Yazmaya çalıştığım “2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı” adlı kitap için hazırlık yapmaktayken, bir mektup aldım. Mektup; sokağımızdaki sıradan insanın, Sivas katliamına hangi zaviyeden baktığının, sokağın, nasıl kategorize edildiğinin tüyler ürpertici bir örneğini veriyordu: içim acıyarak okudum ve bölüşmeye karar verdim!
İşte o mektup:[1]
“14 yaşındaydım. 2 Temmuz 1993 günü okuldan eve dönerken, Sünni olduğunu sonradan öğrendiğim bir komşumuz yolumu çevirdi:
- Duydun mu kız, sizinkileri yakıyorlar!
Allah Allah bizimkiler kimdi; bizimkileri niye yakıyorlardı?
Kafamda soru işaretleri, korku ve merak ile eve koştum. Evde, komşumuzun kızı ve annem, başlarını ellerinin arasına almış ağlıyorlardı. Televizyon açıktı. Bültenlerde; “Pir Sultan Abdal Anma Etkinlikleri çerçevesinde kente gelen konuklara ve Aziz Nesin’e kızan, bu yüzden tahrik olan dindar insanların Sivas’ta gösteri yaptıklarını, konukların kaldığı otelin göstericiler tarafından yakıldığını, içerde çok sayıda insan olduğunu, bazılarının yandığını, bazılarının ise dumandan boğuldukları” haberleri geçiyordu…
Yakılanlar arasında küçücük çocuklar, genç kızlar, semahçılar, aydınlar vardı… 12 yaşındaki Koray da yakılanlar arasındaydı!
- İyi ama bu yananlar neden “bizimkiler” oluyordu?
Epey bir süre hiçbir şey soramadım kimseye…
Annemin gözleri kan çanağı olmuş, hem ağlıyor, hem televizyonu izliyordu. Dokunsan patlayacaktı! Donmuştu kadın; bir taraftan ağlıyor bir taraftan da; “ah-tüh-vah yavrularım” gibi belli belirsiz sözler dökülüyordu ağzından.
Daha fazla tutamadı kendini: bir ağıt tutturdu!
Sivas ellerinde sazım çalınır
Çamlıbeller bölük bölük bölünür
Yardan ayrılmışam bağrım delinir
Güzelim ey, bebeciğim ey, Koray’ım oy, yavrum oy
Annem ağıt tutturmuştu ya, bugüne kadar bana bu kadar dokunan, etkileyen, yüreğimi burkan bir ağıtı, ne görmüş ne de dinlemiştim…
Nefes alsanız duyulacak bir sessizlik… Ve içimi paramparça eden o ağıt! Annem hangi anı yaşıyordu bilmiyorum. Bakıyor görmüyor, “anne” diyorum duymuyordu; ağzında o ağıt, nereye gideceğini bilmeden öylece dolaşıyor, oturuyor, kalkıyor, sonra tekrar oturuyordu…
Sonra, sonra annem hıçkırığını daha fazla dizginleyemedi… Ağıtı bırakıp kendini koyuverdi. Bu nasıl bir feryattı Tanrım! Artık, annemin ve komşu kızın hıçkırıkları evin dışına taşıyordu. Ağıtlarını ve acılarını birbirine kattılar, uzun uzun ağladılar, durdular, ağladılar, durdular tekrar ağladılar…
Yorulmuşlardı…
İkisinin gözleri de kan çanağına dönmüştü!
Bir süre sonra sorabildim:
- Anne neler oluyor?
- Annem: ellerini dizlerine vurarak; Gittiler kızım gittiler, Sivas’a gidenleri yakıyorlar” diyebildi…
Annemin konuşacak hali yoktu. Komşu kızı ise hem ileniyor, hem karış veriyordu. Şaşkındım. Anlamaya çalışıyordum. Duruma çok sonra vakıf oldum. O an kendimi, sanki birisi yüreğimi eline almış ufalıyor gibi hissettim. Yüreğim ufalanıyor, boğazım sıkılıyordu. Ağlayamadım ben, gözümden bir damla bile yaş düşmedi… Sadece korktum, “insanları nasıl yakabilirler” diye kendi kendime soruyor ve ürperiyordum... İnsanın yakılması !!!
İnsan yakılır mıydı?
O günden belleğimde kalanlar bunlar… Bir de Sünni komşumuzun: “duydun mu kız, sizinkileri yakıyorlar!" derken yüzüne yansıyan alayımsı ifade... Yüzü, sanki otelin önündeki ağzı salyalı yobaz güruhun içinden fırlamış gelmiş biri gibiydi… O suratı hiç unutamam; unutamam, bunlar da yakar; İslam yakar, evet yakar!
Korkmuştum, büzülmüş, vücudum korkudan buz kesmişti… Sonra o lanet günün akşamı anneme şöyle dediğimi anımsıyorum:
- ‘Anne bizi de mi yakacaklar?’
Çocuk aklı işte,
O gece, bütün Alevileri yakacaklar diye düşünmüştüm ve uyuyamamıştım...
Ben uyuyamamıştım da, ya Sivas’ta birer-ikişer çifte kuzularını kaybedenler, o anı yaşayanlar ne olacaktı?”
***
Murtaza DEMİR
Odatv.com