Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.
ORTAÇAĞ Bölümü : (Yaklaşık 376 - 1453 yılları arası)
İmza: Bazen Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki yüzyıllık anlaşmazlıklardan umutsuzluğa kapılan baban!
Sürekli kendime bu üç dinin de köklerinin İbrahim'e uzandığını hatırlatmaya çalışıyorum. O zaman hepimizin aynı Tanrı'ya inanmamız gerekmez mi?
Buralarda ise Hâbil ile Kabil hâlâ birbirine düşman!
İnsan korkunca kuralları çiğnemekte bir tür teselli bulur.
300 yıllarında Roma hem kuzeyden gelen akınlara, hem de iç çözülmelere maruz kalıyor.
330 yılında Konstantinus İmparatorluğun başkentini, daha önce Karadeniz'e yaptığı deniz seferi sırasında kurmuş olduğu Konstantinopolis şehrine taşıyor.
Bu yeni kenti pek çokları "ikinci Roma" olarak görüyor. 395'de Roma İmparatorluğu ikiye ayrılıyor:
Roma'nın hâlâ başkenti olduğu Batı Roma İmparatorluğu ve başkenti Konstantinopolis olan Doğu Roma İmparatorluğu.
Roma 410 yılında barbarlar tarafından yağma ediliyor ve 476 yılında Batı Roma împaratorluğu tümüyle yıkılıyor.
Doğu Roma İmparatorluğu ise Türklerin Konstantinopolis'i alış tarihi olan 1453 yılına dek devlet olarak varlığını sürdürüyor.
Sofi Albelto'nun bu saat benzetmesiyle ne demek istediğini anlamıştı artık.
Geceyarısı 0 yılına, saat bir İ.S. 100 yılına, saat 6, İ. S. 600 yılına ve saat 14, İ. S. 1400 yılına karşılık geliyordu...
Rönesans döneminde ortaya çıkmış olan "Ortaçağ" sözcüğü, "iki dönem ortasında kalmış çağ" anlamına gelir aslında.
Ortaçağ, Antik Çağın sonunda başlayıp Rönesansla sona eren, Avrupa'nın üzerine serilmiş "bin yıllık karanlık" olarak görülmüştür.
Günümüzde de "Ortaçağ" sözcüğü otoriter olan, esnek olmayan anlamlarında kullanılır.
Ancak kimilerine göre de Ortaçağ "bin yıllık gelişme" dönemidir.
Örneğin okul sistemi bu dönemde biçimlenmeye başlamıştır. Manastır okulları Ortaçağın en başlarında ortaya çıkmıştır.
Yaklaşık olarak 1100 yılında katedral okulları, 1200'lerden itibaren de üniversiteler görülmeye başlanmıştır.
Bu gün de hâlâ çeşitli konular, aynen Ortaçağdaki gibi belli başlıklar ya da "fakülte"ler altında gruplanır
Ortaçağ deyince birleştirici bir kültür olarak Hıristiyanlık aklımıza geliyor. (Ortaçağ bilim adamlarını dikkate aldığımızda)
O zaman Yunan-Roma kültürünün üçe, batıda Roma-Katolik kültürü, doğuda Doğu Roma kültürü ve güneyde Arap kültürüne ayrılmakla beraber nasıl ayakta kaldığını anlayabilirsin.
İyice basitleştirecek olursak, Yeni Platonculuğun batıda, Platon'un doğuda ve Aristoteles'in Araplarda yaşamaya devam ettiğini söyleyebiliriz.
Ancak elbette bu üç kol da içinde diğer kollardan bir şeyler taşıyordu. Sonuç olarak bu üç kol, Ortaçağ biterken Kuzey İtalya'da buluştu.
Arap etkisi İspanya'daki Araplardan, Yunan etkisi de Yunanistan ve Bizans'dan geliyordu.
Böylelikle "Rönesans" ya da başka bir deyişle antik kültürün "yeniden doğuşu" başladı. Dolayısıyla antik kültür de uzun bir Ortaçağdan hayatta kalarak çıkmış oluyordu.
Plotinos gibi o da kötülüğün "Tanrı'nın yokluğu"ndan başka bir şey olmadığını savunur. Kötü diye kendi başına bir şey yoktur, kötü yok olan şeydir.
Çünkü Tanrı sadece iyi olanı yaratmıştır. Kötülük insanlar Tanrı'nın sözlerine uymadıkları için vardır.
Kendi deyişiyle: "İyilik Tanrı'nın işidir; kötülük Tanrı'nın işinden gerilemektir."
- Augustinus'un söylemek istediği şey, hiçbir insanın Tanrı tarafından kurtarılmayı hak edemeyeceğidir. Tanrı kurtaracağı kullarını seçer.
- Nasıl olur? Aklımız bize Tanrı'nın dünyayı altı günde yarattığını nasıl söyleyebilir? İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğunu aklımızla nasıl bilebiliriz?
- Evet. Aristoteles'in felsefesi de tüm doğal süreçleri harekete geçiren bir Tanrı ya da bir "ilk neden" olduğunu varsayar.
Ama Tanrı'nın daha ayrıntılı bir tanımına girmez. Bu noktada İncil'e ve İsa'nın öğretilerine kulak vermemiz gerekir.
Havanın fırtınalı olduğunu hem şimşekleri görerek, hem gök gürültüsünü duyarak anlamamız gibi...
- Doğru! Kör olsak gök gürültüsünü duyar, sağır olsak şimşekleri görebiliriz. En iyisi hem görüp hem işitmek tabii!
Ama gördüğümüz şeyle duyduğumuz şeyin birbiriyle çelişmesi gerekmiyor. Bu iki izlenim birbirini tamamlıyor.
Yalnızca doğaya bakarak da Tanrı'nın varlığını duyabiliriz. Çiçeklere ve hayvanlara bakarak Tanrı'nın tüm bunları sevdiğini söyleyebilir, sevmese yaratmazdı diyebiliriz.
Ama Tanrı'nın şahsına dair bilgilere yalnızca İncil'de ya da Tanrı'nın bu "otobiyografi"sinde rastlayabiliriz.
Meleklerin vücutlarında böyle duyu organları yoktur, bu yüzden de onların kendiliğinden ve hemen olan bir zekâları vardır.
İnsanlar gibi "şöyle bir düşünmeleri", zihinlerinde şöyle bir tartmaları gerekmez.
İnsanların yavaş yavaş keşfettiği her şeyi onlar önceden bilirler.
Vücutları olmadığı için ölmezler de. Tanrı gibi mutlak değildirler, çünkü onları da Tanrı yaratmıştır. Ama sonunda ayrılacakları bir vücutları olmadığı için ölmezler de.
- O zaman şimdi bizi de görüyordur.
- Evet, belki de. Ama "şimdi" değil. Çünkü Tanrı'nın zamanı bizimkiyle aynı değildir. Bizim "şimdi"miz Tanrı'nın "şimdi"siyle aynı şey değildir.
Bizim hayatımızda birkaç hafta, Tanrı'nın birkaç haftası anlamına gelmeyebilir.
Aquino'lu Thomas, Aristoteles'in kadınlar konusundaki görüşlerini de devraldı ne yazık ki.
Aristoteles'in kadınların eksik erkek olduklarını söylediğini hatırlıyorsundur.
Ona göre çocuklar da özelliklerini babadan alıyorlardı. Çünkü kadın edilgen ve alıcı, erkek ise etken ve vericiydi.
Thomas'a göre bu sözler İncil'in sözleriyle mükemmel bir uyum içindeydi. İncil de kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını söylemiyor muydu zaten!
- Tanrı'nın yalnızca erkek olmadığı eski bir Yahudi ve Hıristiyan inanışıdır. Bu inanışa göre Tanrı'nın bir de dişi yanı ya da "doğa analığı" vardır.
Çünkü kadınlar da Tanrı'nın suretidir. Yunanca'da Tanrı'nın dişi yanına Sophia denir. "Sophia" ya da "Sofi" "bilgelik" anlamına gelir.