Susmuş bir yanardağ. Küllenmiş bir ateş. Akmayan ırmak. Kokuşmuş su.
Söylesene, nerde kayboldun sen? Gülden hangi köşe başında vazgeçtin?
Ne zamandan beri başına bir kuş tüyü konduğunda ağzından burnundan kan boşanmaya başladı? Yaran o kadar mı derindi? Kolun kanadın nerde kırıldı?
Hangi kör düğümü, içinde bir ukde bile kalmadan kendi ellerinle boynuna attın? Sendeledin, düştün ve bir daha kalkamadın?
Sonsuz bir matlığın bu şehrin üzerine çöktüğünü ve bir daha kalkmayacağını ne zaman anladın?
Hak ile merhamet arasında ezilen her kibrin, ezenin kalbinde sonsuz üzeri sonsuz yeni bir kibir doğurduğunu hangi cehennem ağzında unuttun? Söylesene, ağlamayı ne zaman unuttun?
Söyle bana; kesif bir sis içinde yol almaya çalışırken sis lambalarını yakmayı unutmanın ölümcül kazalara yol açtığını, refüj çizgisinde unutulmuş bir zaman üzerinde durmanın sanıldığı kadar emniyetli olmadığını bilmiyor muydun?
Cerahatli bir yaranın patlaması gibi ortaya saçılan bütün bu cümleleri sen mi yazdın?
Karanlık sözler, yaralı uzmanlara göre. Kelimeleri bu kadar çok israf ettiğinden mi yoksa kelimelerle ölünebileceğini hakkelyakin tecrübe ettiğinden mi?
Görünmek istediğin ile göründüğün arasındaki uçurumu fark ettiğinden mi oldu bu?
Kanatların yoktu amenna ama iki yaka arasında açılan yar, bir köprü kuramayacağın kadar da mı genişti? O uçurumun başında mı kendinden vaz geçtin? Dönüşebileceğin bir şeyin kalmadığını fark ettin?
Doldurulan denize atılan her beton bloğunda, yavruları bırakılıp da kendisi “toplanan” bir sokak köpeğinin son bakışında yer ile göklerin bir kez titrediğini seyrede ede mi kalbinin denizinde taş üstüne taş bastın? Böyle böyle mi sonunda taş kestin?
O zaman mı “Siz gidin, ben gelmiyorum.” dedin ilk kez? Ve bu cümlenin içinden bir daha çıkamadın.
Ya da, ne zaman, ters gramerde olsa da aynı kapıya çıkan bir cümle daha kurdun? “Siz kalın, ben gidiyorum.” diyip de tası tarağı topladın, ayrıldın eğlenceli kalabalıktan?
Sonra her an için çökecek gibi duran karanlık bir duvarın dibine yaralı bir hayvan gibi kıvrıldın da tek çığlık koparmadan bütün o kezzaplı uğultuyu hançerenden gerisin geri damarlarına yolladın?
Kopuk cümleleri bir araya getirmek değil miydi senin kabiliyetin? Dağınıklığın arkasındaki tutarı, tufanın ardından zeytin ağacını, dehşetin mahiyetindeki saflığı fark etmek değil miydi alışkanlığın? Şimdi saflığında dehşet, birliğinde çokluk, zeytin ağacının kandilinde tufan var. Aynan paramparça. Ne zaman böyle kırıldın, böyle dağıldın? Göklere mi kırıldın?
Acı kadar şifanın, dert kadar dermanın varlığını ne zaman inkâr ettin? Ne zaman bunun “Pis bir oyun” olduğuna karar verdin?
Soğuk bir kasım günü artık secdeye kapanan bir ağaç, konuşan bir ırmak kalmadığını ve dahi gidecek hiçbir yer olmadığını fark ettiğinde mi oldu bütün bunlar? İçten içe mi işledin?
Sağ yanından eksilen bir hilâl gibi üç karanlık geceye varıp da dördüncü gece karanlıktan çıkamayınca. İncecik bir hilâl gibi yeniden sol yanından artmaya başlayamayınca mı?
Yoksa şehadet eden parmağını ışığa çevirip de gördüğünü gösterebileceğin kimsenin kalmadığını fark ettiğinde mi oldu bu? Bir daha söylesene. Yenilgiye tam “Evet” demişken bu defa ve işte ilk defa “Bebek arabasının önünde diz çöken” kimseyi bulamayınca mı kıydın kendine, sen kendine, o kendine bir demet nergis almaktan vaz geçtin?
Söylesene, nerde kayboldun sen? Gülden hangi köşe başında vazgeçtin?
| Nazan Bekiroğlu Mimoza Sürgünü