Üniversiteler Özerk Olmalı Mıdır? Olabilir Mi?

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
18 Haz 2016 12:25:57
Üniversiteler özerk olmalı mıdır? Olabilir mi?

Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

64. hükumet 2016 yılı eylem planında 6 ay içinde gerçekleştirilecek reformlar arasında
"Üniversitede kalite ve özerkliği odağına alan yeni bir Yüksek öğretim Kanunu hazırlanması" vaadi vardı.
Kanunun hazırlık süresi 21 Aralık 2015 - 21 Haziran 2016 olarak belirlenmişti.
Bakınız : [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
İlgili sayfada "Eylem Durumu: Devam Ediyor" şeklinde gözüküyor. Yani 3 gün içinde kanunun hazır olması İHTİMALİ mevcut :)

Muhtelif sebeplerle radikal bir değişiklik beklemiyorum. İnşallah yanılırım.

Alev Alatlı'nın 'Nuke' Türkiye! • Türkiye'ye nükleer bomba! kitabında Amerika'lı bir profesör ile Türk öğretim görevlisi arasında geçen diyalog çıkması muhtemel yeni kanunu değerlendirmek açısından faydalı bilgiler içermektedir.

Bu başlık altında kitabın ilgili bölümünden alıntılar yaparak, düşüncelerimi paylaşacağım.
Katkıda bulunacak forumdaşlarım olursa memnun olurum.

Konuşmaları yapan kişiler hakkında kısa bir bilgi :

David Pavloviç, Harvard Üniversitesi profesörlerindendir. Türk insanını tanımak ve Amerika'lılara tanıtmak amacıyla bir proje çerçevesinde İstanbul'da bir üniversitede ders vermektedir.
Prof. Dr. Emin Çertek aynı üniversitede görevli öğretim üyesidir.

Alev Alatlı'nın 'Nuke' Türkiye! • Türkiye'ye nükleer bomba! kitabından alıntı :

David Pavloviç yalnızdı, aynı yerde çay içen Çertek'i selamlamakla yetinmeyi düşünürken, bu defa da elindeki gazeteyi işaret ederek, yekten söze girdi, Emin Bey,
- "Sizler, Türkiye'yi boykot etmelisiniz!"
- "Boykot mu, dediniz?"
- "Evet!" Elindeki katlanmış gazetenin köşesini işaret etti,
- "12 Eylül yönetimi, Türkiye'ye iki büyük tırpan vurdu," dedi, "Birincisi adalete, ikincisi üniversiteye! Konsey'in astığı astık, kestiği kestikti."
- "Korkarım, askeri cuntalar hep böyledir!" dedi Prof. Pavloviç, duygudaşlık yansıtan bir sesle, "Demek, mahkeme bile yoktu? Sizin için çok güç olmuş olmalı!"
- "Yargıyı ele aldılar, getirdikleri anayasaya bu konuda inanılmaz hükümler koydular!"
- "Affedersiniz, anlamadım, hangi konuda?"
- "Yasaları öyle değiştirdiler ki, bugün Türkiye'de yargı bağımsızlığı yok!"
- "Gerçekten mi?"
- "Adalet mekanizması, 12 Eylül yönetiminin oyuncağı oldu," diye sürdürdü Çertek, "adaletle oynadılar. O kadar ki, -sayıca az bile olsa- bazı hâkimlere, 'Sen bizim istediğimiz doğrultuda karar ver, biz seni Yargıtay üyesi seçtiririz,' diye güvence verdiler."
Kaşlarını kaldırdı, indirdi,
- "Ve, sözlerinde durdular!" diye ekledi.
- "Askeri hâkimlere güvence verdiler, öyle mi? Terfi mi ettirdiler?"
Çertek, ters ters baktı,
- "Sivil hâkimlere!" dedi.
- "Ah!" diye ünledi Pavloviç, bildik bir şeyi duymuş gibi başını salladı, "Satılık hâkimler, her zaman vardır!" Reagan dönemi, "Yüksek Mahkeme" skandallarını düşünüyordu, "Ama sayıları azdı diyorsunuz!" dedi, gülümseyerek, "Buna da şükretmeliyiz, değil mi?"
Yeterince bilmediğini düşündüğü konularda fazla konuşmaktan kaçındı; o gün postadan çıkan mektuplara göz gezdirmek istediğini ima eden bir tavırla masanın öbür ucuna yürüdü, oturdu. Ancak Çertek, konuşmaya kararlıydı. David Pavloviç, baskıcı bir kişilik olduğuna karar verdi.
- "İkinci büyük tırpan üniversiteye vuruldu," diye sürdürdü, Çertek, "Üniversite özerkliği yok edildi. Bilim susturuldu."
- "Profesör Çertek -umarım, isminizi doğru telâffuz ediyorumdur!- Prefesör Çertek, beni bağışlamalısınız! 'Üniversite özerkliği' demekle neyi kastettiğinizi, anlamış değilim!"
- "Pırıl pırıl öğretim üyeleri üniversitelerden Sıkıyönetim Yasası sayesinde kovulurlarken, kendi adamlarını rektör ve dekan yaptılar. Adına, YÖK dediğimiz bir hilkat garibesi kuruldu. Bu kuruluşun çok sayıda atanmış ve seçilmiş üyesi var."
- "Affedersiniz, sizi kaybettim, Profesör!" dedi Pavloviç yine, elindeki mektupları uzağa sürdü, "Baştan başlamak ister misiniz? 'Üniversite otonomisi'nden, 'bağımsızlığı'ndan mı bahsediyoruz?"
- "Evet! Türkiye'de üniversite özerkliği yok edildi!"
- "Israrcı gibi görünüyorsam bağışlayın, aynı şeyden bahsettiğimizden emin olmak için, bana, 'üniversite bağımsızlığı'ndan ne kastettiğinizi söyler misiniz?"
- "Aynen, o!" diye ünledi Çertek, "Üniversite özerkliği! Üniversitenin kendi seçtiği organlar eliyle yönetilmesi, rektör ve dekanların seçimle başa gelmeleri. YÖK gibi, 'Mütevelli Heyeti' gibi, üniversite özerkliğini ortadan kaldıran kuruluşların olmaması! Kısacası, üniversitenin, idari, mali ve bilimsel özerkliği!"
- "Yani, rektörler ve dekanlar, mesela, Profesör Dülger, öğretim üyeleri tarafından seçilecekler?"
- "Tabii ki! Sadece öğretim üyelerinin seçmediği rektör ya da dekanların yönetimindeki bir üniversitede, idari özerklikten bahsedilebilir mi? Aynı şekilde, devletin tahsis ettiği kaynaklar, üniversite organlarının uygun gördüğü biçimde kullanılmazsa, mali özerklikten söz edilebilir mi?"
Konuştukça heyecanlanıyordu,
- "Öğretim üyeleri, uygun gördükleri konuları kendi anlayışlarına göre anlatmazlarsa, istedikleri akademik birimleri kuramaz, istedikleri eğitim programlarını uygulayamaz, kendilerinin tespit edecekleri konularda araştırma yapamazlarsa, bilimsel özerklikten söz edilebilir mi?"
David Pavloviç, bir an duraladı,
- "Profesör Çertek, üniversitenin bağımsızlığından bahsederken, kurumsal bağımsızlıktan mı, öğretim üyelerinin kişisel yetkilerinden mi, bahsediyoruz?" diye sordu.
- "Ne fark eder ki?"

Amerikalı profesörün konuşmayı yönlendirirken kullandığı yönteme dikkatinizi çekmek istiyorum.
Muhatabını anlama çabası, doğru anladığını teyit etme çabası dikkat çekiyor.

Aydınlarımızın(?) ülkemizi, batı ülkelerine şikayet etmesi her dönemde olmuştur. İnşallah aydınlarımız(?) bu huylarından vaz geçerler.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 18 Haz 2016 12:28:29
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Alev Alatlı'nın 'Nuke' Türkiye! • Türkiye'ye nükleer bomba! kitabından alıntı :

- "Size saygısızlık etmek istemem ama çok fark eder, değil mi?" dedi, Pavloviç, en meleksi gülücüğüyle,"Çünkü üniversiteyi, bildiğimiz Latince 'üniversitas' anlamında kullanıyorsak, bağımsız tüzel kişiliğe sahip ve ortak çıkarları olan kişiler topluluğu diyoruz demektir. Bu doğru ise, üniversite, çeşitli baskı gruplarının tercihlerini meczeden bir milli kurumdur ve akademik yöneticilerin seçim ya da atamayla gelmelerinin, 'üniversite bağımsızlığı' ile ilişkisi olamaz, değil mi? Konunun uzmanı değilim, ama bildiğim kadarıyla Birleşik Devletler'de, biz, 'üniversite bağımsızlığı'nı, toplumdan bağımsızlık olarak anlıyoruz. Ve tabii, bu mümkün değil!"
- "Toplumdan bağımsızlık tabii ki, söz konusu değil!"
"Affedersiniz, o zaman ben sizi yanlış anladım!" dedi Pavloviç, "Az önce, idari, mali ve bilimsel özerklikten bahsettiniz de. Ben, bunu, akademisyenlerin üniversitelerinin sahibi gibi hareket ettikleri, herhangi bir denetleme, sorumlu kılma ya da hesap sorma mekanizmasının öngörülmediği bir durum olarak algıladım! Evvelsi yüzyılın 'kollegyal' modeli gibi."
Çertek'in gözlerindeki boşluğu fark etti,
- "Ne demek istediğimi biliyorsunuz!" diye açıkladı, "Hani, rektörlerin 'eşitler arasında birinci' olarak görev yaptıkları dönem.
Bologna Üniversitesi'nin ilk dönemleri. Öğretim üyeleri, öğrencilerden başka kimseye sorumlu değillerdi! Ama tabii, maaşlarını öğrenciler öderlerdi! Sizin medreseleriniz gibi! Bilirsiniz canım, Kıta Avrupası üniversite sistemi sizin medreselerinize öykünmüştür. Kapalı devre eğitim! Ne politikacılar ne de yerel idareciler! Ahhh!" Abartılı bir esefle içini çekti, "İyi zamanlarmış o zamanlar! Denetim yok, hesap vermek yok! İstediğini anlat!"
- "1800'lerde yaşamıyoruz!" dedi, Çertek.
- "Ne yazık ki, bu doğru!" dedi, aynı abartık hayıflanmayla, "Türkiye'deki sistemi bilmiyorum, ama Amerikan sisteminde -bildiğim kadarıyla, İngiltere ve Japonya'daki sistem de böyle- mesela, 'idari bağımsızlık' diye bir kavram yoktur! Öğretim üyeleri olarak, bizim idari yetkimiz hiç yoktur! Harvard'ı ve tabii Eyalet'teki tüm diğer üniversiteleri, New York Eyalet Valisi'nin atadığı yirmi kişilik bir kurul yönetir. Bu kurula, akademisyen alınmaz. Alınırsa, üniversite ile ilişkisini kesmek zorundadır."
Çertek'in ilgilendiğini hissetti,
- "Statewide Governing Board, dediğimiz bu kurul, Harvard'ın -ve Eyalet'teki diğer üniversitelerin- rektörünü atar, üniversitelerin bütçelerini hazırlar ve akademik programları onaylar," diye sürdürdü, "tabii, bunun dışında, yine üyeleri Eyalet Valisi tarafından atanan, 'yönlendirici kurul', 'tavsiye edici kurul', Eyalet Plânlama Dairesi ve tabii, sonuncusu," gülümsedi, "ama en az önemlisi değil, Harvard'ın kendi Mütevelli Heyeti vardır. Bu bakımdan, siz, üniversitelerin idari ve mali bağımsızlığından söz ettiğiniz zaman, ne demek istediğinizi anlayamadım. Bağışlayın!"
- "Ve siz bu sistemi özerklikle bağdaştırabiliyorsunuz!"
- "Evet, neden olmasın?" dedi Pavloviç, bu defa gerçekten şaşırmıştı, "Bu kurullarda yer alan insanlar, toplumdaki değişik çıkar çevrelerini, dilerseniz, baskı gruplarını, temsil ederler. Üniversiteleri denetlemeleri doğaldır. Siz öyle düşünmüyor musunuz? Türkiye'de nasıldır bilmiyorum, ama bizde çok pahalı olmasına rağmen öğrencilerin eğitim için ödedikleri ücret, üniversiteleri döndürmeye yetmez. Devletten ve çeşitli özel kuruluşlardan yardım almak zorundayız. Ve tabii bize kaynak tahsis edenlere hesap vermekle yükümlüyüz. Söyleyin Profesör, İSBF, devletten yardım almaz mı? Öyleyse, öğrencileriniz çok yüksek ücretler ödüyor olmalılar!"
- "Bizde, eğitim parasızdır," dedi Çertek, övünür gibi.
- "Öyle mi!!!" diye ünledi Pavloviç, hayretle, "Bütün maliyeti devlet mi yükleniyor? Bu kadar yüksek bir genç nüfusla nasıl altından kalkıyorsunuz?"
- "Fırsat eşitliğini sağlamak için buna mecburuz!"

- "Niçin? Burs sistemi geliştirebilirsiniz?"
- "Türkiye'de işlemez! Burslar torpillilere gider!"
- "Hadi, Çertek! Eminim, torpili engelleyebilecek bir sistem geliştirebilirsiniz!" dedi ve ukala Amerikalıyı oynadığı duygusuna kapıldığı için konuyu değiştirdi, David, "Söyleyin bana Profesör Çertek, sizi bunca mutsuz eden Yüksek Öğretim Kurulu nasıl bir şey?"

Nasreddin Hoca'nın dediği gibi parayı veren düdüğü çalar.
Parayı koyan, kuralları da koyar.
Parayı devlet koysun, kuralları ben koyayım diyerek, devlete geri zekalı muamelesi yapmak hiç bir gerekçe ile açıklanamaz.

"idari, mali ve bilimsel özerklik" üniversite harcamalarının ve öğrencilerin öğrenim giderlerinin BAĞIMSIZ bir kaynaktan karşılanması anlamına gelir.
BAĞIMSIZ bir kaynaktan söz edilemeyeceğine göre "idari, mali ve bilimsel özerklik" mümkün değildir.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 19 Haz 2016 09:58:35
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Alev Alatlı'nın 'Nuke' Türkiye! • Türkiye'ye nükleer bomba! kitabından alıntı :

- "Bir kere, askerler getirdi," dedi Çertek, "yeni bir anayasa getirdiler."
- "Bundan önceki anayasayı, 1961 Anayasası'nı da onlar getirmişlerdi, değil mi?"
Kinayesiz, sahici bir merakla sorulmuş bir soruydu, ama Çertek cevaplamamayı tercih etti,
- "YÖK dediğimiz hilkat garibesinin çok sayıda atanmış ve seçilmiş üyesi var," diye anlattı, "Ama, bir de, İhsan Doğramacı var. Şimdi, ben, Dülger dahil, gelmiş geçmiş bütün YÖK üyelerini eleştiriyorum. Bu koskoca adamlardan bir tanesi -iyi bir maaş ve makam arabası- tufasına gelip, bir gün olsun Doğramacı'ya karşı çıkamadı. Orada oturdular, uzaktan kumandayla göstermelik oy kullandılar. Doğramacı, işini bilen adamdı. Durumu önceden ayarlar, sonra YÖK Genel Kurulu'na oylama yaptırırdı!"
- "Kim bu Doğramacı? Sevmediğinizi anlıyorum. Sizi sıkmayacaksa, bana sizi bunca üzecek ne yaptığını anlatır mısınız? Meselelerinizi anlamaya çalışıyorum da."
- "Her yere kendi adamlarını yerleştiriyor!" dedi Çertek, "Yetmez mi?"
- "Yeter, tabii! Ama, nasıl yapıyor bunu? Bu kurulda Doğramacı'dan başka -Mustafa dışında tabii, onun üye olduğunu söylediniz- kimler görev yapar?"
- "Yirmi dört üyesi var," dedi Emin Çertek, "yedisini Üniversitelerarası Kurul, görevli öğretim üyelerinin arasından seçer."
- "Well, well! Çok az değil mi? Yanılmıyorsam, Birleşik Devletler'de YÖK benzeri ara kurullarda 38 bin kişi görev yapıyor. Mamafih, sizdeki üniversite sayısı düşünülünce, anlaşılabilir. Demek, bu kurula seçilince bir de makam arabası veriyorlar! Peki, üniversitede kazandıklarından daha fazla mı kazanıyorlar?"
Çertek'in duraladığını fark etti,
- "Yani, üniversiteden istifa etmek zorunda olduklarına göre?"diye açıkladı.
- "Üniversiteden ayrılmazlar," dedi Çertek, "kurulda görev yaparken bir taraftan da ders verirler. Bizim Mustafa Bey gibi."
- "Ohhh!" Pavloviç'in kaşları kalktı. "Demek bir yandan da ders verirler? Peki, ya geri kalan üyeler?"
- "Yedisini Cumhurbaşkanı, on tanesini hükumet seçer."
- "Hangi mesleklerden?"
- "Halen, YÖK'ün yirmi dört üyesinden on beşi profesör, dokuzu üst düzey devlet görevlisidir."
- "Onlar da işlerine devam ederler?"
- "Evet."
- "Çok fena görünmüyor, değil mi?" diye ünledi, Pavloviç. "Üç ayrı yerden atama yapılıyor, bu da güzel! Ama, Profesör Çertek, YÖK'ün tehlikeli biçimde bürokrat ağırlıklı bir kurul olduğunu düşünmüyor musunuz? Toplumun daha iyi temsil edilmesi için başka meslek gruplarının, mesela sanayicilerin, işadamlarının, yerel idarecilerin de bu kurulda yer almaları daha iyi olmaz mıydı?"
- "Bir onlar eksikti!" dedi Çertek.
- "Niye ama? Ne kadar çok çeşitlenirse, toplumun ihtiyaçları o kadar iyi yansımaz mı?"
Çertek'in cevap vermeyeceğini hissetti, sözünü değiştirdi,
- "Ama, bu Doğramacı, bu kurula rağmen, nasıl oluyor da kendi adamlarını yerleştirebiliyor?"
- "Doğramacı, işini bilen adamdır!" diye açıkladı Çertek yine, iğrenirmiş gibi bir yüz ifadesiyle, "Durumu önceden ayarlar, sonra YÖK Genel Kurulu'nda oylama yaptırır!"
- "Affedersiniz, anlamadım? Yani, Doğramacı, genel kurul üyelerini satın mı alıyor? Rüşvet mi yani?"
- "Hayır, hayır! Rüşvet değil!" diye ünledi Çertek, kelimeden ürkmüş gibi, "Onları kandırıyor, ikna ediyor!"
- "Kandırıyor mu, ikna mı ediyor? Affedersiniz, anlamaya çalışıyorum!"
- "Diyelim, ikna ediyor!"
Duralama sırası, Pavloviç'teydi. Elini piposunu çıkarmak için cebine attı,
- "Affedersiniz," dedi üçüncü kez, "sanırım, benim Amerikalı kafam yetersiz kalıyor, anlamakta güçlük çekiyorum!" Gülümsedi, "Bakın, adamın iyi bir lobist olması beni rahatsız etmezdi. Tersine, takdir ederdim. İşini iyi yaptığını düşünürdüm. Hepimiz böyle yapmalıyız, değil mi? Ama, konumuz Doğramacı değil, değil mi? Benim bilmek istediğim, Profesör, YÖK'e tam olarak neden karşısınız? Gerçekten, anlamak istiyorum!"
Çertek'i sorguya çekiyormuş gibi olmasın diye de ekledi,
- "Ne de olsa aynı gemideyiz!"
- "Bilimsel özerkliğimiz yok," dedi Çertek öfkeyle, "siz, araştırma yapmaya geldiniz, değil mi? Göreceksiniz yaptırmayacaklar!"
- "Ne demek istiyorsunuz? Fakat bu öngörünüze geçmeden önce, bana, 'bilimsel otonomi', dilerseniz, 'bilimsel bağımsızlık' derken, 'akademik özgürlük' demek isteyip istemediğinizi söyler misiniz?"
- "Hiç fark etmez!"
- "Bağışlayın!" dedi Pavloviç yine, "Bağışlayın, ne yazık ki benim yetersiz kafamda fark ediyor! Çünkü biz akademik hürriyeti, öğretim üyesinin kendisine ait bir nitelik olarak düşünme eğilimindeyiz. Takdir edersiniz ki, kurumsal akademik hürriyet olamaz!"
Çertek'in duraladığını gördü,
- "Siz de öyle düşünmüyor musunuz?"
- "Kelimelerin üzerinde çok fazla duruyorsunuz!"
- "Well," gülümsedi Pavloviç, "Biz akademisyenlerin kelimelerden başka neyimiz var? Değil mi? Ben, şunu demek istiyordum: Hiç kuşkusuz, akademik hürriyet, üniversitenin ruhu ve esasıdır. Nitekim, bizde, 'Üniversite öğretim üyeleri, bu sebepten dolayı işlerini kaybetme tehlikesine maruz kalmaksızın, bilineni sorgulama ve çelişkili görüşlere sahip olma hakkına sahiptir,' şeklinde kanun maddesi vardır. Demek istediğim şu, eğer sizin YÖK, öğretim üyelerine bu hakkı tanımıyorsa, bu çok kötü!"
- "Yazılı bir şey yok," dedi Çertek, "ama dersinizi kendi anlayışınıza göre anlatamazsınız!"
- "Kendi anlayışınız?"
- "Evet, kendi anlayışım!"
- "Ahhh! Bilmiyorum, Profesör!" diye içini çekti Pavloviç,
- "Bu o kadar ince bir çizgi ki! Bilirsiniz, nasıldır. Hele de sosyal bilimlerde! Almanya'nın iki, hatta üç tarihi vardır, biliyorsunuz, Nazilerin Almanya tarihi, Nazi olmayan Almanların Almanya tarihi, bir de biz Yahudilerin Almanya tarihi! Korkarım hangisinin anlatılacağına biz değil, toplumun o zaman diliminde benimsediği ideoloji karar verir! Ne de olsa, parayı onlar veriyor!"
- "Kapitalist dünyada!" dedi Çertek.
Gittikçe sinirleniyordu, çatallaşan sesi Pavloviç'i uyardı,
- "Bizde üniversite bir bütün olarak topluma karşı sorumludur ve sorumluluğunu ne derecede yerine getirdiği denetlenir,"
diye açıkladı daha da yumuşattığı sesiyle,
- "Sovyetler Birliği'nde de farklı olduğunu sanmıyorum! Moskova Üniversitesi'nde Marx'ın anlayışı dışına çıkan bir Sovyet ekonomisti düşünebiliyor musunuz? Hayır, değerli meslektaşım, ne yazık ki akademik hürriyet, öğretim üyelerine istedikleri dersleri kendi anlayışlarına göre anlatma imkânını vermiyor! Akademik hürriyet, bize uygun gördüğümüz birimler ve eğitim programları oluşturma imkânı da vermiyor. Devletin tahsis ettiği kaynakları kullanarak istediğimiz konularda, dilediğimiz gibi araştırma yapamayız. Biliyor musunuz, Birleşik Devletler'de, meslektaşlarımızın denetimi olmadan makale dahi yayımlayamayız! Mesela, sizin ülkenizde yapacağım araştırmanın sonucunu meslektaşlarımın itimatname vermedikleri bir yayın organında yayımlayamam!"
- "O halde, siz robotlaşmışsınız!"
- "Böyle de söylenebilir, belki," dedi Pavloviç, uzlaşmacı bir sesle, "Ama, biz, faaliyetlerimizin türünü ve içeriğini, Amerikan toplumunun ihtiyaç ve beklentileri paralelinde saptamaya çalışırız. Ve tabii, bunu, devletin, yani vergi verenlerin, bize ayırdıkları kaynakların rasyonel dağıtımı gerekir." Gülümsedi, "Eminim, bu sizde de böyledir! Vergi verenler paralarının karşılığını almak isteyeceklerdir, değil mi? Onların paralarını kendi mensuplarımızın, kendi mensuplarımızın derken öğretim üyesi meslektaşlarımızın, değer yargılarına göre tasarruf edemeyiz. Mesela, beni ele alalım, Harvard'da, bir Çin psikolojisi kürsüsü kuramam, değil mi? Kursam, mezunlarımız iş bulamaz! Zo! Bana izin vermezler! Amerika'nın Çin uzmanları istihdam kapasitesi bellidir!"
- "Şu sizin araştırma projeniz," dedi Çertek, "konuyu kendiniz mi seçtiniz, size seçtirttiler mi?"
- "Zo! Yapamayacağımı söylediğiniz araştırma!" dedi Pavloviç, gülerek, "Merak etmeyin canım, kimse alnıma silah dayamadı! Ben istedim! Ama, biliyorsunuz, Amerika'da bir konuda araştırma yapmak için devletten ya da özel sektörden size kaynak tahsis etmesini isterseniz, geçerli bir proje ve bütçe sunmak zorundasınız. Ve tabii, onların şartlarına aynen uyarsanız! Şartsız kaynak tahsisi çok nadirdir ve ancak Nobel Ödülü seviyesinde ödül kazananlara tanınan çok özel bir ayrıcalıktır. Bildiğiniz gibi ben, Nobel'den çok uzağım!"
- "Peki! Bir projenin geçerli olup olmadığına kim karar verir?"
- "Kaynak talep ettiğiniz kuruluş! Tabii, kararları pek çok şeye bağlıdır," dedi Pavloviç, "Ama en önemlisi, sanırım, siyasi konjonktür! Açıkçası, İran olayları patlamamış olsaydı, büyük ihtimalle ben bugün burada olmazdım!"
- "Yani, sizin burada olmanızı hükumetiniz mi istiyor!"
- "Günümüz Amerikan toplumu dünyanın bu bölgesini daha iyi tanımak istiyor," dedi Pavloviç, "Hükümet ya da Cord Vakfı gibi özel kuruluşlar, bu isteğe cevap veriyorlar. Birleşik Devletler'de, sizin ilgi alanınızla toplumun ilgi alanı çakışıyorsa, bingo! Projenize para bulursunuz!"
- "Ya çakışmıyorsa?"
- "0 zaman yine araştırma yaparsınız, ama kendi cebinizden ödeyerek!"

Türkiye'deki uygulamaların batı ülkelerindekinden farklı olduğunu düşünmek yanılgıdır.
Dünya'nın her tarafında benzer sorunlara, benzer çözümler üretilir.
Fark, genel olarak SORUNA BAKIŞ AÇISIDIR.
Soruna bakış açısı farklı olunca, çözüme bakış açısı da farklı oluyor.
Farklı bakış açıları toplamı uygulamanın ORTAK ÖZELLİKLERİNİ görmemizi engelliyor.

Çevrimdışı fatihcan0284

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 474
  • 426
  • 474
  • 426
# 19 Haz 2016 10:18:11
Universiteler siyasetten bagimsiz sadece bagimsiz ilim yoresi olmali

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 20 Haz 2016 08:45:14
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Universiteler siyasetten bagimsiz sadece bagimsiz ilim yoresi olmali
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Nasıl olacak?
Bu ancak bilim adamlarının devletten para almayı bırakmaları durumunda mümkün olabilir.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 20 Haz 2016 08:47:52
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Alev Alatlı'nın 'Nuke' Türkiye! • Türkiye'ye nükleer bomba! kitabından alıntı :

Pavloviç saatine baktı, "Gitmeliyim" dedi, mektuplarını toplamaya başladı.
- "Evet, ama, bu ülkede biz sizin kadar zengin değiliz! Biz geri kalmış bir ülkeyiz!" diye hatırlattı Çertek, "Biz ne yapacağız?"
Pavloviç, ayağa kalkmıştı, sesinde kıskançlık mı vardı?
- "Bunun farkındayım," diye mırıldandı, "Ama, yine de toplumunuzun ihtiyaçları ile sizin ilgi alanlarınızın çakıştığı projeler olmalı diye düşünüyorum!"
- "Var, tabii! Ama Türkiye'de, EGEMEN GÜÇLER, toplumun isteklerine kulak vermezler! Toplumun isteklerini bilenler de susturulur!"
Pavloviç, yine oturdu,
- "Öğretim üyelerini mi kastediyorsunuz?"
- "İlerici öğretim üyelerini!"
- "Anlıyorum!!! Ve anladığım kadarıyla, Profesör Doğramacı 'ilerici' değil? Öyle mi?" diyerek gülümsedi Pavloviç, "Ya Dekan Dülger? Onu nasıl tanımlardınız?"
O noktada, garip bir şey oldu, Profesör Çertek'in (David Pavloviç'in sonradan "paranoyak" dediği bir tavırla) nevri döndü,
- "Siz, beni konuşturmaya mı çalışıyorsunuz?" diye tısladı adeta.
- "Azizim, Profesör! Rica ederim!"
Her ikisi de ayağa kalktı,
- "Ben, sohbet ettiğimizi sanıyordum!" dedi David, "Sizi üzecek bir şey söyledimse, affedersiniz!"
Çertek'in dinlemeye niyeti yok gibiydi,
- "Tamam, ben solcuyum!" diye, Pavloviç'in hiç beklemediği bir 'itirafta bulundu, "Anladınız mı? Solcu!"
- "Mr. Çertek! Buna benim hiçbir itirazım olamaz! Siyasi tercihlerinize saygı duyarım!"
- "Ben sizinkilere duymam!"
dedi Çertek ve öfkeyle kapıya yöneldi.
- "Bu, tabii, sizin ayrıcalığınız," diye arkasından seslendi Pavloviç, "ama benim siyasi inançlarımı bilmiyorsunuz, dostum!"
Çertek, bir an duralar gibi oldu,
- "Ama, askeri idarenin getirdiği YÖK'ü savunuyorsunuz!"
- "Bakın, Profesör, YÖK'ü savunduğumu hatırlamıyorum! Sisteminizi YÖK'ü savunacak ya da yerecek kadar iyi bilmiyorum! Mr. Doğramacı'yı da tanımıyorum! Yine de, sizin canınızı sıkmak gibi bir niyetim yoktu, affedersiniz!"
Profesör Çertek'in kapının tokmağına uzattığı eli titriyordu, Pavloviç'e döndü,
- "Burada misafir olduğunuzu unutmayın!" dedi, "Siz gideceksiniz, biz burada kalacağız!"
Bu bir tehdit miydi?
- "Bunun idrakindeyim! Elbette!" dedi David, ama çarpılan kapının sesi sözlerini bastırdı.

Tartışma kurallarını bilmemek / uymamak (farkında olmamak) / tartışmayı yönetememek MİLLİ sorunlarımızdan biridir :)
David Pavloviç ile Prof. Dr. Emin Çertek arasındaki konuşma bu kadar.
Bu konuşmanın değerlendirilmesi kapsamında yapılan konuşmalarda da faydalanabileceğimiz ifadeler mevcut.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 21 Haz 2016 07:25:11
 Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Alev Alatlı'nın 'Nuke' Türkiye! • Türkiye'ye nükleer bomba! kitabından alıntı :

- "Allak bullak oldum," diye anlattı David Pavloviç, "titriyordum! Buna inanabiliyor musun?"
- "Bir bira getireyim mi?"
- "No! No! Henüz tazeyken, not etmeliyim!"
Diana'nın Kuledibi'nden aldığı küçük yazı masasına yürüdü,
- "Teybimi her an üstümde bulundurmalıyım," dedi, "Böyle bir konuşmayla ne zaman karşılaşacağım belli olmuyor! Ziyan edilemeyecek kadar öğretici!"
- "Tarif ettiğin yapıda birisi teyp kullanmana izin vermez sanırım."
- "Verebilir de! Narsisizmine hitap edebilirsem, izin verir sanırım."
Diana'nın kaşlarını kaldırdığını gördü,
- "Yani, karşı beyanatta bulunmazsam, konuşmasının akışını kesmezsem, kendisini konuşurken dinlemek isteyebilir."
- "Ama," diye itiraz etti Diana, "bana anlattığın kadarıyla, zaten itiraz etmemişsin!"
- "Yani... Pek emin değilim!" dedi David, "Şimdi, düşündüğümde, adamı zorlamış olabilirim, sanıyorum."
- "Nasıl?"
- "Bir defa, terminolojide... Adamdan söylediklerini tanımlamasını istedim durdum. Bu onu rahatsız etmiş olabilir."
- "Niye etsin ki? Anlamaya çalışıyordun, öyle değil mi?"
- "Eeveet, ama! Türkler... Türklerde, sanki ses, içerikten daha önemli!"
- "Ne demek istiyorsun?"  "Sir Lyall haklı olabilir mi?"
- "Balım, düşüncelerini takip edemiyorum," diye uyardı Diana.
David Pavloviç, yazı masasına oturmaktan vazgeçti, döndü, yemek masasına, küçük David'in bebek iskemlesinin yanındaki sandalyeye oturdu,
- "Affedersin," diye gülümsedi, "kesinlik meselesini düşünüyordum. Acaba, Türkler, gerçekten, 'kesinlik'ten nefret ediyor olabilirler mi? Çünkü bak, Eren gibi -Eren'i hatırlıyorsun değil mi?- Profesör Çertek de, kavramları tanımlamasını istediğim zaman öfkelendi! Hatta beni, ayrıntılarda boğulmakla suçladı! Bütününe baktığında, konuştu, konuştu ama bir şey söylemedi! YÖK'ün neden istenilir bir şey olmadığını öğrenmiş değilim! Ondan bütün öğrendiğim, bu Doğramacı denilen tipten nefret ediyor olması. Bunda bile nedenleri açık değil! Eren'i hatırla! Etkili bir nutuktu! No? Ama, Türklerin anayurdunun neden Anadolu olması gerektiğine ilişkin hiçbir rasyonel gerekçe göstermedi! Anlıyor musun ne dediğimi? Sadece söylüyorlar ve güzel söylüyorlar!"
- "Kendime bir bira alacağım," dedi Diana, "sen istemediğinden emin misin?" Mutfağa doğru yürürken seslendi, "Henüz, yargılar geliştirecek kadar Türk tanımadığımızı düşünüyorum."
- "Ah, tabii, tabii!" dedi Pavloviç, "Mutlaka öyle! Ama, tabii, evsahibi de var. Niye ısımız yok, sıcak su neden akmıyor? Anlaşılır bir cevap aldın mı? Sonra, tabii, sınıf da var!"
Diana, biralarla döndü,
- "Sınıfın nesi var?"
- "Beni sevmiyorlar," dedi David, Diana'nın beklemediği bir kırgınlıkla, "Beni sevmediklerini hissediyorum!"
- "Hadi, bebeğim!!! Bunun mümkün olmadığını sen de biliyorsun! Seni öğrencilerin hep sevmiştir! Hatırladın mı, ödül bile kazandın sen!"
- "O evdeydi," dedi David birasını başına dikerken, "Buradakiler, senin küçük kocanı sevmiyorlar!"
- "Söyle, peki neden?"
- "Nedenini henüz bilmiyorum," dedi David, "Ama benim sınıfımda olmak istemediklerini hissediyorum! Tanrım, öyle neşesizler ki! Kesinlikle, ölümcül derecede sıkılıyorlar! Geçen gün, konuyu bölmemek için ders saatini biraz aştım, arka sıralardan birisi bağırdı, 'Süreniz doldu efendim!' Onlara ders anlatmak için para verdiğimi sanırsın! Kırk dakika için para vermiştim, kırk beş dakikaya çıkınca, süremin dolduğunu hatırlattılar!"
- "Bu, absürd ama!"
- "Değil mi?"
- "Belki, bir başka dersleri vardı? Ona yetişeceklerdi? Olamaz mı?"
- "Olabilir, tabii," diyerek omuzlarını silkti David, "Ama başka şeyler de var! Benimle sürekli pazarlık etmek ihtiyacını duyuyorlar!"
- "Ne demek istiyorsun?"
- "Kaç konu anlatmalıyım, ders kitabının hangi bölümlerini atlamalıyım, sınavda, nereden nereye sormalıyım, hangi tür soruları sormalıyım! Bak, Mustafa beni uyarmıştı, Harvard'daki programımın üçte ikisini attım! Yine de beğenmiyorlar!"
- "Bunu yaptığını bilmiyordum," dedi Diana.
- "Yaptım," dedi David, mutsuz bir gülümsemeyle, "Yapmak zorunda kaldım."
- "İnsan, senin niteliklerindeki bir hocayı sağmak isteyeceklerini sanıyor," dedi Diana, düşünceli düşünceli, "Yani, ellerine her dakika bir Harvard profesörü geçmiyor, değil mi?"
- "Yani!.. Ama, bu tür meseleleri olduğunu sanmıyorum!"
- "Hadi! Bir noktada iş arayacaklar, değil mi? Niteliklerini iyileştirmek istememeleri mümkün mü?"
- "Bilmiyorum, balım!" dedi David Pavloviç, "Ama, anladığım kadarıyla, Batı ülkelerinden farklı olarak, burada üniversitenin verdiği diploma, kişiye mesleğini doğrudan icra yetkisi veriyor. Birleşik Devletler'de olduğu gibi, mesleki kuruluşların açtığı sınavlarla belirlenmiyor. Hal böyle olunca, öğrenci diploma peşinde, ehliyet değil! Böyle düşününce, benim ya da başka bir meslektaşımın dersinde 'iyi' olmaları için bir neden yok? Değil mi?"
- "Ama bu, kendini mağlup düşüren bir sistem değil mi?"
- "Tabii! Çertek'le konuştuktan sonra biraz araştırdım, ortaya çıktı ki, üniversitelerin mezun ettikleri elemanları istihdam eden kuruluşlar, üniversitelerde dereceye yönelik programların düzenlenmesinde istişari olarak dahi söz sahibi değiller! Mesela, vergi veren sanayici, hangi cins ve nitelikte ve kaç tane, örneğin, mühendise ihtiyacı olduğunu duyuramadığı gibi kurumlaşmış sınavlar da yok!"
- "Peki, kime, neyin, ne kadar öğretileceğine kim karar veriyor?"
- "Öğretim üyelerinin kendileri! Ve bu iktidarlarını ellerinden almaya yönelik bütün hareketlere karşı var güçleriyle direniyorlar!"

- "Peki, ya öğrenciler? Bu tuzağı görmüyorlar mı? Meslek edinmek istedikleri sahada işverenin taleplerine cevap verecek şekilde yetiştirilmek istemiyorlar mı?"
- "Anlaşana! Kimse vermek istemiyor! Öğrenciler, eğitime para vermek istemiyor; öğretim üyeleri, sanayi ya da devletin ihtiyacına göre yeniden yapılanmak istemiyor! Rektörler, mezunlarını ehliyet sınavına sokup, kendi yeterliliklerinin afişe edilmesini istemiyor!"
- "Ne ziyan!"
- "Kimsenin umurunda değil! Benim anladığım kadarıyla, bir tek askeriye!"
- "Askeriyeye ne olmuş?"
- "Bilmiyorum! Öyle görünüyor ki bir tek onlar, belki de bir tek onlar yerlerinden emin oldukları için Yüksek Öğretim Kurulu, Devlet Plânlama Teşkilatı gibi reformlara cesaret edebilmişler!"
- "İsa Mesih!"
- "Ne kadar acayip, değil mi? Daha da ironik olanı, Yüksek Öğretim Kurulu'na karşı olanlar, 'ilerici solcular'! Ve öğrenciler onları destekliyor!"
- "Çılgın bir şey bu!"
- "Hiçbir şey göründüğü gibi değil, sevgilim!" diye içini çekti David Pavloviç, "Bu ülkede, bu duyguya sık sık kapıldığımı fark ediyorum!"
- "Hiç değilse bir şeyler öğreniyor musun? Zenginleştirici mi?"
- "Henüz bilmiyorum," dedi David, "Ama, benim uğraşacağımı sandığım problemler farklıydı. Burada yepyeni bir set sorunla karşılaştım!"
- "Anlatmak ister misin?"

kavramları tanımlamasını istediğim zaman öfkelendi! Hatta beni, ayrıntılarda boğulmakla suçladı!
Bu davranış ve sözleri bir yerlerden hatırlıyorum :)

Forumdaşlarımdan kavramları tanımlamalarını istediğimde öfkeleniyorlar, yaptığım tanımlamaları okuduklarında öfkeleniyorlar, ayrıntıcı olmakla SUÇLUYORLAR.
Sanıyorum kanımda "Batılı" izleri var :)

Forumda bir çok tartışma yapılıyor. Düşüncelerini VERİLERE dayandıran forumdaşlarımın sayısı bir elin parmak sayısını geçmiyor.
O kadar takip etmeme rağmen  4+4+4 sisteminden (sınıf öğretmenlerinin ÇIKARINA uygun olmadığı dışında) neden memnun kalınmadığını anlayabilmiş değilim.
Bırakın memnun kalınmama sebebini anlamayı, 4+4+4 sistemine neden geçildiğinin bile anlaşılmadığı izlenimi ediniyorum.

4+4+4 sistemine neden geçildiğini biliyorum ve anlıyorum.
Ama 4+4+4 sisteminin artılarını / eksilerini maddeler halinde YAZABİLECEK bir tek forumdaşım olduğunu sanmıyorum.
(sınıf öğretmenlerinin ÇIKARINA uygun olmadığı maddesi hariç)

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 22 Haz 2016 09:32:50
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Alev Alatlı'nın 'Nuke' Türkiye! • Türkiye'ye nükleer bomba! kitabından alıntı :

David, kalktı, bir bira daha aldı, döndü,
- "Bu 'acılık'la halleşemiyorum," diye açıkladı, "Bu ülkede, kimse mutlu değil! Gençler bile değil! Çevremdekiler bana babamı, o çilekeş Hasidi'yi hatırlatıyorlar! Ne demek istediğimi anlıyor musun? Kendimi, amansız bir yeisin kuşatması altındaymış gibi hissediyorum Diana! Ve insanlar, hiçbir şeyden memnun olmuyor gibiler! Olumlu bir şeye işaret ettiğimde, aldığım tepki hep aynı, 'Evet, ama...' ve 'ama'dan sonra hep bir -ve çoğunlukla iyi tanımlanamayan- bir olumsuzluk sıralanıyor. Basit bir örnek vereyim, öğretim üyelerinin kafeteryasının boyanması isteniyordu. Dülger, boyattı. Meslektaşlarım, şimdi de rengini beğenmiyorlar, bu nedenle yine mutsuzlar!  Son üç toplantıda bunu konuşuyoruz! Hatırlar mısın, annem, mutlu olmaktan nefret eder, umutlu olmayı da kendisine yediremezdi. Tanıştığım Türkler bana onu hatırlatıyorlar."
- "Yani! Nevra mutlu değil, sanırım Günay da değil, ama Nesibe?
- Nesibe, bir başka tür! Sanırım, o mutlu!"
Bilmediğini gösteren bir tavırla omuzlarını silkti David,
- "Dün, bir grup öğrencim beni görmeye geldi," diye sürdürdü, "Ali isminde bir delikanlı var, onun liderliğinde. Her zamanki gibi, açılış cümlesi, 'İstanbul'u sevdiniz mi?'yi, 'Okulumuzu sevdiniz mi?' izledi. Ben de, 'Okul beni sevdi mi?' diye sordum. Beklemedikleri bir soruydu, duraladılar. Ardından, 'Evet, sizi sevdik ama...' 'Ama, ne?' Konuya girmek zorunda kaldılar. Lider konumundaki genç adam ileri çıktı,  'Sizin bu ülkede yabancı olduğunuzu biliyoruz,' diye başladı, 'bu nedenle, bazı durumları bilmiyorsunuz.'"
- "Ne gibi durumlar?"
- "Anlatacağım! Şöyle bir konuşma:
O: 'Arkadaşlarımızdan bazılarının özel konumları dolayısıyla ders çalışamadıklarını bilmiyorsunuz.'
Ben: 'Özel konumları? Mazereti olanların dekanlıktan özel izin alabildiklerini sanıyordum.'
O: 'Öyle değil! Yani, aramızda kısa süreli gözaltında kalan arkadaşların sayısı çok. Bu arkadaşlarımızın içinde bulundukları koşullarda ders çalışmalarına imkân yoktur. Oysa, birçoğu, bu yarı yıl sonunda mezun olabilecek kredileri tamamlamış durumdalar.'
Ben: 'Evet?'
O: 'Sınavları değerlendirilirken bu mazeretler göz önünde bulundurulmalıdır. Onlara karşı ve uzlaşmaz bir tavır içine girilmemelidir!'"
- "İsa Mesih!" diye ünledi Diana, "Notlarını yükseltmeni istiyorlar, öyle mi?"
- "Aynen!" dedi David, "Bana, Türkiye'nin sosyo-ekonomik koşullarını açıklamaya girişti, sonra fırsat eşitliği, askerlik, sakıncalı erlik vb. gerçekleri,
-o, 'Türkiye'nin gerçekleri' diyordu, müthiş bir haklıcılıkla!- sıraladı. Sonunda, 'Türkiye'nin çarpık kapitalizmin yerleşmesi sonucu, geri bıraktırılmış, -dikkatini çekerim, 'geri kalmış' değil, 'geri bıraktırılmış' diyorlar- bir ülke olması gerekçesiyle, benim öğrencilerle işbirliği yapma zorunluluğum ortaya çıktı."
- "Nasıl yani?"
- "Şöyle bir mantık: Türkiye'nin geri bıraktırılmışlığının başrol oyuncularından birisi Birleşik Devletler. Birleşik Devletler, Türkiye'ye borçlu. Ben de Amerikan pasaportu taşıdığıma göre, Birleşik Devletler hükumetlerinin Türkiye'ye olan borcunu bir biçimde tazmin etmem gerekiyor! Düşünebiliyor musun?"
- "Peki, ne dedin?"
- "Düşünürüm, dedim, başka ne diyebilirdim ki?"
- "Peki, yapacak mısın? Notları yükseltmeyi düşünüyor musun?"
- "Nasıl yaparım? Haksızlık olur! Diğer öğrencilere haksızlık olur!"
- "David, seni zorlarlar mı acaba? Cesaret edebilirler mi?"
- "Fiziki olarak mı demek istiyorsun?"
- "Ne bileyim? Cezaevinden çıkmış olduklarını sen söylüyorsun!"
- "Zannetmiyorum! Bilmiyorum!" dedi Profesör Pavloviç, ama emin olamadığını saklamaya çalışmadı, "Askerler gelmeden önce öldürülen pek çok öğretim üyesi var. Ama sanırım, ideolojik nedenlerle öldürüldüler."
- "Nasıl bilebilirsin ki?"
- "Bilmem! Lanet olsun! Bu fakültede, günde yüz sayfa okuyan adam, kendisini cezalandırılmış sayıyor!"
Sıkıntıyla ayağa kalktı,
- "Evet, yüz sayfa!" diye tekrarladı, "Tanrı'nın cezası yüz sayfa! Dinlesen, beni 'Ağlama Duvarı' sanırsın!"
Diana'nın, gülmeye çalıştığını fark etti,
- "O.K.!" dedi, "Kabul ediyorum, benzetme pek uygun! Ama bana, geçen sene kaldıkları derse çalışmaları gerektiği için ödev vermemem gerektiğini söyledikleri zaman dayanamıyorum! Ben bir öğretim üyesiyim, kahrolası! Politikacı değil! Kuralları uygulamak zorundayım."
- "Mustafa'yla konuştun mu?"
- "Henüz değil! Ama başkalarıyla konuştum. Kimse şok geçirmedi!
- Anlaşılan, hepsi böyle şeyler yapıyorlar! Bu ülkede, notlar da politik! Genç bir meslektaşım var, 'toplumsal koşulları göz önünde bulundurmadan not vermemin zalimlik' olduğunu söyledi."
- "Ama David, not bir ölçüdür. Metre gibi, kilo gibi! Ülke koşulları ne olursa olsun değişmez ki!"
- "Tabii- ki, öyledir! Daha çok üretim yapıyorlarmış gibi görünsün diye, metrelik cetvellerini doksan santime indiren bir ülke düşünebiliyor musun?"
- "Onlarla konuşamaz mısın? Anlatamaz mısın?"
- "Nasıl? Bir kere, Amerikalı olmak gibi bir dezavantajım var. Sonra, onların, bu kahrolası, 'gurur'ları var! Hatırlarsın, Kevorkian söylemişti, 'Türklüğe hakaret' diye bir de kanunları var! Küçük kocanı, hapiste görmek istemezsin değil mi?"
- "Riske değmez!" dedi Diana ciddiyetle, "Ama, notlarını yükseltmeyeceksin?"
- "Hayır! Ama, bir yolunu bulacaklarından eminim."
- "Ne demek istiyorsun?"
- "Kopya! Kopya çekerler!"
- "Şaka yapıyor olmalısın!"
- "Hayır! Bugüne kadar her sınavımda kopya çekildi! Kopya, Türk eğitim sisteminin yerleşik bir kurumu, Diana!"
- "Ama bu, bu ahlâki değil!"
- "Onlar öyle düşünmüyorlar!" Omuzlarını silkti, "En iyi öğrencilerimi kopya çekerken gördüm!" diyerek ayağa kalktı, "Kendi bilecekleri iş, Diana, karışmayı reddediyorum! Öğretim üyeleri dahil, bunun böyle olduğunu herkes biliyor, herkes kabul ediyor! Ben, buraya onları değiştirmeye gelmedim, tanımlamaya geldim. Bunu hiç unutmamalı, kendi işime bakmalıyım! Sen de unutmamalısın!" dedi,
yazı masasına  yürüdü.
- "Heeey! 1960'ların ruhuna ne oldu?"
- "O, 1972'de öldü," dedi David, acı bir gülümsemeyle, "İsrail uçakları, Batı Yakası'ndan Akrabay'a kimyasal madde püskürtüp, buğday tarlalarını parçaladıkları zaman öldü."
- "Oh, David!"
- "Dirileceğini de hiç sanmam!" diye ekledi Profesör Pavloviç,
- "Her neyse! Bir ara bana anlat olur mu, sen nasıl seyrediyorsun?"
- "Elbette," dedi, Diana.
Çertek meselesi bununla kapanmadı. Adam, Pavloviç'in gözünde Türk "bilim" adamlarının simgesi oldu. YÖK meselesindeki tutumundan başlayarak, hemen hiçbir konuda, "ne akademik, ne de ahlâki" diyordu, ortak dilleri olmadığı sonucuna götürdü. Bilimselliğin, evrensel bir dil olduğu iddia edilen müzikten bile daha yaygın ortak ilkelerinin tanınmıyor olması hayretlere düşürdü.
"Türk akademisyenlerinin bir üniversitenin varlık nedenine ilişkin bilinçli düşüncelere sahip olduklarından ciddi kuşkularım var," diye yazdı, Kevorkian'a,
"Lütfen, dostum, su geçirmez kanıtlardan çok tasvire dayanacak olan açıklamalarıma katlan ve alelacele verilmiş hükümler olduklarını düşünme!
Söylemeye çalıştığım şu:
Sen ve ben, bir üniversitenin parçası olduğu toplumun iyileşmesi ve ilerlemesi için yapılanmış bir kurum olduğunu düşünürüz.
Bu hüviyetiyle, üniversite, bir taraftan geçmiş bilgileri geleceğin bilgilerine temel teşkil edecek şekilde muhafaza eder, değil mi?
Şu halde, bir üniversitenin her şeyden önce muhafaza ve inşa edilecek bilgilerle, geliştirilecek bilgilerin hangileri olduğu üzerinde mutabakat sağlaması gerekir.
Bu mutabakat, öğrencilerin, yani toplumun yarınına ilişkin talepleri ile öğretim üyelerinin arz edebildiklerinin kesiştiği noktada fiiliyata dönüşür:
Yani, ders programları ve içerikleri belli olur. Şimdi, bir de şöyle bir durumu mütalaa et:
Üniversite, mensup olduğu toplumun geçmiş bilgilerini depolamayı inatla ve ısrarla reddediyor.
Örnek: Ekonomi Bölümü'nde, Kuran'ın emrettiği iktisadi ilkelere ilişkin bilgi depolanmış değil. Ekonomi düşünce tarihinde Eski Ahit, Eflatun, Aristo var da, mesela, Hazreti Muhammed, Gazali, İbni Haldun yok! Ekonomiye Giriş'ten itibaren verilen bütün örnekler, Birleşik Devletler ekonomisine ait. Türkiye'de büyük bir ekonomik sorun olduğunu anladığım devlet iktisadi kuruluşlarına ya da bütçeye ilişkin örnekler yok.

Daha da garip bir durum: İstanbul Üniversitesi Ekonomi Fakültesi'nde* bilgisayar dersleri nazari okutuluyor.
Evet, yanlış duymadın, nazari okutuluyor. Hard-ware yerine krokiler ve akım şemaları! İnanabiliyor musun?
Tarih Bölümü'nü al: Selçuklular'dan gerisi yok. Rusça ve Çince, Türk tarihinin iki en önemli doküman dili ama bunlardan birisini olsun bilen tek bir tarihçi tanımadım.
Ama, anladığım kadarıyla Ankara'da, sonradan mezunlarını kimin istihdam ettiğini bulamadığım bir fakülte var ki, Çince, Rusça ve sıkı dur, Sümerce öğretiyor.
Felsefe Bölümü'nü al: Ne Şamanizm ne de İslâm felsefesine ilişkin bilgi var.
Türk felsefeciler, Arap alfabesini dahi okuyamıyorlar.
(Burada, ilginç bir durum daha var: Ph.D. için dil bilgisi gerekirken, İSBF'de ikinci bir dilde okur-yazar akademisyen sayısı bir elin beş parmağını geçmiyor.
Bunlar da Batı dillerini bilenler. Arapça, Farsça bilen hiç yok. Bu nasıl oluyor, doktora sınavlarını nasıl geçiyorlar, diye *) İktisat Fakültesi demek istiyor, (y.n.) soracak olursan, tek bir cevabım var: kopya ve hoşgörü.
Türk bilim adamları intihal konusunda da fevkalade pervasızlar.  Türkiye üniversite yayınlarının yüzde doksanının apartma olduğu söyleniyor ki bu hükme katıldığımı söylerken vicdanen müsterihim çünkü Profesör Çertek'in ders notlarını (para ile satılıyor!) ve Dekan Dülger'in ders kitabını gördüm.
Utanç verici! Birisi bu beylere 'akademik özgürlük'ten intihal özgürlüğünü mü anladıklarını sormalı!
Bunlardan, İSBF'nin bilgi muhafaza edecek donanıma sahip olmadığı gibi, inşa edecek kapasiteye de sahip olmadığını anladığından eminim.
Bunun bir nedeninin geçmişini reddeden bir toplumun muhafaza edilmesi gereken bilgilere/değerlere ilişkin mutabakat sağlama güçlüğü olduğu şeklindeki yorumuma sanırım katılırsın.
Bilgi inşasına gelince, bu konuda geri kalmalarının bir nedeni, kökleri reddetmeleri ise ikinci nedeni de, pazar ekonomisinin ya da dilersen demokrasinin işlemiyor olması.
Biraz karmaşık olacak ama, lütfen bana katlanmaya çalış:
Demek istediğim şu ki, akademisyenler, ne tür bilgilerin talep edildiğini bilecek pazar bilgilerinden yoksunlar!
YÖK, yine kendilerinin hâkim olduğu bir sistem olarak güdük kalmış.
Toplumun taleplerini değil, kendi yanlışlarını ve/veya inançlarını yansıtıyor.
Hal bu olunca, öğrenciye neyin okutulması gerektiği bir yana, öğretim üyesinin kendisi, hangi konuda uzmanlaşırsa daha kârlı olur, onun farkına varamıyor ve Latince öğretmenleri yetiştirmeye devam ediyorlar.
Ne dediğimi anlıyorsun.
Tabii, sonra da Çertek gibi tipler var! Ve korkarım bunlar çoğunlukta. Çertek bir politikacı. Sosyalist. Üniversiteyi kendi politik hedefleri (sosyalizm!) doğrultusunda biçimlendirmek istiyor.
Ve tabii, parlamento üyesi değil de hepimiz gibi hakir bir akademisyen olduğundan siyasi inançlarını hiç değilse kendi öğrencilerine aşılamak peşinde.


1990'larda üniversitelerimizin durumu bu şekildeymiş.
İhtisaslaşma aşamasına geçen üniversitelerimizde değişen bir zihniyet olduğundan söz edilebilir.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 23 Haz 2016 07:49:01
Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.

Alev Alatlı'nın 'Nuke' Türkiye! • Türkiye'ye nükleer bomba! kitabından alıntı :

- Çertek, başarısız bir politikacıya örnekse, Dülger çok başarılı! Yarım düzine kadar şirketin danışmanlığını yapıyor, bir o kadar kuruluşun da yönetim kurulunda.
Dikkatini çekerim, bu kuruluşların hepsi hükumete ait ve Mustafa yönetim kurullarına atanmayla geliyor. Bu, para demek. Öte yandan, YÖK üyesi ve sandalı sallamaya hiç niyeti yok. Sosyalistlerle, (Çertek'i okula o almış!) hükumetle, basınla (arada bir yazı yazıyor ve hemen her toplantıya davetli, sosyete sütunlarında Nevra ile fotoğrafları çıkıyor) ve öğrencileriyle çok iyi geçiniyor; son beş yıldır, dersinden kalan öğrencilerin sayısı 16, sınıfları 150 kişilik! Bütün bunlar bana Türklerin kendi toplumlarına ilişkin kararsızlıklarını söylüyor. Nereden gelip nereye gittikleri hususunda mutabakata varsalar, kendilerini istikrarlı bir biçimde doğurabilecekler! Ama yapamıyorlar çünkü bence nasıl bir toplum olmak istediklerine karar vermiş değiller. Entelijensiya kendi içinde mutabakat sağlamadığı gibi, üstünlük tasladığı halkın güdümüne girmeyi de şiddetle reddediyor.
Bu da bana Diana ile benim çocuklarla ilişkimizi çağrıştırıyor. David ile Katyuşka'yı, Hıristiyan mı, yoksa Yahudi mi yetiştirmek istediğimizi bilemiyoruz, çünkü, ne o, ne de ben dinlerimizin mutlak üstünlüğünden eminiz. Böylece, geçmiş bilgilerimizi çocuklarımız aracılığıyla muhafaza edemediğimiz gibi, yenilerini de üretemiyoruz. Çocuklar da, kendi kararlarını veremeyecek kadar genç! Sonuç, biraz Yahudi, biraz Hristiyan ama ne birine ne de ötekine sahip çıkamayacak kadar eksikli! Ve, tabii, ne biri ne de öteki seçtikleri yolda ciddi ilerlemeler kaydedemeyecekler.
Uzun bir hikâyeyi özetlemek gerekirse, Türklerden, daha uzun yıllar, bilim ve sanatlara özgün katkılarda bulunmaları beklenmemeli - tesadüfi başarılar hariç!"
Rodoplu'nun akademik kariyeri olduğunu söylemiştim. Çertek, sınıf arkadaşıydı. Ve, kürsü başkanı Profesör Haluk Cillov'dan sonra, öğretim üyeliğinden bir daha dönmemek kaydıyla istifasına neden olan ikinci kişiydi.
"Yurtdışından döndükten sonra yabancı dil sınavı almam istendi," diye anlatmıştı. "Rezillik de daha o noktadan başladı. Okutmanlar, dili yeterince bilmedikleri için, geçmiş zaman pek hatırlayamıyorum ama 'I do walk' gibi bir cümleden notlar kırmış, sözlüğe bakmadıkları için İngiliz yazımını karıştırmışlardı, filan.
Neyse canım, benim Amerika'da PHD'ye yeten İngilizcem, İstanbul Üniversitesi'nde ucu ucuna 'orta' oldu! İyi mi? Neyse! Sonra da dersler başladı. Yıllarca Türkçe okutmamışım ya, terminolojiye aşina olayım diye, bir yığın kitap aldım.
Aralarında Tevfik Çavdar'ınki, bir de bununki. Bakıyorum, ben bu cümleleri bir yerden tanıyorum, bu örnekleri bir yerden biliyorum. Ortaya çıkıyor ki, ikisinin kitabı da çalıntı.
Birisi Taro Yamane'den apartmış, öteki de Freud'la Walpole'un 1962 baskısından. Şimdi, tabii, insan çok utanıyor.
Bir şey de söyleyemezsin, çünkü hemen, 'Ne yapalım biz senin gibi Amerikalar'da okumadık!' gibisinden iğrenç bir duygu sömürüsüne değilse, 'burjuva' suçlamasına kalkarlar!
Dahası senin hırsızlıklarını fark ettiğini bildiklerinden, senden kurtulmak için ellerinden geleni artlarına koymazlar.
İlk derse girdiğim gün, bir de üstelik, doktora sınıfıydı ve ben 'İstatistik'e Giriş' dersinin neden doktora sınıfına verildiğini anlamaya çalışıyordum.
Malum, Amerikan üniversitelerinde bu dersi ikinci, üçüncü sınıflarda verirler ve biter. Her neyse, doktora sınıfıydı ve karşımda delikanlılıktan çoktan çıkmış adamlar vardı.
Niye doktora yaptıklarını anlamak da zordu, çünkü besbelli, akademik kariyere niyetlenmiyorlardı.
Ben de henüz 'Dr.' unvanının bürokraside nelere yaradığını bilmiyordum. İşte, istatistikte, 'chain index' denilen bir kavram vardır, onu anlatacağım.
Kavram, ondalık kesirlerle kullanılır. Anlatmaya başladım. Söyledim, söyledim, tahtaya bir örnek yazdım, öğrencilerden çözmelerini istedim.
Derken, sınıftan bir el kalktı, otuzlarında gösteren bir öğrenci sordu,
- 'Hocam, alttakini mi üsttekine böleceğiz, üsttekini mi alttakine böleceğiz?'
Anlamadım, tekrarlamasını istedim. Aynı şeyi söyledi,
-'Hocam, alttakini mi üsttekine böleceğiz, üsttekini mi alttakine böleceğiz?'
Ne demek isteyebileceğini kestirmeye çalışırken birden aydım:
Bayağı kesiri, ondalığa çevirmesini bilmiyordu, payı paydaya mı paydayı paya mı bölmesi gerektiğini soruyordu!
Ve ben daha yok ihtimal hesapları, yok Chi-Square dağılımı anlatacaktım!
Ödüm patladı! Bari cebir bilgilerinin ne olduğunu öğreneyim de, dersleri ona göre düzenleyeyim dedim, dersi orada kestim, birer kâğıt çıkartmalarını istedim.
Kızılca kıyamet koptu! Yok, yönetmeliğe göre, iki hafta önceden haber vermeden imtihan yapamazmışım da, yok onlar çalışan insanlarmış da, derse gelmeleri çok zor oluyormuş da, ben de böyle haber vermeden sınav yaparsam mağdur olurlarmış da!
Söylemedikleri kalmadı! Nasıl pis bir arabesk yakarma, aklın durur! Şimdi, tabii, ben hoca derse gelmeyince öğrencilerin kazan kaldırdıkları bir sistemden geliyordum, kendi ülkemdeki hamiyeti cahiliye çok canımı yaktı!
Kendime gelince de, belki bir on dakika dil döktüm! Bunun sınav olmadığını, derse devam edebilmem için cebir bilgilerinin seviyesini tespit etmeye mecbur olduğumu, kâğıtlarına not vermeyeceğimi anlattım da dersi boykot etmekten vazgeçtiler. Sınavı yaptılar.
Biraz da olduklarından daha aşağı gösterip benim dersi hafifletmemi sağlamak istemiş olabilirler, fevkalade kötü sonuç aldım.
İstanbul Üniversitesi  İktisat Fakültesi DOKTORA ÖĞRENCİLERİ iki bilinmeyenli denklem çözmeyi bile bilmiyorlardı! İyi mi?
Sonradan bir de utanmadan, üniversiteye bağlı 'Ekonometri Bölümü' açtılar. Hoş bir tane de Marmara Üniversitesi açtı ya! Türkiye ekonomisine matematiksel 'model' yapacak yüzlerce genç yetiştiriyorlar!
Bu iş de, bir tek Devlet Plânlama'da yapılır zaten, ekonometrik model yani. Makro plânlamacılardan başka kimsenin işine de yaramaz. DPT bunların kaçını istihdam eder?
Neden eder? Zaten niye etsin? Allah âlem bisevap!
Şimdi ben öğrencilerden matematik bilmediklerini öğrendim ya, ne yapıp yapıp açığı kapatacağım. Nasıl yaparsın?
Kalktım, haftada üç saat matematik dersi koydum. Dershane filan işgal etmemek için, kendi odamda ve tabii fisebillillah!
Sen misin, yapan! Daha ilk hafta, bu Emin geldi. O zaman daha doçentti. Yüzünde pis bir ifade, 'Senden şikayet var,' diye sırıttı.
Meğer öğrencilerim buna gitmişler -en 'halkçı' öğretim üyesi bu ya!- fazladan ders koyduğumdan yakınmışlar.
Ben de saf saf, istatistik verebilmem için hiç değilse biraz matematik bilmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyorum.
Bakıyorum, hiç oralı değil, 'Sen Türkiye'yi bilmezsin, yanlış anlaşılır' filan deyip duruyor. 'Kardeşim, Türkiye'nin nesini bilmeyeceğim?
Bu öğrenciler doktora yapıyorlar ve bayağı kesiri ondalığa çevirmekten acizler. Matematik bile diyemeyeceğim, aritmetik bilmiyorlar!
Ders vermeyeyim de ne edeyim?' Bakıyorum, Emin yine yanlış anlaşılır, deyip duruyor. Sonunda baklayı ağzından çıkardı. Millet, dekanın gözüne girmeye çalıştığımı zannedermiş.
O zamandan sonra terbiyesiz oldum zaten, 'Ha ...tirsinler,' deyivermişim, 'Ne düşünürlerse düşünsünler!' Ama öyle olmadı, tabii.
Çünkü, Çertek, öğrencilere, 'Boş verin, gitmeyin. Karı işgüzarlık yapıyor,' demiş - 'kadın' bile değil, 'karı!' diyor.
Düşün, adam iktidarı tehdit edilince ne kadar aşağılaşabiliyor!
Bütün meselesi ben üniversitede kalıp, onun profesörlüğünü tehlikeye atmayayım! Malum, kadro meselesi! Her neyse, dersi sabote etmeyi başardı, iki kişi hariç, öğrenciler gelmediler.
Ben de Cillov'a gittim. Gittim dersem haftalar sonra zor bulabildim!
Tipik bir holding profesörü, üniversitede katiyen durmuyor!
Bu defa da ona anlattım. Bayağı yalvarıyorum, bir seçmeli modern matematik dersi koyalım, onu yapamazsak, cebir koyalım. Ben üstlenirim. Saatlerim arttı diye şikâyet etmem, falan filan.
Adam, gözlüklerinin arkasından buz gibi bakıyor!
Sonunda beni ne kadar çocuksu bulduğunu anlatan bir lâf etti, arkasından da matematik dersi koymamızın imkânsızlığını sergileyen otuz çift BAHANE buldu.
'Peki, hocam, ben ne yapacağım? Bu öğrencilere istatistik öğrettim diye not atıp, imzalayamam!'
'Senin de imzan pek kıymetliymiş yav!' diye hiç beklemediğim bir cevap verdi. Dünya başıma yıkıldı! Ben hâlâ imzamın namusum olduğunu düşünüyordum.
'Ben şarlatan değilim!' gibisinden bir cevap verdiğimi hatırlıyorum, 'Orada durup, istatistik öğretiyormuş gibi yapamam!'
Kapıyı çarptım, çıktım, çıkış o çıkış!"
Rodoplu, üniversitelerin durumunu da yabancılaşma ile açıklıyordu.

Yüksek öğretim kanununda yapılacak yeni düzenlemeler açıklandıktan sonra konuya dönüş yapmak üzere...

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK