Türkiye'nin Değişimi
Doğan Cüceloğlu'nun İnsan insana isimli kitabından bir bölüm :
2 Haziran 1986 gününün akşam üzeri, yedi yıllık bir ayrılıktan sonra, İstanbul'a geliyorum.
Los Angeles'tan kalkan KLM hava yollarının uçağı, Kuzey Kanada ve kutup üzerinden uçarak önce Amsterdam'a indi.
Orada, aynı şirketin Atina üzerinden İstanbul'a gelen başka bir uçağına bindim.
Los Angeles'tan kalkan uçaktaki yolcuların arasında, ancak birkaç Türk'ün farkına varabilmiştim.
Amsterdam'dan kalkan uçaktaki Türklerin sayısında bir artma olduğu daha belirgindi; sigara içen erkekler ve başörtülü kadınlar çoğunluktaydı.
Uçak Yeşilköy Atatürk Hava Limanı'na güneş batışına yakın bir saatte indi.
Yeni hava limanı, uçakların binalara yaklaşmasına ve yürüyen koridorlar aracılığıyla yolcuların doğrudan salona girmelerine olanak veriyordu; benim için bu bir yenilik, bir gelişmeydi.
Yürüyen koridorların içi gri renge boyanmıştı ve koridorun sonundaki salonda hiçbir tablo ya da canlı renk yoktu.
Uçak kapısından çıkarken ellerini arkaya atmış üç tane üniformalı polis, çıkan yolcuları bir suçluyu ararcasına gözden geçiriyordu.
Koridorun sonunda da ellerinde otomatik silahlarıyla iki polis ve iki inzibat eri, sert yüzlerle yolcuları gözden geçirmeye devam ediyorlardı.
Yolculuğun başından beri, silahlı ve üniformalı kimse görmemiş olduğum için, doğrusu ilk anda şaşırmaktan kendimi alamadım.
İçime bir korku girdi; acaba Türkiye'ye gelmekle suç işlemiş olabilir miydim?
Biliyordum ki, bu asık suratlı devlet görevlilerinden her biri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni temsil ediyorlardı ve devleti temsil etmenin bilinçli sorumluluğunu yüz ifadeleri ve duruşları belirtiyordu.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti --korkulması gereken bir kuruluş--tu; gerçekten de bu korkuyu insanın içinde uyandırıyorlardı.
--Türkiye'ye Hoş Geldiniz;-- anlamında güleryüz bekleyen birkaç Amerikalı ve Avrupalı, biraz şaşkın, biraz gergin bir durumda polis ve inzibatlara gülümsemeye çalıştı ama, --devlet koruyucuları--nın azimli ve haşin yüz ifadeleri karşısında tebessümleri dudaklarında dondu kaldı.
Yol gösterici bir yazı olmadığı için önce şaşkınlıkla etrafa bakınan yolcular, daha sonra --devlet koruyucusu-- asık suratlı birer polisin içinde oturduğu iki ufak hücreyi gördü ve her birinin önünde dizilmeye başladı.
Bu arada KLM uçak şirketinde çalışan genç bir Türk hanım, iki yolcuyu arkadan getirerek en öne geçirdi ve polise onların pasaportlarını verirken --Bunlar benim tanıdıklarım;-- dedi.
Önümdeki ve arkamdaki Amerikalıların birbirlerine bakıştıklarını gördüm.
Hava limanında çalışan tanıdıkları olmadığı için ikinci sınıf değerleri olduğunu anlayamıyorlardı, besbelli.
Devleti temsil eden haşin yüzlü polis, itirazsız --tanıdıkları olan kişiler--in işlemlerini yaptı ve KLM'de çalışan hanıma gülümsedi.
Daha sonra yine devlet yüzünü takınarak, Türkiye'ye gelme cesaretini gösteren sıradaki yabancıya döndü.
Pasaport işlemlerinden sonra gümrük denetimine girdik. Gümrükçüler daha yumuşak yüzlüydü ve --Beyefendi;' ya da --Hanımefendi,-- diye yolculara kibar bir dille hitap ediyorlardı.
Hamallar özel giysiler içindeydiler ve Türk olduğunu tahmin ettiği kimselere --Yardım edelim mi Beyefendi?-- diye soruyorlardı.
--Evet,-- diyen kimselerin bavullarını kapıyor, kendi tanıdıkları gümrük memurunun önüne götürüyor, o da tanıdık hamalı görünce --Kimin bu?-- diye soruyordu.
Hamal, --Bu beyin!-- diye göstermesinden sonra, gümrükçü çoğu kere bavulu açmıyor, elindeki tebeşirle bavula bir işaret koyuyor ve --Alabilirsin!-- diyordu hamala.
Hamal --Sağ ol Hikmet Abi!-- gibi bir sözle gümrükçüye teşekkür ediyor ve bavulları iki adım ötedeki kapıdan dışarı çıkarıyordu.
Kapının dışında, birçok taksi şoförü bağıra çağıra kendi aralarında konuşuyorlardı.
Yabancıların onları, kavga etmenin eşiğinde olan kimseler olarak algılayacaklarından emindim.
Böyle bir yerde, hiç konuşmayan asık suratlı devlet temsilcilerinden sonra, bu kadar yüksek sesle, el kol hareketleriyle avazının çıktığı kadar bağıra çağıra birbirlerine söz yetiştiren kimseleri, başka türlü algılamaları olanaksızdı.
Bana yardım eden hamal bavulları taksinin yanına getirdi, --Ne vereceğiz?-- sorusuna --Ne münasip görürseniz!-- dedi.
Verdiğim beş doları umursamadan cebine indirdi: --Besbelli ki, daha önce başkaları tarafından on ya da yirmi dolara alıştırılmış,-- diye düşündüm.
Taksi şoförü bavulları arabaya koymama katiyyen yardım etmedi, yegane yaptığı şey arabanın bagaj kapısını açmak ve kapamak oldu.
Taksi hareket ettikten bir dakika sonra durmak zorunda kaldık. Özel bir araba yolumuzu kesmiş trafik polisiyle konuşuyordu.
Konuşma şu biçimde devam ediyordu (Trafik polisini, --T--, özel araba sürücüsünü --Ö-- ile belirtelim):
T: Beyefendi burada duramazsanız! Burada beklemek yasak!
Ö: Polis Bey çok durmayacağım, Amerika'dan kızım geliyor, onu alıp hemen gideceğim.
T: Olmaz Beyefendi, özel arabalar için park yeri var, lütfen oraya park edin.
Ö: Uçak geldi. Kızımı uzun zaman görmedim. Beni göremezse telaşa kapılır. Ben gideyim, onu hemen alır gelirim.
T: Beyefendi, niçin erken gelmediniz, burası park yeri değil, park yerine park edin, lütfen.
Ö: Uzun zaman gelmedi, şimdi telaşa kapılır. Rica edeyim, müsaade edin, şimdi gelirim.
T: Bu gelen uçakta mıydı? On dakika sonra gelmezseniz ceza yazarım.
Ö: Gelirim efendim, gelirim. Ben hemen kızı alır gelirim.
T: Haydi şöyle park et.
Ö: Teşekkürler memur Bey!
Bizim taksi şoförü sinirleniyor --Bunu bir taksi şoförü yapsa şimdiye çoktan küfürü yemişti!-- diyor ve --Biz burada boşu boşuna benzin yakıyoruz.
Herif yolu kapattı, kimsenin umurunda bile değil!-- diye bana yakınıyordu.
Nihayet yola koyuluyoruz. Boğaz Köprüsü'ne yaklaştıkça trafik yoğunlaşıyor ve yoğunlaşan trafikten ötürü, kendi şeridi yavaşlayan her sürücü sürekli diğerlerine geçerek şerit değiştiriyor.
Her sürücü diğer arabaların şerit değiştirmesine bozuluyor ve korna çalıyor. Taksi şoförü bazen önündeki, bazen da yan şeritteki arabanın sürücüsüne küfür ediyor ve kornaya basıyor.
Küfürlerinin arasına --Mübarek ramazan günü, iftar vakti oruçlu oruçlu adamı günaha sokuyor bu eşşoğlu eşşekler;-- diye de bana dert yanıyordu.
Evet İstanbul'a gelmiştim. Çevremde olan biten her şeyi gözleyip yazmaya karar verdim. Zengin psikososyal bir laboratuvara girdiğimin bilincindeydim.
Kaliforniya'da yedi sene kalmamın sonucu olacak, İstanbul'a özgü bazı davranış manzaralarına daha duyarlı hale gelmiştim.
Hemen algılayabildiğim davranış özellikleri oralarda pek sık görmediğim, şimdi dikkatimi çeken davranışlardı.
Uçakta hosteslerden su ya da çay isteyecek başı örtülü kadın, yanındaki erkeğe bu isteği söylüyor, o dilinin yettiğince kadının isteğini hostese ulaştırıyordu.
Sigara içenlerin büyük çoğunluğu erkekti ve --Acaba yanımdakini rahatsız eder miyim?-- diye herhangi bir düşüncenin akıllarının ucundan geçmediği belliydi.
Uçaktan çıkarken, yüzü asık polisleri gören Türk yolcuları, suç işlemiş bir çocuk gibi ezik bir havaya bürünmüşlerdi; bedenlerinin duruşları ve yüz ifadeleri bu ezikliği gayet belirgin olarak ifade ediyordu.
Uçak şirketinde çalışan kadının, tanıdıklarını sıranın önüne geçirerek pasaport işlemlerini öncelikle yaptırmasından duyulan rahatsızlığı, ancak yabancıların yüzleri belirtmekteydi.
Gümrük denetiminde bir hamalın önemli rol oynaması Türkler için olağan bir hadiseydi, Batılı bunu anlayamazdı.
Dışarıda taksi şoförlerinin köy meydanında imişcesine bağıra çağıra aralarında konuşmaları, bu davranışlarını Türkiye'ye yeni gelen yabancıların nasıl algılayacağı gibi herhangi bir düşüncenin akıllarından geçmeyişi, bize mahsus bir olguydu.
Özel araç sahibi ve trafik polisi arasındaki etkileşim, bizim kültüre özgü bir etkileşim biçimiydi.
Benim bindiğim taksinin şoförünün, kendisinin yaptığı davranışı diğer şoför yaptığı zaman, ne olursa olsun ben orada yokmuşum gibi tereddütsüz küfür etmesi bizim insanımızın davranışıydı.
Ramazanda oruçlu olmakla, başkalarına sürekli küfür etmek arasında ona göre bir çelişki yoktu.
Dindar olmak, --diğer insanlarla ilişki içindeyken sorumlu biçimde davranmayı gerektirir-- anlayışından uzaktı.
Benim bindiğim taksinin şoförünün, --kendi düşünce, duygu, niyet ve davranışlarından sorumlu olmak-- gibi bir kavramın farkında olmadığı da belliydi.