Bilgin ADALI'nın notu:
"GENÇ ÖĞRETMENE NOTLAR
ÖĞRENCİLERİNE, OKUMAYI-YAZMAYI SEVDİRMEYE ÇABALAYAN
GENÇ ÖĞRETMENE NOTLAR
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde başlayan “öğretme” serüvenim, otuz yılı aşkın bir süredir sürüyor.
Neyi öğretmeye çalıştım? Belgesel sinemayı, senaryo yazarlığını, reklam yazarlığını, yaratıcı yazarlığı… En çok zorlandığım “Yaratıcı Yazarlık” dersi oldu. Bana sorarsanız baştaki “yaratıcı” sözcüğü gereksiz. Mektup yazıp babanızdan para isterken bile “yaratıcı” olmak zorundasınız. Ama, frenkçedeki “creative writing” kavramını “yaratıcı yazarlık” diye çevirerek kullanmışız işte…
Bir yerlerden aşırma yapmıyorsa, nedir yazarın yaptığı? Bildiğimiz sözcükleri kullanıp yeni bir sentez yapmak, yani yeni bir örgü yaratmak değil mi?
Üniversitelerde karşıma çıkan öğrencilerin büyük bir yüzdesi yazma özürlü. Birinci sınıfta zorunlu bir “Türkçe” dersi görseler bile, yazım (imla) kurallarından haberleri yok hiçbirinin. Küfretmeyi pek iyi biliyorlar ama cümle kurmak diye bir kaygıları yok. Aynı sınıfta üç beş kez anlatmış olmama karşın, yazılı ödevlerinde, “geliyo”, “bi”, “yapicek”, “gelcek” vb. sözcükleri çember içine almaya başladığımda, gelincik tarlasına dönüyor ödev kâğıtları.
Şapkalı a (â) konusunda her yıl yinelediğim örnek, yıllar önce gazetelerde tam sayfa yayınlanmış bir banka ilanı: “Biz karımızı müşterimizle paylaşırız…”
Karısını müşterisiyle paylaşan banka reklamına hepsi güler de öğrencilerin, hiçbiri hala ile hâlâ’yı, alem ile âlem’i, kar ya da karı ile kâr’ı ayırmak için o küçücük şapkayı a harfinin üstüne kondurmaya yanaşmaz. Nedenini bir türlü anlayabilmiş değilim. (Buna karşın, sevgili TRT’mizin “reklam” sözcüğünü şapkasız yazmayı öğrenebilmesi neredeyse bin yıl sürdü. Bu da ilginçtir.)
İlköğretimde okuyan iki kızım nedeniyle, hem sınıf hem de Türkçe öğretmenlerinin bu konuya çok önem verdiklerinin birinci elden tanığıyım. (Elbette hepsinin değil.) Ortaöğretimde olup bitenlerden de, yine kızlarım sayesinde, önümüzdeki yıllarda haberdar olabileceğimi umuyorum. Ama bu arada, ilginç bir uygulama dikkatimi çekti:
İlköğretim okullarında, öğrencilerine, öyküler, şiirler hatta, haiku’lar yazdıran öğretmenler var. Kimisi bunları kitap olarak da yayınlıyor.
Önce irkildim bu kitaplardan birkaçını görünce, kendi şiirini, öyküsünü bir kitapta görmek, bu çocukları “ben yazar oldum” düşüncesine götürüp de köreltmez mi diye… Sonra, bizim kuşağın ve bizden sonraki kuşakların ilk alıştırmalarının yayınlandığı Doğan Kardeş geldi aklıma.
Orada şiiri çıkan kimse, “Ben şair oldum.” diye düşünmüyordu. Tersine, ikinci bir şiirini yayınlatmak için (eğer yazma konusunda tutkuluysa) ortaya daha iyi bir şeyler çıkarabilmek için özel çaba harcıyordu.
Doğan Kardeş dergisinin yöneticilerine çok önemli bir görev düşüyordu burada: Acımasız bir eleme yapmak ve derginin sayfalarında yalnızca gerçekten iyi olanlara yer vermek.
Öğretmenlerin gözetiminde yayınlanan kitaplara baktığımda, kötü bir eğilim görüyorum: “Bu öğrencimi de kazanabilir miyim?” kaygısı adına, elden geldiğince çok şiire, öyküye yer vermek… Oysa kanımca, yapılması gereken en önemli şey, iyiyi seçip ödüllendirirken, kötüye, her ne adına olursa olsun prim vermemek. Yüreğinde yazma tutkusu olan öğrenci, kötü metinleri çöpe atıldıkça, daha iyi metinler yazmak için çaba harcayacaktır. Böyle bir tutkusu olmayan çocukları kazanma çabası ise boşuna. Ucuz aşk şiirleri yazmaktan öteye geçemez nasıl olsa onlar.
Çok acımasız bir davranış değil mi…
İşte, sevgili öğretmenlerimizin yapamadıkları şey bu. “Acaba bunu da kazanabilir miyim?”, “İleride acaba bundan da bir şeyler çıkabilir mi?” gibi kaygılarla, öğrencilerin çok hoş çalışmalarının yanına, kötü metinleri de konduruveriyorlar. Bu davranış, “iyi” şeyler yazan öğrencileri şaşırttığı gibi, yazdıkları kötü olanları da yanıltıyor. Sonuç her iki öbek için de zararlı oluyor.
Başka açılardan da irdelenebilir, olumlu ya da olumsuz yargılara varılabilir bu tür çalışmalar konusunda. Yine de ben, bu yönde çaba harcayan ilk ve orta öğretimdeki öğretmenlerimizi sonuna kadar destekliyorum. Öğrencilerini, dili öğrenmeye ve kullanmaya, üstelik doğru kullanmaya yönlendiriyorlar. Yukarıda da değindiğim gibi, üniversiteye, anadilini alabildiğince kötü kullanan öğrenciler gönderecek yerde, dili iyi kullanan, doğru kullanan; öyle olmasalar bile kendini şair ya da öykücü sanan ama okumayı da seven öğrenciler yollamış oluyorlar. Okumayı seven öğrenci, kendinin ne olup olmadığını tez zamanda öğrenir nasıl olsa. Ya geliştirir kendini, ya da bir süre ucuz aşk şiirleri yazıp sonra vazgeçer yazmaktan.
Sanırım “iyi okur” yetiştirmenin bir ayağı da, “iyi yazar” yetiştirme çabalarından geçiyor. Kendine özgü bir döngü bu. İyi yazar, iyi okurdan çıkıyor, iyi okur ise her zaman iyi yazar, hatta yazar bile olamayabiliyor ama o da okuma eyleminde kendince bir seçkinlik ve seçicilik kazanabiliyor. En azından, okuyacağı yapıtları, okudukları arasından “iyi” olanları seçmesini öğrenebiliyor.
Bunca sözden sonra, genç öğretmenlere önerilerim şunlar olacak:
1. Türkçe’ye, şairler, öykücüler kazandırmayı amaçlayarak çıkmayın yola. İyi okuyucular kazandırmak olsun amacınız.
Yazmak, yaklaşık elli yıldır yazan biri olarak, hâlâ anlayamadığım bir olgudur. Bir insan yazarsa, yazacaksa, yazar. Ama iyi, ama kötü, ama sevilsin, ama sevilmesin, genlerinde yazarlık hastalığı bulunanlar, okuyucu bulamasalar da yazarlar. Özellikle de iyi okuyucu olabilmişlerse…
a. Öğrencilerine, okuma-yazma alanında katkıda bulunmak isteyen öğretmenler, kanımca, onlara öncelikle, okunmadan yazılamayacağını öğretmeliler.
b. Yazma alıştırmaları yaptırmak istiyorsanız, öğrencilerinize, yazdıkları her on yazıdan (öykü, şiir, her neyse bu yazı) on birini çöpe atıp on ikinciyi yazmayı öğretmelisiniz.
c. Sakın ha, kötü olan bir metni iyiymiş gibi göstermeyin. Yıllar sonra, bir öbek öğrenciniz -aralarında o kötü metnin yazarı da bulunabilir-, sizi bu konuda küçümseyerek anacaklardır. Sizin iyi niyetli yaklaşımlarınızı onlar, bir başka türlü anımsayacaklardır.
2. Yüreğiniz sızlasa bile, her gece yazdığı yeni bir şiirle (öyküyle, metinle) karşınıza gelen öğrencinize, eğer kötü bir şeyle gelmişse, yazdığının kötü olduğunu söylemekten çekinmeyin.
a. Önce, yazmanın çok ciddi bir iş olduğunu açıklayın onlara. Yazan kişinin, her türlü eleştiriye açık olması gerektiğini anlatın.
b. Eleştirilerinizden yılıp da yazmayı bırakmaması için elinizden gelen her şeyi yapın. Gerekiyorsa, kendinizin ilk yazıları konusunda öğretmenlerinizle yaşadığınız komik şeyleri anlatın, hatta takla atın, onun yazmayı sürdürmesini, yazdıklarıyla yine size gelmesini sağlayın. Ama, yine kötü bir metinle çıkarsa karşınıza, doğruyu söyleyin ona, hoşgörüyle yaklaşmayın kötü yazılarına.
c. Yazdığı kötü metinler üstüne, kötü olduğunu vurgulayarak, ama o kötü metnin nasıl daha iyi yazılabileceğini açıklayarak, eleştiriler, açıklamalar yapın. Bunu da bir öğretmen gibi değil, bu işi daha iyi bilen bir dostun sıcaklığıyla yapın.
D. (evet küçük değil büyük D) Yukarıda saydıklarımı yapabilecek yetkinliğe ulaşabilmek için, siz de bir parça okuyun. Sağda solda olan biteni izleyin, dünyadan, yazılandan, çizilenden haberdar olun. Unutmayın ki, öğrencilerinizin büyük çoğunluğu, bilgisayar kullanmada sizden ileride. TV dizilerini sizden çok daha iyi biliyor ve yakından izliyor. Mankenlere, dansözlere, şarkıcılara, dizilerdeki bilmem kim ağanın oğluna özeniyor. Karşınızda inanılmaz silahlarla donanmış düşmanlar var ve sizin tek silahınız sözcükler. Sözcükleri kullanarak saldıracaksınız onca düşmana. Sözcüklerle eğiteceksiniz öğrencilerinizi. Sözcüklerle bulacak onlar da yollarını yaşadığımız sözüm ona bu “bilgi” çağında.
Son söz:
Öylesine yoğun bir pislik ve parazitle dolu ki “bilgi” ortamımız, iyi niyetli, gücü yettiğince “güzel” bir şeyler yapmaya çabalayan, yaşı ya da yüreği genç öğretmenlerimize çok büyük görevler düşüyor. Sınav sistemleri nedeniyle birer yarış atına dönüştürülen çocuklarımıza, yaşamın çok değerli başka alanlarını tanıtmak gibi…
Çocuklarımız, test sınavlarındaki boşlukları doldurmanın yanı sıra, onlardan çok daha değerli kimi şeylerin olduğunu öğrenebilmeli.
Yazmayı öğrenirken çocuklar, okumayı da öğreneceklerdir onları yüreklendirirseniz
Hem okusunlar, hem yazsınlar…
Yaşasın bu konuda çaba harcayan öğretmenler!
Not: Öğretmenlerimiz, okumayı da unutmasınlar. Milli Eğitim’in yayınladığı kitap listeleri dışında bir şeyler okuyan (onlar da kitapları değil, listeleri okuyor yalnızca) öğretmenlerimizin sayısı o kadar az ki… Girin internet’teki yayınevi sitelerine. Araştırın. “Falanca kitabınızı öğrencilerime okutmak istiyorum. Bana bir örnek gönderir misiniz,” diye bir e-posta yollayın. Yayınevlerinin yarısı size bir değil beş kitap yollayacaktır. Yayın kataloglarını isteyin. Pek çok açıklayıcı bilgi bulacaksınız. Can Çocuk, Günışığı, Tudem, Beyaz Balina, Uçanbalık, Mavibulut, Büyülü Fener, Anfora, Bilgi gibi seçkin yayınevleri sevgili öğretmenlerimize her türlü kolaylığı göstermek için yarışıyor…"