BİR YUDUM SEVGİ
Samsun’un en elit okuluydu benim okulum. Tüm bürokrat çocukları, bütün isim yapmış esnaf çocukları, avukat, doktor, mühendis çocukları bizim okuldaydı. Benim için çok önemli değildi bu. Ama öğretmenim için bir kıstastı . Hangi öğrencisini nereye oturtacağını, hangi öğrencisi ağladığında saçını okşayıp gözyaşını sileceğini, hangi öğrencisine ödevini yaptığında “Aferin yavrum.” deyip ödüllendireceğini , hangi öğrencisini sosyal faaliyetlere sokacağını, hangi öğrencisine anlamadığı konuyu kaç defa anlatması gerektiğini, hangi öğrencisini sınıf başkanı yapması gerektiğini düşündüren önemli bir kıstas…
Beni hiç tanımadı öğretmenim. Oysa beş yıl her gün gittim okula. Hasta olduğumda bile… Beni tanımak için, ailemi tanımak için hiçbir gayret göstermedi. Gerek bile duymadı buna. Babam maliyede sıradan bir memurdu. Bunu bilmek yeterliydi onun için. Fazlasını öğrenmeye, beni tanımaya, anlamaya hiç gerek duymadı…
Oysa tanısaydı beni; ne kadar sevgi dolu kalabalık bir aile içinde büyüdüğümü öğrenecekti. Beni ve kardeşlerimi beş yıl boyunca usanmadan okula getirip götüren, sevgi dolu yüreğiyle, bizi öpücüklere boğup iyi dersler dileyen bir annem olduğunu öğrenecekti. Tanısaydı beni, istediğim her şeyin anında gerçekleştiğini, buna rağmen hiç şımarmadığımı öğrenecekti. Tanısaydı tembelliğimden değil saygımdan sesimin çıkmadığını öğrenecekti. Eğer tanısaydı biliyorum; öğretmenim beni de çok sevecekti…
Ama tanımak istemedi. Benim hakkımda bildiği tek şey babamın maliyede memur olduğuydu ve bu ona yetiyordu…
Benim yerim hep arka sıralar oldu. Parmak kaldırdığımda hep dalga geçerek söz hakkı verdi bana. Bıyık altı gülerek… “Hadi söyle bakalım, ne diyeceksen sen de…” Parmak kaldırmaya korktum sonra. Hiç parmak kaldıramadım yıllarca. Aşağılanma korkusu bildiğimi söylettirmedi bana. Müfettişler geldiğinde parmak kaldırıyordum öğretmenimden çekine çekine. “Kızar mı acaba?” kuşkusuyla…Verdiğim cevaplar doğru olduğunda “Kim söyledi bakayım sana.” diyordu müfettiş gidince. Hiç taktir edemedi, beni hiç sevemedi…Ne yapmıştım ben ona?
Arkadaşlarımı bile o seçti, kafasına göre, kendi sınırlarıma uygunca…
Hep mutsuz gittim okula. Utandım “Öğretmenim beni sevmiyor.” diyemedim aileme. İçimde fırtınalar koptu yıllarca. Oysa ben öğretmenimi üzecek tek şey yaptım beş yıl boyunca…Tek bir şey…
Beden eğitimi öğretmenimiz ayrıydı. Beni çok seviyordu. Bunu hissetmiştim ve sevgisini boşa çıkarmamak için insanüstü bir gayretle çalışıyordum. Voleybol takımına seçilmiştim. Bana sevgiyle yaklaşan, kendimi kötü hissettirmeyen, kendime olan güvenimi tekrar kazanmamı sağlayan ve sınıf öğretmenimin verdiği hasarları onaran kişiyi hayal kırıklığına uğratmamalıydım. Uğratmadım da… Okulumuzun voleybol takımının kaptanı olmuştum sonunda…
İşte bu olay sınıf öğretmenimi çok kızdırmıştı. Bana gelinceye kadar ne bürokrat , ne tüccar çocukları vardı okulumuzda…Sıradan bir memur çocuğu ne anlardı voleyboldan? Üstüne üstlük bir de kaptan olmuştum…Öğretmenimi çok üzmüştüm işte. Beş yıl boyunca sadece bir kere…Haddimi bilemeden…
Ben ne yapmıştım da öğretmenim benden bu kadar çok nefret eder olmuştu…Anlayamıyordum…
Beni en çok yaralayan olay ise mavi önlüğümle ilgili olan davranışıydı…
Önlüğümüz siyahtı o zaman. Üçüncü sınıftayken mavi önlüğe geçiş yapıldı. Senenin ortasıydı ve isteyen o sene mavi önlük giyinecekti. Bir sonraki sene zorunlu olacaktı. Mavi önlüklüler ise 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına katılacaktı. Annem büyük bir hevesle kumaş alıp dikti önlüğümü. Modelini kendi çizmişti. Çok güzeldi. Ceplerinin köşelerini üçgen yapıp kıvırmış, metal düğmelerle süslemişti. Okulda mavi önlüğü ilk giyenler ben ve kardeşim olmuştuk. Ama öğretmenim diğer öğrenciler adına kıskandı bu durumu. Beni sınıfın ortasına çıkarıp dalga geçti. “Canım benim. Sevsinler önlüğünü.” Sonra bağırmaya başladı ceplerimin düğmelerini çekiştirerek. “Bunlar ne böyle. Mavi düğme bulamamış mı annen?...” diye bağırarak kopardı metal düğmelerimi. Göz pınarlarıma dolan yaşlar akmasın diye kendimi zorluyor dudaklarımı ısırıyordum. Utancımdan ölecektim nerdeyse. Bayrama da sokmadı beni. Nedenini bile söylemeden …
Öğretmenim benim düşmanımdı sanki. Niye bilmiyordum ama hep bunu hissettirdi bana. Tam beş yıl boyunca… Sonra anladım elbet nedenini… Nasrettin Hoca’nın “Ye kürküm ye…” hikayesini öğrendim sonra. Öğretmenim sınıfında sıradan bir öğrenci istemiyordu. Benim de yenilecek kürküm olmadığını düşünmüştü. Ona göre ben sınıfında olmaması gereken bir öğrenciydim. Benim kim olduğum, nasıl bir terbiyeyle büyüdüğüm, nasıl insanların çocuğu olduğumun hiç önemi yoktu. Beni hiç tanımak istemedi. Tanımaya çalışsaydı eğer babamın memur maaşının sadece onun cep harçlığı olduğunu ve ailemizin babamın geliriyle geçinmediğini öğrenecekti. Onca kürke rağmen ailemin ne mütavazi insanlar olduklarını, babamın maaşa hiç ihtiyacı olmadığı halde “ Baba parası yiyor.” demesinler diye yirmibeş yıl çalıştığını öğrenecekti. Tanısaydı, annemin bir köy kızı olarak gelin geldiği zengin ailede anneannemden aldığı Osmanlı terbiyesini hiç unutmadığını, paraya rağmen mütevaziliğini devam ettirerek yaşlandığını öğrenecekti. Tanısaydı, paranın ailem için hiç kıymeti olmadığını ve parayı saygınlık elde etmek için kullanmayacak kadar asil insanlar olduğunu anlayacaktı.Bilseydi eğer ailemden insanlık öğrenecekti belki de…Ama öğrenmek istemedi.Bildiği tek şey ona yetti. Babam maliyede memurdu…
Beş yıl babamın memur oluşunun cezasını çektim bir suçluymuşçasına… Paraya, mevkiye hizmet eden bir öğretmen tarafından…Yargılandım ve mahkum edildim; hiç gülümsemeyen gözlerine, hep “Eh işte”yle ifade edilebilecek karnelere…
Unutamıyorum… Unutmam da mümkün değil. Ölene kadar da unutamayacağımı biliyorum.
Hiç görmedim mezun olduktan sonra onu daha. Görmek de istemedim. Öldü mü, yaşıyor mu onu da bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. Tıpkı onun benim hakkımda bir şey öğrenmek istemediği gibi…
Şimdi düşündükçe nefret bile edemiyorum ondan. Kendi kazanamadığı paranın uşağı olmuş, kendini de küçümsemiş memur olduğu için belki de… Nefret etmek bir yana, acımaktan öte gidemiyor duygularım.Sadece acıyabiliyorum ona ve bana yaşattığı duyguları yaşattığı diğer öğrencilerine…
Şimdi ben de öğretmenim.On yedi yıldır çok hata yaptım belki… Belki çok da iyi bir öğretmen olamadım kimbilir? Belki de çok iyi hazırlayamadım öğrencilerimi hayata. Belkileri çoğaltmam da çok mümkün belki…Ama bir konuda hiç hata yapmadım yıllarca.Öğrencilerime düşman olmadım hiç, öğretmenimin bana düşman olduğu gibi…Babalarının ceplerindeki parayı,diplomalarındaki sıfatı önemsemeden sevdim onları, ruhlarını tanımaya çalışarak . Hepsini tek tek sevdim ve hissettirdim sevgimi…Tek tek öptüm onların sümük bulaşmış yüzlerini ve kiminin bitlerle dolu saçlarını okşadım, yüzümü buruşturmadan. Sevgiyle gülümsedim onlara…Öğretmenimin bana hep kızgın bakan gözlerine inat…
Zaman zaman yordular beni çok kızdım evet, ama gönüllerini almak için çok çabaladım sonra…Kendi kızıma gösteremediğim sevgiyi gösterdim, sevdim gerçekten onları. En itici olduğu düşünülen çocuklarımı bile…Kendi
çocuğummuşcasına…
Şimdi düşünüyorum da “İyi ki benim öğretmenim beni sevmemiş.” diyorum. Farkında olmadan hayatımın en önemli dersini almışım ondan. “Bir yudum sevgi” nin ne çok anlam taşıdığını öğrenmişim çocuklar için... Yoksa bilebilir miydim gülümseyen öğretmen gözlerinin çocuk ruhunu öpmek demek olduğunu?... Bilebilir miydim öğretmeninin okşadığı saçların öğrenciler için ne çok şey ifade ettiğini?… Bilebilir miydim öpülen yanakların ,yüreklerine dokunan eller olduğunu?… Elbet bu kadar iyi bilemezdim küçücük beyinlerin sevgiyle bileylendiğini… Kısacası BİR YUDUM SEVGİNİN DEĞERİNİ...
BeNuSa55