulmanın ne kadar zorlu ve aldatıcı olabileceğini bilirim. Bütün garip ve harika özellikleriyle ortaokul öğrencilerini kendi “kabilemden” gibi hissederim.

Merak. Ortaokul öğrencileri genellikle ikinci bir çocukluk döneminden (iki yaş sendromu da dahil) geçiyormuş gibi görünürler. Ancak yürümeyi ve yemek yemeyi öğrenmek yerine dünyada işlerin nasıl yürüdüğünü ve bu dünyada kendi yerlerini bulmaya çalışmayı öğrenirler. Doğal olarak oyuncu ve deneyseldirler. Ve hala yeni bir deneyimden keyif alabilirler. Okul için henüz fazla ciddi ve “havalı” değillerdir. Hala risk almaya istekli “varoluşsal hayalperestlerdir”. Çoğu günler, paylaştıkları bir bakış açısını huşu içinde dinlerim. Sanki hayatın içinde, gerçek zamanlı derin bir öğrenmenin gerçekleştiğine tanık olurum. Bu müthiş bir heyecandır.

Etki. Ortaokul öğrencileri, ebeveynlerinden ayrılmanın ve kendi kimliklerini oluşturmanın gerçekleştiği zorunlu bir gelişim evresindedirler. Ancak yine de buna ulaşmak için yetişkin rehberliğine ihtiyaç duyarlar. Bunun sonucu olarak ortaokul öğretmenleri, anne babalar yerine geçerler. Ama tartışmaların yaşanmadığı ya da yatak odası kapılarının öfkeyle yüzüne çarpılmadığı anne babalar. Çoğumuz bir öğrencimizin bize yanlışlıkla anne ya da baba dediğini duymuşuzdur. Hala ebeveynlerinin onayını ararlar ama bunu aynı zamanda öğretmenlerinde de isterler. Benden daha fazlasını bildiklerinden ve benim söylemek istediklerimi dinlemeye istekli olup olmadıklarından henüz emin değillerdir. Bu beni güçlü bir pozisyona sokar. Ve ben bu sorumluluğu asla hafife almam. Onlara zarar verme ya da onları iyileştirme gücüne sahip olduğumu bilirim. Sözlerim ve davranışlarım beni tanımlar ve ben rol model olmayı çok ciddiye alırım. Bir yetişkin olmanın ne demek olduğuna dair farklı bir örnek görmek için dikkatle bana bakarlar. Ve ben bundan daha büyük bir onur düşünemiyorum.

Ortaokulun genellikle öğretmenlik yapmak için en zor yaş grubu olduğu düşünüldüğü doğrudur. Ama ben “çocuklarımı” her gün görmediğim bir hayatı hayal bile edemiyorum. Bu benim şimdiye dek sevdiğim en zor iş.

Bu yazı Beşsekiz Ortaokulları tarafından desteklenmektedir.

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 01 Eki 2015 17:57:00
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Güney Kore ve Finlandiya eğitim sistemlerinin karşılaştırılması

50 yıl önce hem Güney Kore hem de Finlandiya berbat birer eğitim sistemlerine sahipti. Finlandiya, ekonomik olarak Avrupa’nın üvey evladı muamelesi görme riski yaşıyordu. Güney Kore ise iç savaştan harap olmuş durumdaydı. Ancak son yarım yüzyılda hem Güney Kore hem de Finlandiya, okullarında büyük bir dönüşüm gerçekleştirdi ve şimdi her iki ülke de uluslararası olağanüstü eğitim sonuçlarının tadını çıkarıyor. Peki diğer ülkeler bu iki başarılı, ama birbirine taban tabana zıt eğitim modelinden ne öğrenebilir? İşte, Güney Kore ve Finlandiya’nın eğitimde doğru yaptığı şeylere genel bir bakış.
Kore Modeli:

Dayanıklılık ve çok, çok, çok çalışma
Uzun yıllardır, Asya’nın bazı bölgelerinde, sosyoekonomik merdivenin basamaklarını başarıyla tırmanmanın ve güvenli bir iş bulmanın tek yolu bir sınava girmekti, diyor Ulusal Eğitim ve Ekonomi Merkezi’nin CEO’su Marc Tucker. Bu sınavlar kapsamlı bir bilgi hakimiyeti gerektiriyordu ve bu sınavlara girmek çok yorucu bir geçiş ayini gibiydi. Bugün Konfüçyüsçü ülkelerin pek çoğunda, hala sınav kültürüyle desteklenen türde bir eğitim başarısına saygı duyuluyor.
Bu ülkeler arasında Güney Kore; en aşırı uçtaki ve tartışmasız en başarılı ülke olarak diğerlerinden ayrılarak öne çıkıyor. Koreliler kayda değer bir başarıya imza attılar: Ülkedeki okur yazarlık oranı yüzde 100′ e ulaştı. Ayrıca Kore, uluslararası karşılaştırmalı başarı testlerinde en ön sıralarda yer alıyor. Buna eleştirel düşünme ve analiz testleri de dahil. Ama bu başarının bir de bedeli var: Öğrenciler başarmak için muazzam ve acımasız bir baskı altında yaşıyor. Yetenek fazla dikkate alınmıyor, çünkü ülke kültürü çok çalışmaya ve çalışkanlığa her şeyden daha fazla inanıyor. Başarısızlık için hiçbir bahane kabul edilmiyor. Çocuklar yıl boyunca hem okulda hem de özel öğretmenlerle ders yapıyor. “Eğer çok çalışırsanız, yeterince zeki olabilirsiniz” inancı hakim.
“Koreliler temel olarak harika bir geleceğe sahip olmak için bu zorlu dönemi atlatmalıyım diye düşünüyor” diyor PISA eğitim direktörü ve OECD eğitim danışmanı Andreas Schleicher. “Bu bir, kısa dönem mutsuzluk ve uzun dönem mutluluk sorunsalı.” Bu sadece ailelerin çocuklarına baskı yapması değil. Kültür, geleneksel olarak uyumlu olmayı ve düzeni kutsadığı için diğer öğrencilerden gelen baskı da performans beklentilerini yükseltebilir. “Bu toplum davranışı, erken çocukluk dönemi eğitiminde bile kendini gösteriyor” diyor Georgia Üniversitesi okul öncesi eğitim profesörü Joe Tobin. Diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi Kore’de de sınıfların sayısı oldukça kalabalık. Ancak Kore’de hedef, bir öğretmenin sınıfa bir topluluk gibi önderlik etmesi ve akran ilişkilerinin gelişmesi.
“Sanırım çocuklarımızı eğitmenin daha iyi ya da daha kötü yolları olduğu çok açık. Eğer ortalama bir Amerikan eğitimi ile ortalama bir Kore eğitimi arasında seçim yapmak zorunda kalsam, istemeden de olsa Kore modelini seçerdim. Gerçek şu ki, modern dünyada çocuklar nasıl öğrenmek, nasıl çalışmak ve başarısızlıktan sonra nasıl yoluna devam etmek gerektiğini öğrenmek zorunda. Ve Kore modeli tam da bunları öğretiyor” diyor The Smartest Kids in the World (Dünyanın En Zeki Çocukları) kitabının yazarı Amanda Ripley.
Finlandiya Modeli:
Müfredat dışı seçim, içsel motivasyon
Finlandiya’da çocuklar hem katılığın hem de esnekliğin faydalarını öğreniyorlar. Eğitimcilere göre Finlandiya modeli bir ütopya.
Finlandiya’da okul toplumun merkezinde yer alıyor. Okul sadece eğitim hizmeti değil, sosyal hizmetler de sunuyor. Eğitimin amacı kişilik yaratmak.
Finlandiya kültürü, içsel motivasyona ve bireysel ilginin peşinden gitmeye değer veriyor. Finlandiya eğitim sisteminde nispeten daha kısa ve okul tarafından finanse edilen müfredat dışı etkinliklerle zenginleştirilmiş bir okul günü geçiriliyor. Tek istisna, okullar tarafından değil, ilçeler tarafından finanse edilen spor. Finliler, en önemli öğrenmenin sınıf dışında gerçekleştiğine inanıyor. Lisedeki öğrencilerin aldığı derslerin 3′te biri seçmeli. Hangi yeterlik sınavına gireceklerine bile kendileri karar veriyor. Stresin düşük olduğu bir kültür olan Fin kültüründe, çok çeşitli öğrenme deneyimlerine değer veriliyor.
Ancak tüm bunlar bu eğitim sistemini, akademik zorlukların dışında tutmuyor. Finlandiyalı eğitimci ve yazar Pasi Sahlberg şöyle diyor: “Finliler Finlandiya dışında pek varlık gösteremezler. Bu da insanların eğitimi daha ciddiye almasını sağlıyor. Örneğin kimse bizim konuştuğumuz komik dili konuşmuyor. Finlandiya çift dillidir ve her öğrenci hem Fince hem de İsveççe öğrenir. Ve başarılı olmak isteyen her Finli mutlaka başka bir dil daha öğrenmelidir. Bu dil genellikle İngilizcedir. Bunun dışında Almanca, Fransızca, Rusça ve daha pek çok dili de öğrenir. En küçük çocuk bile kendilerinden başka kimsenin Fince konuşmadığını anlar. Eğer hayatta farklı şeyler yapmak istiyorlarsa, dil öğrenmek zorundalar.”
Finliler ile Güney Koreliler temel bir ortak noktası bulunuyor: Öğretmenlere ve akademik başarılarına gösterilen derin saygı. Finlandiya’da eğitim programı başvurularının sadece 10′da 1′i kabul ediliyor. 1970′lerde öğretmen okullarının yüzde 80′inin kapatılmasından sonra geriye sadece en iyi üniversite eğitim programları kaldı. Bu da ülkedeki öğretmenlerin statüsünü yükseltti. Finlandiya’da öğretmenler bir yılda 600 saat ders veriyor. Kalan zamanlarını mesleki gelişime, iş arkadaşlarıyla, öğrencileriyle ve ailelerle bir araya gelmeye ayırıyorlar. Amerika’da ise öğretmenler yılın 1100 saatini sınıfta geçiriyor. İşbirliği, geri bildirim ve mesleki gelişim için çok az zamanları kalıyor.

Not: Facebook taki bir paylaşımdan alıntılanmıştır.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 03 Eki 2015 12:27:25
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Aşağıdaki yazı facebook paylaşımıdır.

Yazıyı okuduğumda [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.] sitesindeki sorular aklıma geldi.
Özellikle ilk 4 sınıf için hazırlanmış sorular bana ‘Günün nasıldı?’ sorusunu anımsattı.
Herhalde bu sorulara öğrenciler ‘iyi’ şeklinde cevap veriyorlardır :)

Facebook'da paylaşılan yazı :

Okulun ilk günü bitmiş, 4.sınıfa giden oğlumu okuldan aldığımda genellikle (büyük bir heyecanla) sorduğum ‘Günün nasıldı?’ sorum heyecansız monoton bir ‘iyi’yle cevaplandı.
Hadi ama! Okulun ilk günüydü bugün diye içimden bağırıyordum! Konuşabileceğimiz bir şey söylesen çocuk?
İkinci gün aynı sorum ‘yeni bir şey yok’ cevabını aldı.
Sanırım bu problem bana ait. Sorum gerçekten iyi bir soru değil belli ki. Bir sohbeti başlatmayan, hayal gücünden yoksun hatta sıkıcı bir soru.
Buna alternatif olabilecek çocuğumun birden fazla kelime kullanarak cevaplayacağı soruları derledim.
Hatta oğlumun 8.soruya verdiği cevap yaklaşık yarım saat sürdü.

Uzun bir okul gününden sonra çocuğun cevaplayacağı sorular:


1) Bugün okulda olan en komik şey neydi?
2) Biri senin için inanılmaz hoş bir şey yaptı mı?
3) Bugün hangi yeni bilgileri öğrendin?
4) Öğle yemeğinde ne yedin?
5) Teneffüste ne oyun oynadın?
6) Sınıfta burnunu karıştıran birini yakaladın mı?
7) Bugün biri için ne yaptın?
8 ) Öğretmenlerinden sadece bir tanesi zombi saldırısından kurtulsaydı kim olurdu? Neden?
9) Bugün seni ne gülümsetti?
10) Bugün seni zorlayan ne oldu?
11) Okulun lunaparktaki bir oyun olsaydı hangisi olurdu? Neden?
12) Gününü 1’den 10’a olacak şekilde kaç puan verirsin? Neden?
13) Sınıf arkadaşlarından biri o gün için öğretmen olacak olsa kimi seçerdin? Neden?
14) Yarın sınıfın öğretmeni olsaydın ne öğretirdin?
15) Bugün seni kızdıran biri oldu mu?
16) Henüz arkadaş olmadığın kiminle arkadaş olmak istiyorsun?
17) Okulda teneffüste yapılan en havalı etkinlik nedir?
18) Öğretmenin en önemli kuralı nedir?
19) Öğretmenin tanıdığın bir başka birini sana hatırlatıyor mu? Kimi?
20) Arkadaşlarından biri hakkında yeni öğrendiğin bir şeyi anlatmak ister misin?
21) Okula uzaylılar gelip 3 çocuğu kendi gezegenlerine götürseydi kimleri almalarını isterdin? Neden?
22) Bugün kime nasıl yardım ettin?
23) Bugün hangi anda kendinle gurur duydun?
24) Bugün uyması en zor kural senin için neydi?
25) Okul senesi bitmeden öğrenmek istediğin ne var?
26) Sınıfta tam karşında oturan arkadaşın kim?
27) Okulun en eğlenceli yeri neresi?
28) Okulda oynadığınız oyunların hangisinde ustalaşmayı hedefliyorsun?
29) Sınıfınızda kurallara uymakta zorlanan birileri var mı?

DİKKAT! Bu soruların tek seferde hepsini sormayın.
Bunlar örnek sorular ve kullanmak isterseniz durumunuza uygun aralarından seçerek bir ikisini sormak daha faydalı olur.
Çocuğu çok soruyla bunaltmayın.

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 02 Kas 2015 21:20:41
Çocuklarla İletişimde Bir Sorun: Emir Cümleleri

Hiç düşündünüz mü çocuğunuza “bir gün” içerisinde kaç kez emir veriyorsunuz? Ben emretmem diyebiliyor musunuz? Bir rehber öğretmen ve çocuğu ilkokula henüz başlamış bir baba olarak, kimi zaman ben de kendimi emir cümleleri kurarken yakalıyorum. Aslına bakacak olursak masumca söylenen bir “Elini yıka” bile emir kipiyle kurulduğu için teknik olarak bir emir cümlesi sayılır. Çocuğumuzla olan iletişimimizde hepimiz, ama az, ama çok, emir cümleleri kullanmak durumunda kalıyoruz. Ebeveyn olarak çocuklarımıza karşı kullandığımız temel emir cümleleri ise çoğunlukla tek kelimeden oluşuyor:”Gel”, “Git”, “Yapma”, “Sus”, “Otur”, “Kalk”, “Dur”, “Ye” gibi. Bunun yanı sıra bir de iki kelimeden oluşan  komutlar var ki bunlar daha can alıcı: “Ders çalış.”, “Yemeğini ye”, “Ödevini yap” gibi

Çocukla iletişimde emir kipi kullanmak çocuğun psikolojisini bozar diye bir görüş ileri sürdüğüm anlaşılsın istemem fakat, çocuğuyla iletişimini tamamen emir ve nasihat cümleleri üzerinden kuran anne babaların karşılaştığı ortak sorunlara ilişkin birkaç örnek vermek isterim. Bu veliler genelde şöyle bir yakınmayla gelir rehberlik servisine; “Hocam bu çocuk hiç söz dinlemiyor”, “Ne söylersek söyleyelim bildiğini okuyor”, “Sanki duvara konuşuyorum”, “Bir kulağından girip öbüründen çıkıyor.”

Bu durum, beynin, tekdüze ve de süreklilik arz eden uyarıcılara maruz kaldığında önlem amaçlı, kendi kendini otomatik olarak programlamasıyla açıklanabilir. Böylesi durumlarda beyin (kişinin ruh sağlığını korumak adına ) “bilinçli duyarsızlaştırma” denilen bir yola başvurmaktadır.

Bilinçli duyarsızlaştırma kavramının daha iyi anlaşılması için bir örnek üzerinden devam edelim:

Altan Bey tren rayının kenarında bir eve taşınmıştır. İlk gece, uyurken trenin geçişiyle çıkan gürültüden ötürü sıçrayarak uyanır. Bir müddet geçtikten sonra, beynin bilinçli duyarsızlaştırması devreye girer ve Altan Bey artık geceleri tren geçtiğinde uyanmaz olur. Bir gece Altan Bey’de yatıya kalan arkadaşı Çetin Bey, tren geçtiği esnada gürültüye uyanır ve sabaha ilk işi Altan Bey’e bu gürültüye her gece nasıl dayandığını sormak olur. Altan Bey o bildik cevabı verir. “İlk geceler uyuyamıyordum ama alıştım, artık duymuyorum bile.”

Peki, bu nasıl oluyor?

Uyku esnasında, kalp atışımızı, nefes almamızı, gerekli hormonları salgılamamızı ve de rüya görmemizi sağlayan kısacası tüm vücut sistemimizi kontrol eden “bilinçaltımız”, tren gürültüsü duyar duymaz bilinç merkezimize bir mesaj gönderiyor: “Bir gürültüye maruz kalacaksın. Bu, her zamanki trenin sesi. Sorun yok. Kontrol bende. Sen uyumana bak.” Böylece kulağa gelen bir gürültüyü beyin yok sayıyor.

Şimdi bir düşünün, ebeveynlerince her gün aynı standart komutlara ve nasihatlere maruz kalan bir çocuğun beyni de bir süre sonra otomatik olarak şöyle programlanamaz mı? “Bir ‘gürültüye’ maruz kalacaksın. Bu, her zamanki anne-babanın sesi. Sorun yok. Kontrol bende. rahatına bak.” Hatta bazen çocuk duyarsız kalmak yerine tepki geliştirme yolunu da seçebilir. Bu tepkiye bir örnek vermek istiyorum. Batman’da görev yaptığım lisede verdiğim bir seminerde, öğrencilere, öz denetimin (iç disiplin) önemini anlatıyordum. Onlara sürekli olarak dıştan disipline maruz kalmanın incitici olabileceğinden söz ederken bir öğrenci söz aldı ve şöyle dedi. “Hocam, okuldan eve gidiyorum, daha soluklanmadan annem babam bana ‘Dersin yok mu? Kalk  dersini çalış’ dediklerinde küfredilmiş gibi ağrıma gidiyor.” Çok uç bir örnekti bu belki, ama öz denetiminin gelişmesine olanak verilmemiş bir çocuğun, sürekli olarak dış disipline maruz kalmasıyla kabaran isyan duyguları, kimi zaman dışa dönük şiddette kadar uzanabiliyor.

Ne yapmalı?

Çocuklarımızla yeni bir iletişim dili geliştirmek zorundayız. Onlarla yapacağınız konuşmayı zenginleştirerek, iletişim dilinizi çeşitlendirmek her şeyden önce çocuğunuzun beyninde daha çok sinaptik bağlantı oluşmasını sağlar. O yüzden “Ödevini yap” yerine “Ödevin var mı? Ne zaman yapmayı planlıyorsun?” gibi soru cümleleri kullanmakla işe başlayıp bu dili zenginleştirmeliyiz. “Buraya gel” cümlesindeki duygusuzluğu, “Buraya gelir misin?”deki yumuşaklığa dönüştürmenin yollarını aramalıyız. “Uyan artık” cümlesinin hoyratlığını, “Uyanmanı bekliyorum”daki naiflikle değiştirmeye çalışmalıyız. “Işığı kapat! Elini yıka ve sofraya gel” yerine. “Işığın açık, ellerini yıkadıysan yemeğe oturabiliriz” gibi sakin cümlelerle yeni bir tarz tutturmalıyız.

Kısacası çocuğumuzla aramıza sağlam bir köprü ve sarsılmaz bağlar kurmak adına kendimize özgü yeni bir iletişim dili yaratmalıyız. Nasihat etmek yerine samimi ve açık uçlu sorular sorarak çocukla bir muhabbet dili oluşturmanın gayreti içerisine girmeliyiz. Onlarla hikâyeleri, hayalleri kısacası hayatı paylaşarak geleceğe güvenle hazırlanmalarını sağlamalıyız. Onlara bağlanabilecekleri değerler, yüreklerini tutuşturabilecekleri amaçlar ve hayatlarını adayacakları bir anlam sunmanın yollarını aramalıyız. Belki bu sayede dokunabiliriz yüreklerine ve belki bunu yapmaya çabaladığımızı hissettiklerinde açacaklardır yüreklerini bize.

Recep KARATAŞ
Psikolojik Danışman

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı sebocan

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 32.896
  • 512.890
  • 32.896
  • 512.890
# 12 Ara 2015 20:47:15
Çocuklara Bilimi Sevmeyi Nasıl Öğretiyorum?

Cesar Harada, Hong Kong’daki Harbour Okulu’nda gelecek neslin çevrecilerine vatandaşlık bilimi ve yaratıcılık öğretiyor. Dünyadaki okyanusların yüzyüze kaldığı tehditlere çözümler yaratmak için, sınıfını hayal gücü kuvvetli çocukların tahta, metal, kimya, biyoloji, optik ve bazen de elektrikli aletlerle çalıştıkları endüstriyel bir mega-alana taşımış. Burada ebeveynlerinin ona küçükken öğrettiği evrensel bir dersi aktarıyor: “Ortalığı dağıtabilirsiniz, ama sonra kendiniz toplamanız lazım.”

Sözlerine “Ben bir çocukken, anne babam bana derdi ki, ‘Ortalığı berbat edebilirsin, ama sonrasında kendin toparlamalısın. ‘ Yani özgürlük sorumlulukla birlikte geldi. Ancak hayal gücüm beni her şeyin mümkün olduğu harika yerlere götürürdü. Böylece masumiyet balonunda yetiştim ya da bir cahiliyet balonunda mı demeliyim?” diye başlayan Harada’nın sık sık alkışlarla ve kahkahalarla kesilen konuşmasını Türkçe altyazılı olarak dinleyebilirsiniz. Harada, bu kısacık konuşmada ufuk açıcı birçok deneyimini anlatıyor.

VİDEO İZLE: [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 19 Ara 2015 11:04:01
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Melih Arat beyin aşağıdaki yazısındaki bazı hususlara katılmasam da paylaşmayı faydalı buluyorum.

Çocuklarımızı nasıl eğitmeli?

Steve Jobs, Reed Üniversitesi’ni bitirmeyip bırakmıştı.
Acaba bir üniversiteye gitmek ile üniversiteyi bırakmak arasında nasıl bir fark var?
Öncelikle Steve Jobs, kendi döneminde Amerika’nın en iyi okullarından birinde okuyordu.
Okulu bırakmasının sebebi ailesini okulun mali yükünden kurtarmaktı.
Ayrıca okulu bırakma şekli de ilginçti, okulu bıraktığı halde okul yönetiminin bilgisi ve izni dahilinde derslere girmeye devam etti.
Sadece zorunlu derslere girmek yerine ilgisini çeken derslere giriyordu.

Yurtta arkadaşlarının odasında kalıyor ve öğrenmeye devam ediyordu.
Macintosh bilgisayarların efsane olmuş estetik arayüzü ve sayısız font seçenekleri, girdiği kaligrafi derslerinde öğrendikleri sayesindeydi.

Sanırım marifet okul bitirmek değil, öğrenmek.
Okulu bitirmek birçok örnekte bir şey öğrendiğinizi göstermiyor.
Buna mukabil diploma olmadan birçok kurum bir şey bildiğimize inanmıyor.
Diploma olsa da olmasa da esas olan öğrenmek.
Steve Jobs’ın yaptığı şey de bu.
Bu hafta Bursa Orhan Gazi Üniversitesi’ndeki master dersinde Steve Jobs’ın hayat hikayesini tartıştık.
Walter Isaacson’ın kaleme aldığı biyografisine göre Steve Jobs bir ara ekibini Bauhaus Sanat Akımı’nı tanıtmak ve ekibine ilham vermek için bir müzeye götürmüş.

Yıllarca Paşabahçe’nin sekizgen planlı bir sürahisini seminerlerimde örnek verdim.
Türkiye’de bütün fabrikaların, işyerlerinin ve okulların yemekhanelerine girmeyi başarmış bu sürahiyi görmemiş ya da dokunmamış  herhalde çok az insan vardır.
Bu sürahinin özelliği, maalesef su koyarken hep damlatmasıdır.
Suyun bir kısmı bardağa, bir kısmı da masaya dökülür.
Nedeni gayet basit, tasarım hatası.
Neden tasarım hatası var?
Çünkü Türkiye’de resim sanatı gelişmemiş.
Resme ya da tasarıma ilgimiz yok.
Müze gezmek, sergi gezmek Türkiye’de önemli, değerli ve öncelikle bir iş değil.
Kitaplar zorla okunur, müzelerse gezilmeyecek kadar sıkıcı bulunur.
Hiçbir kültürel fonksiyonu olmayan diziler ise el üstünde tutulur.

Muhteşem Yüzyıl’ın son bölümünde Beyazıt’ın zırhının kalbinin üstündeki bölümü deriden yapılmış, ok atılınca direk kalbine girsin diye.
Miğferinin burnunu koruması gereken bölümü ise kaşlarının hizasının biraz altında bitiyor.
Yani darbeden koruma özelliği hiç yok.
Bu dizileri izlemeye başlayıp bu ayrıntıları fark eden var mı bilmiyorum, ama fark eden biri olarak bu dizilere katlanamıyorum.

Bir okurum, Egitimpedia.com sitesinde Demet Sunar’ın bir yazısının linkini göndermiş.
New York Times referanslı yazıya göre dünya teknoloji devlerinin patronları çocuklarını teknoloji olmayan, akıllı tahtaları olmayan deneyimsel okullara gönderiyor.
Çocuklar dört işlemi ve başka şeyleri kara tahtada veya fiziksel objelere dokunarak, doğaya çıkarak öğreniyorlar.

Peki bütün bu anlattıklarımı nereye bağlayacağım?
Çocuklarımızın aldığı notlardan daha önemli olan bir şey öğrenmeleri…
Kültür ve sanata ilgisi az olan ulusların tasarım kabiliyetleri gelişmiyor.
Teknoloji öğrenmeyi kolaylaştırıcı, ama görmek, tartışmak, dokunmak, kafadan hesap yapmak hala kıymetli.
Doğayla iç içe olmak fen bilimini tecrübe ederek öğrenmemize yardım ediyor.
Çocuklarımız için ihtiyaç duyduğumuz eğitim, onların merakların kaşımalı ve öğrenmeyi talep etmelerini sağlamalı.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK