Türkan Saylan kendini anlatıyor ()
20 Mayıs 2009
Ne demek cüzzamlılara dokunmayın hayvanat bahçesine mi gidiyoruz!
Prof. Dr. Türkan Saylan, mücadele dolu yıllarını 2004’te ilk baskısı yapılan “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” adlı kitapta, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’na anlattı. Saylan, nehir söyleşi tarzında hazırlanan kitapta yaşamına dair bilinmeyen birçok detayı paylaştı...
1958 yılıydı. Evlenmiştim ve sanırım büyük oğluma hamileydim. Bakırköy Akıl Hastanesi’ni görmeye gitmiştik. Çırılçıplak, iyileşme şansı olmayan, bakımsız, sahipsiz birçok insan parmaklıkların arkasındaydı. Cüzzamlılar pavyonuna giderken, ‘Sakın yaklaşmayın, ellerinizi değdirmeyin, uzak durun’ diye uyarıyorlardı bizi. Bu bana çok ters geldi birden. Hayvanat bahçesine mi gidiyoruz, ne demek uzak durmak, biz doktor olmayacak mıyız, hastaya uzak durulur mu? Eski, bakımsız üç baraka vardı. Tarihi filmlerden birinin sahnesindeymişiz gibi, paçavralar içinde cüzzamlılar çıktılar barakalardan. Hastalar ellerini uzattılar, ayaklarını gösterdiler; yaraları vardı, sarılmıştı. Kiminin gözleri kör olmuştu, kimi sakattı. O sırada hastaneden yemek geldi. Görevli, yemeği hastaların bakraçlarına el değmeden boşalttı ve döndü. Bu görüntü günlerce rüyama girdi. Kitaplar buldum, okumaya başladım. Ve gördüm ki bu hastalığın tedavisi var. Bunları öğrenince bir suçluluk duygusuna kapıldım, böyle basit bir çözümü olan bu hastalık neden toplumsal bir yara haline gelmiş diye...
Türkan Saylan kendisini anlatıyor (1)
Yaralarla uğraşmak zor tabii
İhtisas yaparken, hastaneye bir cüzzamlı geldiğinde şefimin gömleğiyle ağzını burnunu kapayıp, “Aman Türkan, bu cüzzamlı, uzak dur” dediğini anımsarım. Bu hastalıkla kimse ilgilenmiyordu. Görmezden geliniyor gibiydi. Üniversitede, rahmetli Osman Hoca (Prof. Dr. Osman Yemni) bile, “Türkan istersen sen uğraş ama ben bu hastalıkla ilgilenemiyorum” demişti. Aslında deri ve zührevi hastalıklar o zamanlar kadın hekimlerin pek ilgi duymadığı bir daldı. Ben Türkiye’deki yedinci kadınmışım bu dalda ihtisas yapan. Yarayla uğraşmak, temizlemek, herkesin sevdiği şeyler değildir. Ben seviyordum bunu.
Farah Diba cüzzamı anlatınca...
Bir gün Uğur Dündar’la, cüzzamı anlatan 35 dakikalık bir film yaptık. Bu film, Farah Diba’nın (Son İran Şahı Rıza Pehlevi’nin üçüncü ve son karısı) Türkiye’ye geldiği akşam, haberlerden sonra verildi televizyonlarda. Çok büyük bir rastlantıydı bu, çünkü Farah Diba’ya boş zamanlarında ne yaptığı soruluyordu ve o da, “Boş zamanlarımı cüzzamlı hastalarla ilgilenerek geçiririm” diyordu. Televizyonlarında Farah Diba’nın cüzzamlı hastalarla ilgilendiğini öğrenen insanlar, bir saat geçmeden bizim programı izledi. Bu rastlantı cüzzam konusuna birçok kişinin ilgi göstermesini sağladı. Bu filmden sonra ben Sağlık Bakanlığı’na biraz daha ısrarcı olarak bir protokol önerdim. O günkü müsteşar Osman Yaşar’dı; bakan da Dr. Kemal Demir. Kendisine gittiğimde bana biraz çıkıştı. “Doktor hanım, siz nasıl böyle bir şey yaptınız, bize danışmadınız, bakın ortalık altüst oldu, insanlar korkuyor, bunun ülkeye zararı olabilir, ben sizi dava edebilirim” gibi sözler söyledi. Müsteşar Bey’e, “El ele verirsek bu sorunu çözebiliriz ve bu bir kazanç olur. Ama siz bana tepki gösterip karşımda yer alırsanız, ben de sizinle mücadele etmek zorunda kalırım” dedim. Benim kararlılığımı görünce, “Şaka yaptım, şaka yaptım” dedi. Bunun üzerine Cüzzamla Savaş Derneği’ni kurduk. Bize yardımcı olan bir İsviçre kuruluşu vardı.
Lepra Hastanesi’ni kurdum
İsviçre Büyükelçisi Ankara’da bir karşılaşmalarında bakana benden söz etmiş, “Bizim büyük bir kuruluşumuz ona destek veriyor, siz tanıştınız mı?” diye sormuş. Bunun üzerine bakan beni arayıp, “Görüşelim” dedi. Ankara’ya gittik. Cüzzamla Savaş Derneği ve Sağlık Bakanlığı arasında bir protokol imzaladık. Böylece 1981’de Cüzzam Hastanesi’ni kurmuş olduk. Anadolu’da cüzzam taramaları yaptık. Van’a, Elazığ’a gittik. Lepra Hastanesi’nde 2002 yılına kadar başhekimlik yaptım. Bu süreçte sadece bir kez maaş aldım.
4 aylık hamileyken tüberküloz oldum
Evlendikten bir yıl sonra doğdu büyük oğlum Çağlayan. 22 Ağustos 1958’de. Hamileliğim sırasında ciğerlerimde bir şeyler hissettim. Soluk alırken göğsüm acıyordu. Kendi kendimi muayene ediyordum, ciğerimden bir ses alıyordum. Hastaneden tüberküloz kaptığımı düşünmeye başladım. Sonunda Müfide Küley Hocama gittim. Müfide Hanım dinler dinlemez teşhisi koydu. Tüberküloz olmuştum. Dört aylık hamileyken tedaviye başladık. Çocuğa bir şey olacak diye çok korkuyordum ama atlattık.
Ve Uluslararası Gandhi Ödülü
Uluslararası Gandhi Ödülü, 1985’te ortaya konuyor ve cüzzam konusunda ülkesinin kalkınmasına katkıda bulunacak bir kişiye verilmek üzere belirleniyor. Ben de adaylar arasındaydım ve bu ödül o yıl, 1986 yılında (Yeni Delhi’de) bana verildi. Bu ödülün önemli tarafları var. Hindistan’da çok iyi ağırlanıyorsunuz, onların usullerine göre, koşullarına göre, müthiş bir seremoni yapılıyor ve bu günlerce sürüyor. Sizi gezdiriyorlar, cüzzam çalışmalarının yapıldığı yere götürüyorlar. Ben bu toplantıya katıldığım zaman Cumhurbaşkanı Zail Zing diye bir Sih’ti, ödülü ondan aldım. Onun yardımcısı Ven Kataraman, Sih değil, Hindu, saygın bir insandı. Kataraman daha sonra Cumhurbaşkanı oldu. Hindistan’ın iki Cumhurbaşkanı’nı çok yakından tanımış oldum; bu çok önemli bir şey benim için. Çünkü Hindistan’ı, Hintlileri tanımak insana büyük ufuk açıyor.
Hurafe ve şiddet içermeyen gerçek İslamiyet’le barışığım
Ben gerçek İslamiyet’le barışığım. Çocukken, yaz aylarında hafta sonlarında Hafız Ahmet Bey adlı bir din hocamız oldu. Babam onu bize din bilgileri vermek üzere eve davet ederdi. Ahmet Bey hem hafızdı hem de Galatasaray Lisesi’nde Türkçe öğretmeniydi. Hafız Ahmet Bey bize dinleri teoloji anlamında öğretmişti. Dünyada kaç din vardır, nasıl ortaya çıkmışlar, hangi öğretileri vermişler, İslamiyet nedir, beş şart neden vardır, çağdaş bir Müslüman nasıl olmalıdır, din haksızlıklara nasıl karşıdır, eşitlik, adalet neden önemlidir gibi temel bilgileri vermişti. Abtesti, namazı, önemli sureleri öğretmişti. Onun bize öğrettiklerinde şiddet, hurafe, dogmatizm yoktu. Hz. Muhammed’i babacan, tonton, insanları seven bir insan olarak tanımıştık. Bu yüzden dinle barışık kaldım, onu bir moral güç olarak kabul ettim. Dinsel düşünce de asla bilimsel düşüncemi etkilemedi.
İnsanları anlamak onlara dokunmaktan geçer
Prof. Dr. Türkan Saylan’a, “Atatürk’ün çocuğu” adı verilmesinin nedenlerinden biri de lepra, yani cüzzam ile yaptığı mücadele. Türkiye’de bu hastalığın yok edilmesinde büyük emekleri geçen Prof. Dr. Saylan, meslek yaşamı boyunca sık sık Türkiye’yi öğrencileriyle beraber karış karış dolaştı. Bu çalışmalarına ise ’tarama’ adını verdiler. İşte 1984 yılında Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne yaptıkları bu tarama çalışması tam 25 yıl sonra kitaplaştırıldı. Anılar, fotoğraflar, ümitler ve ümitsizlikler bu kitapta toplandı. Adına ise “Yer Gök Dört Duvar’ dendi. Kitabın önsözünü yazmak da Prof. Dr. Saylan’a düştü. Bir ay kadar önce Cumhuriyet Kitapları’ndan yayınlanan ‘Yer Gök Dört Duvar’ın ön sözünde Prof. Dr. Saylan Türkiye’nin nasıl tanınacağına dair küçük bir örnek veriyor: “Ülkemizi tanımak için dört bir yanına ulaşmak, toprağına, insanına değmek, bir süre de olsa onlarla yaşamak, havasını solumak, suyunu içmek gerekir.” Yaptıkları çalışmayı ise Saylan şöyle anlatıyor: “1980’lerden başlayarak yazları doğuya, kışları batıya yönelik ’tarama’ adını verdiğimiz bu çalışmaları yaparken çok sayıda genç tıp öğrencisi ile bir arada bulunduk.”
Mutluluğun sırrı
Kitabın ön sözünde Prof. Dr. Saylan, yaptıkları işten nasıl mutlu olduklarını ise şu cümlelerle aktarıyor: “İnsanlarla anlaşmanın onlara dokunmak, kucaklamak ve sevmekten geçtiğini, kendimize verdiğimiz değerin herkesin hakkı olduğunu, bilgi ve becerimizi insanları iyileştirmek, dertlerini dinlemek, bir şeyler yapmak için kullandığımızda nasıl mutlu olabildiğimizi fark ettik.” Saylan, 2000 yıllarına kadar ’tarama’ çalışmalarının sürdüğünü, daha sonra bittiğini belirtiyor. Daha sonra taramaları yaptığı öğrencilerinin kendini geliştirdiğini, doktor ve hemşire olduğunu belirterek, anılarda kalan çalışmaların kitap haline getirme kararı aldıklarını söylüyor. Anılar ise geçtiğimiz ay kitaplaştırıldı.
VATAN