İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı harslan05

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.402
  • 69.693
  • 3.402
  • 69.693
# 10 Mar 2016 15:27:42
Bir gün efendimiz Hz.Ali’ye sorar der ki;
- Ya Ali Allah’ı seviyor musun?
- Evet Ya resulallah
- Peki beni seviyor musun?
- Evet Ya resulallah

Peki eşini seviyor musun? Evet Ya resulallah

- Peki çocuklarını?
- Evet Ya resulallah

- Peki bunların hepsini bir kalbte nasıl yapıyorsun?

Hz Ali beklemediği bu soru karşısında şasırmış ve cevap verememişti. Bunu düşünmem gerek diyerek oradan ayrılmıştı. Hz.Ali düşünceli bir şekilde dolaşırken eşi Hz.Fatıma düşünceli olduğunu fark ederek sorar.
Nedir bu halin ya Ali? der. Eğer bu düşünceliğin dünyevi kaygılardan dolayi ise sana yakışmaz bırak gitsin. Yok bu halin Rahmanî kaygılardan dolayı ise anlat birlikte çözüm bulmaya çalışalım. der.
Hz. Ali, efendimizle geçen konuşmayı birbir Hz. Fatımaya anlatır. Hz.Fatıma durumu öğrenince tebessüm eder. Hz Ali’ye der ki;
- Ya Ali babama git ve de ki;

“Kişi Allah’ı aklıyla ve ruhuyla sever, Peygamberimizi kalbiyle sever, Eşini nefsiyle sever, Çocuklarını sefkatiyle sever.“

Hz. Ali aldığı bu cevap karşısında memnun olur ve Efendimizin yanına gelir. Hz.Fatıma’dan öğrendiklerini Efendimize anlatır. Efendimiz cevabını alınca tebessüm eder. Ve der ki;
“Ya Ali bu bana getirdigin gül, nübuvvet ağacından koparılmıştır.“

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
# 10 Mar 2016 16:22:57
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri Allah rızasının değerini ne zaman öğrendiğini anlatıyor:

-Gençken Mekke’de olduğum dönemde hiç param kalmamıştı. Basra’dan beklediğim para henüz gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı, tıraş olmalıydım. Berbere gittim, paramın olmadığını, Allah rızası için beni tıraş edip edemeyeceğini sordum. Berber kabul etti. Beni tıraş etti, ayrıca cebime harçlık koydu.

Param gelince borcumu ödemek istedim. Kabul etmedi. “Allah rızasından değerli ücret olmaz, ben seni Allah rızası için tıraş ettim” dedi.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.800
  • 227.373
  • 28.800
  • 227.373
# 10 Mar 2016 17:21:44
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.lerinin Şakir ve Zakir adında iki oğlu vardır.
Zakir adı gibi sürekli hakkı zikirle meşgul salih bir evlattır.
Şakir ise meyhaneden çıkmayan, ayık dolaşmayan biridir.
Bir gün İbrahim Hakkı hz.leri Zakir’i alır yanına birlikte bir yere gideceklerini söyler.
Giderlerken meyhanenin önünde Zakir’e beklemesini söyler,
İçeri girer.
Oğlu Şakir masa başında sızmıştır.
Meyhaneciye, oğlunun ne kadar borcu olduğu sorar ve tüm borcu kapatır,
Zakir’le beraber yola devam ederler.
Babasının çıkması ardından Şakir uyanır, borcunu ödeyip kalkacaktır.
Meyhaneci “borcun yok, baban ödedi” dediğinde, müthiş biri haya duygusu kaplar benliğini ve peşlerine düşer.
İbrahim Hakkı hz.leri ve Zakir bir uçurumun kenarındadır ve babası oğluna:
Kırklar’dan biri vefat etti, atla, kırklara karışasın, der.
Havada da otuzdokuz tane kuş dönmektedir.
Zakir o ilme rağmen bir an tereddüt eder.
Tam o anda Şakir,
Hakkını helal et baba,
Bismillah, der, atlar ve göğe, kırklara karışır.
Zakir’in şaşkınlığı arasında, Erzurumlu İbrahim Hakkı hz.leri meşhur sözünü söyler:
'' Harabat ehlini hor görme Zakir,
Defineye malik nice viraneler var.

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 10 Mar 2016 17:38:31
Sultan Murad Han o gün bir hoşdur. Telâşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Vezir-i a‘zam Siyavuş Paşa sorar:
-Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-Akşam garib bir rüya gördüm.
-Hayırdır inşâallah?..
-Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
-Nasıl yani?
-Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın te’sîrindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir cesed gözlerine batar, sorarlar:
-Kimdir bu?
Ahâli:
-Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın me’yûsun biri işte!...
-Nerden biliyorsunuz?
-Müsâade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası lafa girer;
-Biliyor musunuz, der. Aslında iyi san‘atkârdır. Azaplar Çarsısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarab taşır evine, hem de nerde nâmlı mimli kadın varsa takar peşine..
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
-İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemâatte gören olmuş mu?... Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdîli kıyâfet mollalar kalırlar mı ortada!...
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-Nereye?
-Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebâ‘mızdır. Defini tamamlamak gerek.
-İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha…
-Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
-Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfîni, telkîni...
-Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhâne bulmalıyız.
-Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
-Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fâtih Camii’nden...
-Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fâtih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur.
Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyân güzelleşir sanki. Bir nûrdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem ma‘nâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de kezâ... Mechûl nalıncıyı kefenler, tabutlar, musallâ taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
-Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz gālibâ...
-Nasıl yani?..
-Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetîmleri?...
-Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbîhine döner, padişah garib maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar…
Hâdiseyi metânetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
-Hakkını helâl et evlâdım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayâl dünyasından...
-“Biliyor musun oğlum?” diye derdli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselâm... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarab şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!..
-Niye?
-Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-Hayret...
-Sonra, ma‘lûm kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. “Ben sizin zamanınızı satın aldım mı?” “Aldım” derdi. “Öyleyse simdi dinlemeniz gerek...” O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihâl. Hucceti İslâm okurdum...
-Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
-Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi.
Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbîr alırken Ka‘be’yi görmeli...
-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
-İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya... Hatta bir gün;
- Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya? Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim.
-İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü, sonra;
-Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

Çevrimdışı kardia

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.437
  • 16.127
  • 3.437
  • 16.127
# 10 Mar 2016 18:30:42
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Dün akşam havaalanında beklerken gençten bir adam yanıma gelip ‘Ankara yolcusu musunuz?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Çantalarımı size emanet edebilir miyim, bir namaz kılıp geleceğim’ dedi. ‘Aa elbette dedim, tabi, bırakın lütfen.’ Teşekkür etti gitti. Bu konuşmaya tanık olan bir başka yolcu, ikimize ve adamın çantasına tuhaf tuhaf bakıp oturduğu yerden kalktı ve uzaklaştı. Beni de pirelendirdi adam. Geçenlerde de emniyet mesaj atmıştı, ‘yanınıza gelip de çanta bırakan insanlardan çanta almayın’ diye. O aklıma geldi. Çanta yanımda, kalkamıyorum da yanımdan. O sırada bir arkadaşımla konuşuyorum, dedim ki, ‘bir adam benim yanıma bir çanta bırakıp gitti, öbür adam da arkasından kalktı. Şimdi Allah korusun bomba falansa bu, patlarsa ilk önce ben ölürüm, çanta bende olduğu için canlı bomba sayılırım, bak sana haber veriyorum, açıklama yaparsın, canlı bomba ben değilim, o namaza gitti.’ ‘Deli misin be, kalk uzaklaş ordan’ dedi. ‘Yav nasıl bırakayım adamın çantasını, bana emanet etti’ dedim. Gelmezse çantayı alıp öyle uzaklaşırım, tenha yere giderim, patlarsa millete bişey olmasın’ falan derken yarım saat geçti. Saate bakıyorum, mescide gittin, abdesti, namazı biter yarım saatte yatsı, nerde kaldı diye hesap ederken geldi adam. ‘Allah kabul etsin’ dedim ama kesin kabul etmiştir, öyle içten, öyle oh be diyerek dedim ki sormayın gitsin. Uçak yolculuğum boyunca da kendime kızdım. Amma paronayak bir toplum olduk. Öyle kötü şeyler yaşadık ki, bir sürü değeri yitirdik. İstanbul’da imza gününde bir arkadaşım bana reçel getirdi, ‘Tosya’dan’, annesi yapmış. Verirken şunu söyledi: ‘Babam dedi ki, kızım burası İstanbul, bin çeşit insan var, yemez, boşuna götürme’ dedi, ben yine de getirdim, dedi. Geldiğimiz hale bak ya… Birbirimize reçel gönderemiyoruz, namaza gidenin emanetine sahip çıkamıyoruz. Her şeyden korkar, her öküzün altında buzağı arar olduk. Namaza giden adamın günahını aldım, bari reçelden kurtarayım diye düşünüyorum. Hepsini yiyeceğim söz...

:) +1

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
# 10 Mar 2016 23:31:11
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Sultan Murad Han o gün bir hoşdur. Telâşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Vezir-i a‘zam Siyavuş Paşa sorar:
-Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-Akşam garib bir rüya gördüm.
-Hayırdır inşâallah?..
-Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
-Nasıl yani?
-Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın te’sîrindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.
İşte tam o sırada yerde yatan bir cesed gözlerine batar, sorarlar:
-Kimdir bu?
Ahâli:
-Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın me’yûsun biri işte!...
-Nerden biliyorsunuz?
-Müsâade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası lafa girer;
-Biliyor musunuz, der. Aslında iyi san‘atkârdır. Azaplar Çarsısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarab taşır evine, hem de nerde nâmlı mimli kadın varsa takar peşine..
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
-İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemâatte gören olmuş mu?... Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdîli kıyâfet mollalar kalırlar mı ortada!...
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-Nereye?
-Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebâ‘mızdır. Defini tamamlamak gerek.
-İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha…
-Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
-Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfîni, telkîni...
-Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhâne bulmalıyız.
-Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
-Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fâtih Camii’nden...
-Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fâtih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur.
Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyân güzelleşir sanki. Bir nûrdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem ma‘nâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de kezâ... Mechûl nalıncıyı kefenler, tabutlar, musallâ taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
-Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz gālibâ...
-Nasıl yani?..
-Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetîmleri?...
-Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbîhine döner, padişah garib maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar…
Hâdiseyi metânetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
-Hakkını helâl et evlâdım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayâl dünyasından...
-“Biliyor musun oğlum?” diye derdli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselâm... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarab şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!..
-Niye?
-Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-Hayret...
-Sonra, ma‘lûm kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. “Ben sizin zamanınızı satın aldım mı?” “Aldım” derdi. “Öyleyse simdi dinlemeniz gerek...” O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihâl. Hucceti İslâm okurdum...
-Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
-Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi.
Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbîr alırken Ka‘be’yi görmeli...
-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
-İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya... Hatta bir gün;
- Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya? Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim.
-İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü, sonra;
-Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
+1

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.800
  • 227.373
  • 28.800
  • 227.373
# 11 Mar 2016 00:14:56
Mûsâ aleyhisselâm Hak teâlâya;
“Yâ Rabbî, benim Cennetteki
komşum kim olacak?”
diye sordu.

Hak teâlâ hazretleri;
“Falan yerdeki falanca kasap”
buyurdu.

Mûsâ aleyhisselâm, hemen gitti o beldeye.
O kasabın evini öğrenip, çaldı kapısını.

Kasap;
“Buyurun efendim, hoş geldiniz!”
deyip, içeri aldı.

Hâl hatır sordu. Sonra izin isteyip mutfağa
geçti. Önceden pişirdiği eti lokmalara ayırdı.
Sonra tavandaki asılı zembili aşağı indirdi.

İçinde kemik yığınından ibâret çok ihtiyar,
pîri fânî “bir kadın” vardı. Onun temizliğini
yaptı, etini de yedirip tekrar yerine astı.

Mûsâ Nebî sordu:
“O zembilin içindeki kimdi?”
“Annemdi efendim”

“Onu indirip ne yaptın?”

“Temizliğini yaptım, karnını doyurup
tekrar yerine astım efendim”

“Hizmet bitince birşeyler mırıldandı,
sana bir şey mi dedi?”

“Evet efendim, bana duâ etti”

“Nasıl duâ etti?”

“Yâ Rabbî, sen oğlumu Cennette
Mûsâ Peygambere komşu et!
dedi. Ben de âmin! dedim”

“Her gün böyle duâ eder mi?”

“Evet efendim, her gün eder”

Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm;
“Kardeşim! Mûsâ benim. Cenâb-ı Hak,
annenin yaptığı bu duâyı kabul etti
ve ikimizi Cennette komşu eyledi”
buyurdu.

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.610
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.610
  • Müdür Yardımcısı
# 11 Mar 2016 10:01:51
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’a takvânın mâhiyetini sorar. Übey -radıyallâhu anh-:

“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der. Hazret-i Ömer:

“–Evet, yürüdüm.” deyince bu sefer:

“–Peki, ne yaptın?” diye sorar. Hazret-i Ömer:

“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir. Bunun üzerine Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-:

“–İşte takvâ budur.” der. (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut 1988, I, 42)

Takvâ; beşikten mezara doğru bir yolculuktan ibaret olan dünya dikenliğinde, îman ve İslâm elbisesini, günahların, haramların, hatâların dikenlerine takılıp parçalanmaktan veya zedelenmekten muhafaza etme hassâsiyetidir…

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
# 11 Mar 2016 22:56:56
Nuşirevan adaletiyle ünlü Pers hükümdarıdır. Fakat o da tahta geçtiği ilk yıllarda kendinden öncekiler gibi zevk ve sefaya düşkün biriymiş. Ülkesiyle fazla ilgilenmiyormuş. Üstelik dediğim dedik bir hükümdar olan Nuşirevan’a kimse ses çıkaramazmış. Ülke perişan durumda olsa da kimse bunu Nuşirevan’a çıtlatamıyormuş.

Bu hikaye Nuşirevan’daki değişimin hikayesidir. Bir gün beraberinde veziri ve yakın adamları ile ava çıkmıştı. Yaban hayatı Nuşirevan’ın hoşuna gitmişti. Kuşlar ötüyor, tavşanlar çalılıkların arkalarına kaçışıyordu. Atından inen Nuşirevan kuşların uzun uzun ötüşünü dinledi. Mest olmuştu. Vezirine sordu:

-Keşke kuşların ne söylediğini anlayabilseydik. Anlamadığımız halde dinlemekten bu denli haz aldığımıza göre kim bilir anlamları ne güzel sözler söylüyorlardır?

Vezir bu durumu anlatmak istediklerini uygun bir dille iletmek için bir fırsat olarak gördü:

-Sayın hükümdarım, aslında ben kuşların dilinden biraz anlarım. İsterseniz size onların ne söylediklerini çevirebilirim. Ama elçiye zeval olmamalı.

-Tamam, sen yeter ki çevir!

-Affınıza sığınarak kuşların ne söylediklerini anlatıyorum hükümdarım.Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de “elbette kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir virane isterim” diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette “ Hay hay ne demek bir virane, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on virane veririm. Zaten her yer harap. Yeter ki sen kızı oğluma ver ” diyor. İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi.

Nuşirevan vezirinin ne anlatmak istediğini anlamıştı. Ona kızmak yerine teşekkür etti. Sarayına döndükten sonra devlet yöneticiliğindeki bakış açısını değiştirdi kendisini ülkesinin imarına adadı. Medeniyetin ve gelişmenin temeli adalet olduğundan ülkesinde adalete önem verdi. Yıllar geçtikçe Pers ülkesi başka milletlerin hayran kalacağı derecede ihtişamlı hale gelmişti. Nuşirevan’ın eserleri zamanla yok oldu ama tesis ettiği adalet sayesinde ismi hala saygıyla anılmaktadır.

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
# 12 Mar 2016 23:00:11
Hz. Ali’nin Rüyası
Ashabtan Abdullah oğlu Cabir bir rüyasında, büyük ineklerin küçük inekleri sağdığını, hastaların sağları ziyaret ettiğini, kuru bir çay kenarında yemyeşil bahçeler bulunduğunu, minberde  koca koca putlar durduğunu gördü. Bu, sıradan bir rüyaya benzemiyordu. Bunun önemli bir mesajı olmalıydı. Bu rüyayı yoracak kişi olarak ilk defa Hz. Ali aklına geldi. Hz. Peygamberin “İlim beldesinin kapısı” diye nitelediği Hz. Ali ancak güvenilir bir açıklama getirebilirdi. Bu düşüncelerle rüyasını yordurmak üzere Hz. Ali’ye müracaat etti.

Rüyasını tane tane anlattı ve ne anlama geldiğini yormasını rica etti.

Hz. Ali “Yanlış yorumdan Allah korusun” diyerek söze başladı ve şöyle devam etti.

– “Büyük ineklerin küçük inekleri sağması, yetki ve mevkilerini halkı soymak için kullanan görevlileri (amir ve memurları); hastaların sağları ziyaret etmesi, yoksulların hallerini arz etmek için zenginlerin peşinde koşmasını; kuru çay kenarında bulunan yemyeşil bahçeler, uzaktan veya dışardan bakıldığında çok büyük sanılan ve öyle ünlenmiş ama aslında içleri kupkuru çölden ibaret olan ilim adamlarını; minberde duran koca koca putlar ise, layık olmadığı halde ilmin, dinin ve devletin yüce makamlarına yükselmiş kimseleri ifade eder.”

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 13 Mar 2016 00:37:53
Ünlü hükümdar Timur'dan sonra yerine geçen oğullarından Şahruh (XV. y.yıl) babasının tersine bilime ve bilgine değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle oturup kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah Efendi'nin dilinden düşürmediği
bir söz vardı: "Allah haramdan kaçanı korur" (Yani kişi haramdan kaçarsa Allah ona haram yedirmez, nasip etmez, demek istiyordu.)
Bu sözü sık sık tekrar eder, bununla biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak amacı güderdi. Şahruh da bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi. Şahruh bir gün sarayında özellikle Nimetullah Efendi'yi ağırlamak üzere bir ziyafet düzenledi. Başta hükümdar ve Nimetullah Efendi olmak üzere davetliler sofraya oturdular. Baş yemek kehribar gibi kızarmış bir kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla yiyor, yedikçe "Allah haramdan kaçanı korur" sözünü tekrarlayıp duruyordu. Hükümdar ve adamları da bıyık altından gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi'ye sordu:
- Allah haramdan kaçanı her zaman ve her durumda korur mu?
- Evet korur, haramdan kaçana Allah haram nasip etmez.
- Ama hocam seni korumadı, sende bizimle birlikte haram yedin.
- Hayır, ben haram yemedim haramı siz yediniz.
- Boşuna iddia etme hocam, sofrada yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık malıydı o...
- Olabilir, size haramdı, ama bana helaldi. Hükümdar lahavle çekti:
- Nasıl olur hocam, çalınmış bir kuzu bize haram, sana helal?
Nimetullah Efendi sözünü bağladı:
- Eğer inanmıyorsanız, kuzunun sahibini bulun sorun...
Gerçekten hükümdarın adamları çaldıkları kuzunun sahibini buldular. Yaşlı bir kadındı kuzunun sahibi. Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler. Kadın parasını almayı reddetti ve kendilerine beddua etti.
- Ben o kuzuyu parası için değil, bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona ikram etmek için yetiştiriyordum, diye açıklamada bulundu.

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.947
  • 47.568
  • 2.947
  • 47.568
# 13 Mar 2016 07:56:13
..

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 13 Mar 2016 09:19:07
        Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Patronuna işten ayrılmak istediğini ve artık ailesi ve torunlarıyla zaman geçireceğini söyleyerek müsaade ister.
     Patron, marangozdan son bir isteği olduğunu söyleyerek “son kez bir ev daha yap sonra emekli ol” der. Marangoz kabul eder ve işe girişir. Fakat gönlü artık işte olmadığı için, baştan savma işçilik ve kalitesiz malzeme kullanarak evi bitirir.
      İşini bitirdiğinde işveren evi gözden geçirmek için gelir. Evi biraz inceledikten sonra dış kapının anahtarını marangoza uzatarak, “Bu ev senin, sana benden hediye” deyince Marangoz şoka girer ve çok utanır. Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı hiç?
      Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar yada bir duvar örersiniz. Hayat bir “kendin yap” tasarımıdır. Oturduğunuz evin güzelliği de, çirkinliği de sizin eserinizdir.

Çevrimdışı 07tuna

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.020
  • 3.612
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.020
  • 3.612
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 13 Mar 2016 12:43:27
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
        Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Patronuna işten ayrılmak istediğini ve artık ailesi ve torunlarıyla zaman geçireceğini söyleyerek müsaade ister.
     Patron, marangozdan son bir isteği olduğunu söyleyerek “son kez bir ev daha yap sonra emekli ol” der. Marangoz kabul eder ve işe girişir. Fakat gönlü artık işte olmadığı için, baştan savma işçilik ve kalitesiz malzeme kullanarak evi bitirir.
      İşini bitirdiğinde işveren evi gözden geçirmek için gelir. Evi biraz inceledikten sonra dış kapının anahtarını marangoza uzatarak, “Bu ev senin, sana benden hediye” deyince Marangoz şoka girer ve çok utanır. Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı hiç?
      Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar yada bir duvar örersiniz. Hayat bir “kendin yap” tasarımıdır. Oturduğunuz evin güzelliği de, çirkinliği de sizin eserinizdir.

    O zaman kalkıp evi toplamaya başlayayım bari:))Vallahi kapatacam bilgisayarı,yarım yamalak da olsa siliyim süpüreyim,toplamamak için nelerle uğraştım durdum,söz dinleyeyim dimi.

Çevrimdışı harslan05

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.402
  • 69.693
  • 3.402
  • 69.693
# 13 Mar 2016 13:07:16
Herkes Ateşi Kendi Getirir

Abbasi’lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Reşid’in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid’in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:

- Bu ne hal Behlül, nereden geliyorsun?
- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.
- Ne işin vardı cehennemde?
- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.
- Peki, getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar “Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir” dediler.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK