Nâm-ı diğer Celaleddin Rumi
1244 senesinde Rumi, Tebrizli Şems ile tanıştı. Seyyah bir Kalenderiye dervişiydi Şems; dilinin kemiği yoktu. Yollarının kesişmesiyle başlayan süreç her ikisinin de yaşamlarını kökünden değiştirdi. Öylesine sağlam, müstesna bir gönül birliğinin başlangıcıydı. Aralarındaki bağı daha sonraki yüzyıllarda yaşayan mutasavvıflar iki ummanın kavuşmasına benzettiler. Bu benzersiz yarenlik sayesindendir ki Rumi, önceleri hâkim çizgiye daha yakın duran bir din âlimiyken, alışageldik tüm kurallardan çıkmaya cüret ederek adanmış bir gönül ehli, aşkın ateşli savunucusu, semanın yaratıcısı ve tutkulu bir şair oldu. “İslam âleminin Shakespeare’i” diye anılmasına yol açacak muazzam eserler bıraktı geride. Derinlere kök salmış taassupların, önyargıların çağında evrensel, kapsayıcı, ve barışçıl bir maneviyatı savundu; kapısını istisnasız her insana ardına kadar açık tuttu. Tıpkı o zamanlar olduğu gibi, bugün de nicelerinin “kâfirlere karşı savaşmak” olarak tanımladığı zahiri bir cihaddansa, insanın kendi içine yönelerek olgunlaşmasını hedefleyen bâtınî bir cihat üzerinde durdu. Kişinin kendi egosuna karşı sonuna kadar mücadele ederek adım adım nefsini yenmesini salık verdi.
Mamafih herkes kabullenmedi bu fikirleri; tıpkı yüreklerindeki aşk tufanına herkesin açık olmadığı gibi. Tebrizli Şems ve Rumi arasındaki o kuvvetli ruhani münasebet, dedikodulara, iftiralara, saldırılara maruz kaldı. Söylediklerinin küfre vardığını iddia edenler oldu. Yanlış anlaşıldılar. Tartışıldılar. Kıskanıldılar. En sonunda belki de en yakınları tarafından ihanete uğradılar. Tanışmalarından üç sene sonra trajik bir şekilde birbirlerinden kopartıldılar.
Ama hikayeleri burada bitmedi.
İşin aslı, hiç sona ermedi bu hikaye, devam etti. Neredeyse sekiz yüzyıl sonra bile, Şems’in ve Mevlana Celaleddin Rumi’nin ruhları bugün hâlâ diri ve hercai, sema etmekteler aramızda…