YAŞLANMAK GÜZEL BİR ŞEY
HEMEN HER ŞEHİRLİ GENÇ GİBİ, sabah vakti yollara düşmekle başlıyor güne yolculuğum. Durakların insan kalabalığı içinde, onca insanla beraber otobü-se atlıyor; kâh ayakta, kâh oturarak okulumun yolunu tutuyorum.
Benim için, ayaktayım ya da oturmuşum, pek farketmiyor. Gencim çünkü. Gücüm var, kuvvetim var, sağlığım yerinde. Çoğu zaman, oturuyor olsam da, sırf bunu hissetmek için, isteyerek ayağa kalktığım oluyor. Lâf aramızda, yer verdiğim insanlar bunu saygı ve merhametten yaptığımı sanıyorlar ya! Gerçi bir nebze haklılar. Ama, içimden bir acıma duygusu geçmiş olsa bile, zorlukla ayakta durmaya çabalayan her yaşlıya yer verişimde, için için "Gencim ben. Dincim. Kuvvetliyim. Sağlıklıyım" deyip duruyorum. Onlardan gelen minnettar teşekkürler ile, kendi kuvvetimden biraz daha mutluluk duyuyorum.
Genç olmak ne güzel!
Sonra okula varış... Sonra dersler... Her dersi pür-dikkat izliyorum. Bunlar gerekli bilgiler çünkü. İleride, "meslek hayatı"mda, "yükselmek" için her biri lâzım olacak. Hem sonra, vatan, millet benden hizmet bekliyor. Ne de olsa, memleket "gençliğe emanet." Bana hep böyle diyorlar. Ama zaman zaman, "Bu yükü sırtlanmam" diyecek oluyorum ki, ekliyorlar: "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur."
Eh, hem sen kendini öylesine güçlü-kuvvetli say, hem de ardından bunu duy, güçsüzlük hissetmek mümkün mü? Bu sözü her duyuşumda, sanki birkaç kat daha güçleniyorum. Bu sözü her duyuşumda, bana emanet edilen devletimin yükselmesi için çalışma hırsıyla doluyorum. Bu sözü her duyuşumda, kendimi hiç engel tanımaz sanıyorum.
Genç ve dinç ve de kuvvetli olduğuma göre, engel tanımayışım gayet normal elbette.
Genç olmak ne güzel!
İşte, öylesi bir ruh hali ile geçiyor günlerim. Elbette, yaşadıklarım sadece bunlar da değil. Arkadaşlarla eğlence için düzenlediğimiz partiler oluyor; sinemalara, konferanslara, gösterilere koşuyoruz; tiyatrolara gidiyoruz. Faaliyetlerim değişse de, değişmeyen birşey var. Her zaman içten içe hissediyorum onu; yani gençliğimi. Gençliğimi çok seviyorum. Enerjimi dolu dolu yaşamaya gayret ediyorum. Geçkin yaştakileri titreten soğuklarda ayazı duymazmış gibi dolaşmayı seviyorum. Hafif bir rüzgârdan nem kapıp günlerce yatak-döşek yatıp kalmamayı seviyorum. Biraz yol yürüyüp nefes nefese kalmamayı, oturduğu yerde uyuklamamayı, perhiz yapmak zorunda bulunmamayı, unutkan olmamayı seviyorum. Gençliğimi seviyorum. Yaşadığım her olayda, hep şu halimden gurur duyuyorum. Hele hele benim gibi olmayan yaşlıları gördükçe, daha bir artıyor gururum.
Genç olmak ne güzel!
Yollarda rastlarız hani. Bir otobüste veya vapurda veya bir okulun bahçesinde bir grup genç bulunmaya görsün, o yerin havası değişiverir. Cıvıl cıvıl giysiler, "son moda" saçlar, artistik hareketler, yüksek perdeden kahkahalar ile neşe saçarlar. O otobüsün veya vapurun, onlar gelmeden önceki halini düşünürüm. Sanki bir cenaze alayı! İnsanlar, bir cenaze alayının sessizliğiyle otururlar. Zihinler meşgul, kafalar dertlidir zira. "Biz gençler, bu halimizle onlara hayatın dert edilmeye değmezliğini anlatıyoruz" derim kendi kendime. Onlarınki gibi bir hayatın nasıl çekildiğini ise aklım almaz. Onların halini gördükçe, gençliğimi daha bir severim.
Ne mutlu bana! Genç olmak ne güzel!
Ama, şu günlerde o mutluluğuma küçücük bir gölge düşüverdi ótel kadar ince bir gölge.ó Geçenlerde, saçımda bir beyaz tel buldu da annem, gülerek işaret etti: "Bak, uğurdur." Yüzünde bir tebessüm belirdi. Ama ben? Tebessüm ne kelime, başımdan kazanlar dolusu kaynar su döküldü sanki. O derece sıkıldım, korktum. Her zaman hallerine bakıp gençliğimi daha bir sevdiren yaşlıları hatırladım. Demek, şu genç yaşta bile, yaşlılık ufaktan ufaktan haberciler yolluyordu bana. Şu genç yaşta saçıma aklar dolmayacaktı belki. Ama ya elli-altmış yıl sonra?
Şöyle elli-altmış yıl ilerisine uzanıverdi düşüncelerimÖ Saçımda siyah tellerin kalmayacağı; akların doluşacağı günlereÖ
Gözümün önünde, ilk önce bem beyaz saçlı, buruş buruş tenli, beli iki büklüm, gözü fersiz, ağzı dişsiz, sesi belli-belirsiz bir ben canlandı. Bem beyaz saçlarıma hiçbir şey yakışmazdı. Kat kat olmuş buruşuk tenimle kimse beni görmek istemezdi. Fersiz bakan gözlerimle kimseyi etkileyemezdim. İki büklüm belimle de, "giyim zevki" diye birşey kalmazdı hayatımda. Ufacık bir rüzgârdan soğuk kapardım artık. Sık sık hastalanır, hemen yorulur, oturduğum yerde uyuklar, şunu bunu yiyemez, bir saat önce söyleneni unuturdum. Olup olacağım buydu. Böyle bir hayat nasıl çekilirdi?
Oysa gencim ya şimdi, neşeliyim. Günlerim eğlenceli geçiyor. Dışarıdan bakanlar, hiç dertsiz olduğumu sanıyorlar. Ama benim de, kendimce, bunca derdim var. Başarmam istenen bir yığın ders. Ailem hep daha da başarılı olmamı istiyor. Aklımın bir köşesinde, uzun uzadıya sıralanmış bir kıyafet listesiÖ Kardeşimin derslerine yardımcı olmam lâzım. Tabiî, "vatan, millet, Mississipi"yi de unutmamalı. Sonra, "topluma katkıÖ" Ama yine de, neşeliyim. Gencim çünkü. Gençliğim var ya, hiçbirini gözümde büyütmüyorum. Gücüm, kuvvetim yerinde. Kafam çalışıyor. Muhakemem sağlam. Bütün bu sahip olduklarımla, elimden ne kurtulur ki?
Ama ya yaşlanınca? O çok sevdiğim gençliğim yavaş yavaş beni terk edince? Onca derde yeni dertler eklenirken, gücüm-kuvvetim çekilince?
O zaman, güveneceğim gençlik yanımda olmayacak ne yazık ki ?
İnsanların yaşları ilerledikçe bir cenaze alayınınki kadar sessiz tavırlara girişi, bu kaybedişi yaşamaktan kaynaklanıyor herhalde. Git gide zevklerden, eğlencelerden, güzelliklerden mahrum oluyorlar. Dertler görünüşte geçim derdi, kızın evlenemeyişi, oğlanın iş bulamayışı, gücendirici bir-iki söz, filân. Ama sadece görünüşte. Aslında, iç dünyalarda çok daha büyük fırtınalar yaşanıyor.
Gençliğin gidişiyle, onun verdiği gücün-kuvvetin gidişinin bıraktığı acılar var yüreklerde. Diğer bütün "dert"ler, o acıyı düşünmekten ileri geliyor. Onları ört-bas edecek başka dertler icad ediyoruz. Elbette, mesele kendimizde asıl derdimize karşı koyacak gücü bulamayışımızdan.
İşte bunları düşünür olduğum bir gün, otobüsteyim. Durakta, binenler arasında yaşlı bir karı-koca da var. Saçımın beyaz teli ile tanışalı beri, yaşlılar benim için merak konusu olmuş ya, onlar da dikkatimi çekiyor. Yaşları, galiba seksen civarında. "Bey," uzun boylu, fötr şapkalı, takım elbiseli. Ayakkabıları pırıl pırıl. Elinde bir ağaç baston, zorlukla adım atıyor. "Hanım" daha kısa boylu; kıyafeti temiz, ama yirmi-yirmibeş sene öncesinin modasını andırıyor. Zamanın iyi mağazalarından alınmış. Ayakkabı ve çantası da öyle. Belli ki, hatun vaktiyle iyi bir "mağaza uzmanı"ymış. Ama yüzü öyle buruşmuş ki, onca boya, yüzünden hemen akıverecekmiş gibi duruyor. Başında ipek bir başörtüsüÖ Dökülmüş ve şekilsizleşmiş saçlarını gizlemek için. Buruşmuş, çizgileri derinleşmiş parmaklarından iğrenç bir şekilde uzanan boyalı tırnakları, hâlâ gençmişçesine yaşamaya çalıştığını anlatıyor. O da beyi gibi zorlukla yürüyor. Üstelik, işi daha zor. Ayakkabılarının topuğu neredeyse on santim. Düz topuklusunu kendine yediremiyor olmalı.
Otobüs kalabalık. Onlarınsa, ayakta duracak halleri yok. İki genç yer veriyor. Teşekkür ediyorlar. Gözlerinden derin bir üzüntü okunmada. Bu teşekkür için için yaşlılığa lânet kokuyor âdeta. Bir süre, aralarında konuşuyorlar. Kızlarına gitmişler, dönüyorlar. "Ne hoş vakit geçirmiş"ler. "Torun ne kadar büyümüş!" "İyi bir okulu kazanması şart." "Amanın, bizim kızın ‘güveç’i ne de güzel olmuş"Ö
Sonra, onlara yer veren gençlerin konuşmaları kulağıma çalınıyor. Onlar da, yaşlı çiftin torunu gibi, üniversite telâşında. "Ulan, bir de kazanamazsak." "Ha, Zeynep’in yeni kotunu gördün mü? Hiç yakışmamış." "Bugünlerde bir hayli kilo almış zaten." "Bakalım Fener mi şampiyon olur, Beşiktaş mı?" "Cimbom’da bu sene hayat yok."
Ha yaşlı çiftin konuşmaları, ha gençlerin Fark yok. Onca yaş farkına rağmen, konuların farkı yok gibi. Hepsi de fasa-fiso şeyler.
Derken sohbet genişliyor ve beraberce konuşmaya başlıyorlar. Daha doğrusu, yaşlı çift konuşuyor, gençler dinliyor. "Dolu dolu bir gençlik" yaşamışlar. Spor, moda, dans, eğlenceler, flörtler, seyahatler, daha neler neler. İkisi de "Atanın devrinin çocukları" imişler. "Atanın istediği gençlik," onlarmış.
O günlere öylesine özlem duyuyorlar ki! O kadar ki, bugünlerinden haberleri yok. Bütün düşündükleri, gençlikleri ve gençler. Ama o günlerden öylesine uzaklar. O "zerafet," o "güç," o "dinçlik" gerilerde kalmış. Damarları büzüşmüş; damarlarındaki asil kandan umulan medet boşa çıkmış. Ve de, geçen geçmiş; giden geri gelmiyor. Özlem var, ama geri dönüş yok. Ne korkunç bir son!
Acıdım onlara. Aslında kendime acıdım; onlara değil. Onlar benim yaşlılığım. Bir gün ben de öyle olacağım. Bu halimin sonu o hal olacak. Bu yaşantının sonu, öylesi bir yaşantı olacak.
Yaşadığım türden bir gençliğin devamı, karşımda işte. "Adaam sen de, daha o günlere varıncaya kadarÖ" deyip düşünmediğim günler, işte hemen karşımda. Üstelik her günün ikindisi, her yılın güzü bana o halimi hatırlatıyor. Şu yaşıma kadar yıllar ne çabuk geçmişse, bir gün bakacağım ki, artık ben de bir ihtiyarım. Kaçış yok, o yolun yolcusuyum.
Birşey daha biliyorum. Bu halde yaşayamam. Gecemi gündüzümü, yaşlanıp çirkinleşeceğim korkusuyla geçiremem. Böyle yaşayacaksam eğer, daha yaşlanmadan kendimi karanlığa mahkûm etmiş olacağım. Yaşlılığım değil, gençliğim de hüzün dolacak.
Kimbilir, zaman zaman içten içe hissettiğim kederler de bu yüzden belki. Onca renkli bir hayata rağmen, mutlu olamadığımı hep hissediyorum zira. Ama itiraftan da korkuyorum. Çünkü, "Mutlu değilim, huzurum yok" desem, ardından "Demek yanlıştasın. Yanlış bir hayatın var" diye bir ses yükselecek içimden. "Bütün sıkıntın, yanlıştan vazgeçip, olduğun gibi olmaman."
İşin doğrusu da bu. Bugüne kadar, gerçekten olduğu gibi olmamanın ıztırabını çok çektim. Meselâ onca sevdiğim kardeşime bağırdığımda, benliğimde var olan sevgiyi örtmüş oluyordum. Kızgınlığım, aslıma perde oluyor. Arzularım, aslımı gölgeliyor. Ve böylesi kavgalı birkaç dakikanın ardından, içime sıkıntılar çörekleniyor. Oradan biliyorum ki, eğer bir sıkıntım varsa, mutlaka insanlığıma, duygularıma yakışmayan davranışlarda bulunmuş; öylesi düşüncelere girmişimdir. Tıpkı, gençliğimin içinde yaşanan sıkıntılar gibi
Madem bütün sıkıntım olduğum gibi olmamaktan doğuyor. Öyleyse, olduğum gibi olmalıyım. İnsanlığımı bozmamalıyım. Kendimi tanımalı, gerçeğimin ne olduğunu anlamalı, öyle yaşamalıyım.
Oysa, bugüne kadar bunu hiç düşünmedim. Sadece sunulanı kabullendim. Ama sunulana bakıyorum; derdime derman olmaktan uzak. Sunanlara kalsa, yiyip içmeli. Gezip tozmalı. Şu bir daha gelmeyecek günlerin keyfini çıkarmalı. "Yaşlanmak çok uzakta nasılsa."
Ama bir gün gelecek. Daha şimdiden haberciler yollamaya başladı bile.
Üstelik, ben o güçsüz-kuvvetsiz günleri ilk defa yaşıyor olacak değilim ki!
Geçmişimi hatırlasam, yani bebekliğimi, çocukluğumu, ilk gençlik halimi; o günlerde ne kadar muhtaçtım, ne kadar güçsüzdüm. Elimden birşey gelmezdi. Daima bana bakacak, sevgi ve şefkat dolu insanlara muhtaçtım. Yemeğimi vermeseler, elimi tutmasalar, ödevlerimde yardım etmeseler, üstümü başımı değiştirmeseler, kendi başıma hiçbirini halledemezdim. Öyle gelmişim dünyaya. Demek, aslında öyleyim ómuhtaç ve güçsüz. Beni sevecek, koruyacak, ihtiyacımı karşılayacak başka birine ihtiyacım var.
Geleceğimi düşünsem, yani yaşlılığımı; sanki tekrar çocukluğuma dönmüş olacağım. Aynı ihtiyaçları, aynı muhtaçlığı, aynı güçsüzlüğü, aynı ilgi bekleyişi tekrar yaşayacağım. Sadece görüntüm değişecek. Sadece yaş denen rakam yükselmiş olacak.
Bir ömür boyu, iki kez muhtaç ve güçsüz oluşu yaşamakÖ Üstelik dünyaya gelirken ve giderken. Hem de isteğimin dışında. İster miyim muhtaç ve güçsüz olmayı? İstemem elbet. Ama ne ihtiyaçlarımı yok etmek elimden geliyor, ne zayıflığımı gidermek. Demek öylece var ediliyorum ómuhtaç ve güçsüz.
Ya şimdi? Şimdi, soğuklar bana vız geliyor ódondurucu olanlar hariç. Rüzgârlar hasta etmiyor ófırtınalar istisna. Yol yürümek yormuyor óüç-beş km’yi aşmazsa. Durduk yerde uyuklamıyorum óbir önceki geceden uykusuz değilsem. Perhiz yapmıyorum, ama çok fazla da yiyemiyorum. Unutkan değilimó o denli ezberlediğim şeyi iki hafta sonra hatırlamadığımı saymazsak.
Aslında hâlâ muhtaç, hâlâ zayıf, hâlâ güçsüzüm. Sadece çocukluktan ve yaşlılıktan biraz farklı olarak. Ama istesem de üşüyemem, hasta olamam, yorulamam, uyuklayamam, perhiz yapamam, unutamam. Onlar da benim irademin dışında. Nasıl yaşlandığımda bunlardan kurtulmak elimden gelmiyorsa, şimdi de öyle. Demek şimdi de böylece var ediliyorum. Demek her halimde var ediliyorum. Hiçbiri benden değil. Beni öylece var eden başka Biri var.
Her halimle var ediliyorsam, hiçbir halim benden değilse, demek gençlik de var ediliyor, O da veriliyor. Ama bugüne kadar gençliğimi hep sahiplendim. Hep benim sandım. Bütün yaşadıklarım, onca sorumsuzluk, onca başıboşluk, hepsi hepsi gençliğimi kendime mal etmem yüzündendi. "Benim" diyor ve Vereni bilmiyordum. Vereni bilmeyince, onu dileğimce kullanırım sanıyordum.
Saçlarıma istediğim şekli verebilmek için, saatlerce ayna karşısında az mı uğraştım? Daha güzel görünmek uğruna gezmediğim mağaza, bakmadığım vitrin kalmadı. Bakışlarımla kimi nasıl etkileyeceğimi düşündüm hep. Tenimin duruluğuna herkes hayran olsun istedim.
Ama her biri yavaş yavaş elimden gidecek. Hiçbiri benim şimdi kullandığım haliyle kalmayacak. Demek benim kullanış şeklim, veriliş amaçları değil. Demek, onları yanlış işlerde kullanıyorum.
Oysa, onları bana Vereni tanısam, Onun her bir verdiğini başkalarını kendime hayran etmek için değil; kendim onu Verene hayran olmak için kullansam; her birinin ne benden, ne de kendiliğinden var olmadığını anlasam, yaşlılığım bu anlayışın tasdiki olacak. Elimdeki her bir şeyin yavaş yavaş beni terkedişi karşısında hayatımı şaşkınlıklar, korkular, kâbuslar doldurmayacak. Zaten hiçbiri benim değil ki. Hepsi veriliyor ve hepsi verildiği gibi de alınacak. Bugünden bunu anlayabilsem, hem gençliğimde verilen herşeyi veriliş amacına göre kullanacağım; hem bugünüm bana ait olmayanı kendime mal etmenin sıkıntısıyla dolmayacak; hem de yaşlılığım zindan olmayacak. Gözüm görecek, kulağım duyacak, tenim hissedecek; aklım gördüğümü, duyduğumu, hissettiğimi düşünecek. Arkadaşlarım, sohbetlerim, eğlencelerim; dinlediğim konferanslar, izlediğim oyunlar, kısacası hayatımın her bir anı Onunla, dolacak. Bütün yollar Ona çıkacak.
Bu düşüncelere nereden mi geldim? Annemin saçımda beyaz bir tel bulduğu öğle sonrası beni buralara getirdi. Yaşlanmak olmasa, yaşlılık korkusu olmasa, bunları hiç düşünmeyecektim. Elimdekileri benim sanıp, dilediğimce kullanmaya devam edecektim. Onları Veren ne merhametli! Verilenleri kendime mal edip Onu tanımaz olmamam için, yaşlılığı da veriyor! Hiçbirinin benim olmadığını hatırlatıyor. Bunu anlarsak, yağmur sonrası yeniden hayatlanan kuru topraklar gibi, yaşlandıkça Onun varlığını daha yakından hissederek hayatlanacağız. Yaşlılık daha canlı, daha bir güzel olacak. Onu bulacağız çünkü. Hiçbir şeyin bizden olmadığını; herşeyin Ondan geldiğini yaşayacağız. Muhtaçlığımızı, güçsüzlüğümüzü yaşadıkça, kendimizi Ona daha yakın hissedeceğiz. Bunları anladıkça, yaşlılığım, yaşlandıkça güzelleşen, yaşlandıkça güzelim kokusu fazlalaşan mum çiçeğini andıracak.
Zaten, ya Onu tanıyarak hem gençliğimde, hem de yaşlılığımda bir çiçek olacağım; ya da verilenleri Ondan başka şeylere vererek çürüyeceğim. Gençken çürümeye başlayacağım. Yaşlanmakla, çürümüşlüğüm tescil edilecek.
Önümde iki yol var yani: çiçek olmak ya da hiç olmak.
Ben çiçek olmak istiyorum ómum çiçeği misali...