Dar vakitler
Sabah pencereye çıktım, el sallayacaktım. Dönüp bakmadınız. Hışımla çıkıp gittiniz, bir gülümsemeye fırsat vermeden. Ben de öylece arkanızdan... Kimse kimseye el sallamıyor artık.
Bu sabah ezanları çok kısa sizin. Hep böylesiniz. Uyur uyumaz, geceler bir tutam, hop ayakta, rüyasız. Ala gün sokaktasınız. Yürüyüş yolundaki kadınlar böyle haldır huldur. Çöpçüler alelusûl, sokaklar nefes nefese... Asansörler ine çıka ölüyor. Servisler birilerini alıp alıp gidiyor. Otobüsler erken. Hem bu metrobüsler, tramvaylar, taksiler çok hızlı. Trenler, vapurlar ateş alırcasına yanaşıp kalkıyor, nereye? Kimseler kimseleri beklemiyor, kaptanlar yolcuları tanımıyor. Ah Neveser! 'Başka devirlerin, başka âlemlerin vapuru'... Feneryolu'nda Ziya Osman Saba'yı bekliyordu.
Kuşluk diye bir vakit vardı, bilmezsiniz. Sabahı uzatır, öğleyi geciktirir. Gün mızrak boyu yükselir; saate bakılmaz, vakit unutulur. Hem bir günde kaç mevsim vardır, gidilir gelinir. Başka evler, başka zamanlar, başka kederler... Oysa sizin hikâyeniz size yetiyor. Sizin kendi hesabınız, hayat tarzınız, bir tutam gününüz, yetişeceksiniz.
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Ben şimdi, hadi gelin biraz oturup dertleşelim desem... (Hem bu 'dertleşmek' sözcüğü başka bir dilde var mıdır, baktınız mı hiç?) Vaktiniz yok. Zaten gözleriniz davetsiz. Az kaldı görmezden gelecektiniz. Beni nerden bileceksiniz? Huzursuzluğum dışa vurmuş oysa, üstüm başım hüzün. Gözlerimde bir sürü soru, hem dokunsanız ağlayacak. Ama 'yoğun'sunuz siz, çok... Boş verin!
(Siz geniş zamanlar umuyordunuz)
Siz hemen unutuverdiniz. Duymuş muydunuz? Çocuklar ölüyor, trafik kazalarında. Bir aileden yedi kişi, üçü çocuk. Unuttunuz tabii, okuldan gelirken, tramvayın altında... Ertesi sabah, gelip geçti yine herkes, alışverişe el ele. Ne çok çocuk ölüyor değil mi? Üç kardeş, bir odada, soba dumanından zehirlendi. Sabah, evleri bomboştu. Bir adam, kız çocuğuna hamile karısının burnunu, kulağını... Duymuş muydunuz? Bir havan topuyla on üç yaşında bir çocuktu, kız. Evet, çok çocuk ölüyor değil mi? Oluyor böyle şeyler. Siz hep unutuyorsunuz. Başka şehirlerde, başka evlerin, başka insanların acısı... Aman, Allah korusun!
'Yoğun'sunuz siz. Bunca yapılacak iş, aldı verdi, getir götür. Vaktiniz yok.
Birazdan çıkacaksınız. Şöyle biraz alışveriş, kafe filan. Rahatlar insan tabii. "Bakın bunlar yeni çıkmış. Aaa, harika! Sudan ucuz... Yakışıyorsa giyeceksin, kim ne karışır! Ben karar veririm buna. Bu benim hayatım, öyle değil mi? Delinin zoruna bak! Az yemek lazım ama yapamıyoruz işte... Bunlar çok sağlıklıymış. İnsan kendine bakmalı bu yaşlarda. Onunki de yaşamak mı Allah aşkına! Hem ben demiştim. Bana sormadı ki... Ben olmasaydım zor yapardı. Dediğim yere geldin mi şimdi? Çok sıkıldım. Hafta sonu bir çıkıp gitsek diyorum. Hem hava almış oluruz. Çocuklar da eğlenir. Ben biraz kilo mu aldım ne? Yok canım! Akşama ne yemek var tatlım?"
Anladım, meşgulsünüz çok.
Aslında şey diyecektim, hani bir akşam otursak şöyle.
Bakın, böyle deyince kimi hatırlıyorum. Ah, Katherine Mansfield, Çehov'a gerçekten âşık mıydınız? Hani akşamları diz dize oturup aşktan, hayattan ve edebiyattan konuşmak isterdiniz. Konuşsaydık diyorum... Eski günlerden filan. Neydi o günler değil mi? Evet ya, ne varsa eskilerde! Zaman değişti tabii. Hiçbir şey yerinde durmuyor...
Neyse neyse... Vakitsizliğin gözü kör olsun! Kimselerin vakti... Hayır, hayır... O bildiğiniz değil, başka dizeleri var Gülten Akın'ın: "Bilmezler bilseler yaşarlardı / onlar iş oynarlar sevgi oynarlar / üstü örtülü giyinik utançlı." O, yaşıyor bilgelik katında yalnız ve usulca. Siz habersizsiniz. Belki bir gün konuşmak istersiniz. Belki de kim bilir...
"Bir ben miyim yalnızlığa yenilen sen, sen sen."
Ali ÇOLAK