Arada bir durup bakmak gerek...
Koşarken ezdiğin karıncaları hiç düşündün mü?
Bir böcekle, bir kedi veya bir insanı ezmek arasında hiçbir fark yoktur gerçek manada. Bir insana en ufak bir zarar verdiğimizde muhtemelen hesap veririz. Bu bir kedi veya kuş olursa; keşke olmasaydı der, geçeriz genellikle. Bir böcek veya karınca olursa çoğunlukla tepki bile vermeyiz. Bunu normal karşılarız. Küçük olmasından hareketle bunu normalleştirme gibi tuhaf bir değer biçme anlayışı geliştirmişiz.
Burada ilginç olan hayata dair bakışımızdır. Hayatı nicel olarak anlamlı bulmak ne kadar doğru... Oysa hayat bir armağandır. Rastgele ortaya çıkmış değildir. Başlangıcı da bitişi de bir hukuka bağlıdır. Temel bir haktır, var olmak... Büyüklerini görüp de, küçüğünü görmemek, yada bilip de önemsememek insan zaafıdır sadece. Zaman ve nicelikte önemlilik insan icadı bir kavram ve algılama olduğundan karıncanın hakkını görmemek aslında insanın kendi niteliksel probleminden başka bir şey değildir.
Aynı insan, atomun içindeki muazzam gücü keşif için milyar dolar harcarken, hoyratça kirlettiği doğadaki diğer türlerin varlığını korumak için kılını bile kıpırdatmaz. Hatalarının bedelini ödemeksizin hayatın bir şekilde devam edeceğini sanır. "Hayata ne verirsen, hayat da sana onu verir."
"Bir karınca kolonisi, birkaç böcek ve yahut kuş ezmişim çok mu!..." dersek, bir gün insan ezdiğimizde de (geliştirdiğimiz mantık gereği öğrenmeyle oluşan değer yargılarımız neticesinde) "istemeden oldu, görmedim" der kendimizi kandırmayı zorunlu kılarız. Benzeri bir yıkım (durum) kendimize ulaşana dek görmemeyi tercih eder, dururuz.
Kendini tekrarlayan döngüler dışına çıkmamayı garanti sanırız. Hayatı anlamaktan uzak, olaylara sığ ve yüzeysel bakmaktan öteye geçemeyiz genelde. Bunu 'zor, zahmetli ve gereksiz' diye de etiketleriz, incelik adına. Yetmez, bir de alay ederiz dile getirenlere karşı. Başımıza gelen olayları anlamada zorlanır, isyankar yada karamsar olup, çıkarız. Esası ıskalarız. Çoğunlukla fırsatları yada kısmetleri görmekte kendimizi alıkoyarız. Yıllarca, farkına bile varmayız.
Bir bakıma kendimizi sınırlar ve hayata kapatırız. Kimim, neyim, nasıl biriyim, niçin varım? sorularını kendimize sormaya cesaret bile edemeyiz. Gerçekliğimizle yüzleşmekten korkarız. Bu bize öğretilmiştir. Oysa hayat; her birey için kendi öğrenmeleri ile yaşanır, bilmekle gelişir, unutmakla değişir. Umutla, sevgiyle yenilenir. Yeni tecrübelerle de olgunlaşıp güzelleşir. Hayat dinamiktir. Donuk bir tablo gibi sabit ve garanti arayışına uygun bir nesne değildir. Bakmaktan çok, görmeyi gerektirir.
Çünkü; görmek bilmek ve anlamaktır. Devamı ve anlamı için değişim de gerektirir. Değişim korkutur ilk başta... Çünkü doğru veya yanlışı seçmeyi zorunlu kılar. Sorumluluğu hatırlatır. Gerekli gücü ve bilgiyi de içinde barındırır. Hayatı ve hakkı korumayı öğretir. İyiyi ve kötüyü ayırt etme yetisi kazandırır. Misal bir karıncanın da yaşama hakkının olabileceğini düşündürür. Onu da gör, koru ve varlığına özen göster diye de fısıldar... Seni uyanık tutar, insan yapar.
Bu nedenledir ki, her şeyden önce insan kendini bilmeli ve tanımalıdır. Tasarlanmış bir birey ve karakter olmanın ötesinde, gerçek kapasitesini, zaaflarını, hastalıklarını, neden yaptığını bilmediği birçok davranışını, hayata dair, kendisi ve başkaları adına aldığı kararları, yaptığı eylemlerini sorgulamalıdır. Gerçeğin doğasına yönelik arayışlarında ilk önce kendini bulmalı, kendi gerçekliği ile tanışmalı ve hesaplaşmalıdır.
İşte o zaman bir karıncanın da hakkının olup olmayacağını düşünme, özenli olup olmadığımızı bilme, aslında hayat bütünlüğünde (dışımızdaki tüm varlığa verdiğimiz değer oranında) kendi varlığımızı, hayatımızı değerli kılma çabamızın olup olmadığını da anlama, test etme imkanına kavuşmuş oluruz.
Hayat.. devam ediyor. Her nerede olursak olalım; şu an itibari ile çevremizde olan, insan, hayvan, bitki ve diğer tüm bileşenleri ile hayatın bütünlüğüne biraz daha saygı lütfen...
Dur, düşün ve öyle hareket et.
Unutma, öncelik hayatın..