Liseli yıllarda ağzı var dili yok çocuklardık. Delişmen çocuklardık ama bir kızla konuşmaya gelince dilimiz bağlanırdı. Flört,tümüyle yabancısı olduğumuz bir kelimeydi. İma ile anlatmak, güllerle dile gelmek, papatya falı baktırmak, mektuplarla içimizi dökmek, kasetlere doldurduğumuz şarkılarla ses olmak isterdik aşklarımıza.
Kızlardan birinin ‘’günaydın’’ından, selam vermesinden, notlarını tamamlamak için defterimizi istemesinden öyle mutlu olurduk ki... Tarık Akan’ın ‘’Herhangi Bir Kadın’’ filminin taşralı Cemalleriydik bir bakıma.
O yıllarda evlerin çoğu bahçeliydi. Rengarenk güller, kasımpatılar, akşamsefaları, karanfiller o bahçeleri gökkuşağına çevirirdi. O çiçekler liseli aşıkların dili, körpe yüreklerinin tercümanıydı. Ne güller koparılıp o kızlara verildi o bahçelerden. O bahçelerin dili olsa da konuşsa…
Okulun folklor ekibinde, futbol, voleybol, kasa-minder takımında olmak, bayramlarda şiir okumak,19 Mayıs’ta kulenin tepesine çıkmak kendini göstermenin yollarındandı. Sınıfın en çalışkanı,sınıf başkanı olmak da işe yarardı arada bir. Ama bunlar işe yarar mıydı, bilinmezdi. Zaten aşkı değerli kılan da bu bilinmezlik değil miydi? Fuzuli’nin talebeleriydik ne de olsa.
Ne sosyal medya vardı o günlerde ne de elektronik posta; mektuplardı imdadımıza yetişen. O mektuplara ne yazacağımızı bilmez, günlerce düşünür, yazıp yazıp siler ;kompozisyon dersinden öğrendiğimiz giriş ,gelişme sonuç kalıbıyla gizli gizli ha bire karalayıp dururduk.Üzerinde o kadar düşünüp taşındığımız, yazıp yazıp yırttığımız o mektupları nasıl,nerede, ne zaman vereceğimiz üzerine günlerce kafa patlatılır ama o mektuplar;o narin kızların elline bir türlü ulaşmazdı. Babamızdan mı, kızların bizleri reddetmesinden mi korkardık, bilmiyorum. Ama bir şeylerden korktuğumuz muhakkaktı.
Başka bir korkumuz da defter aralarında, ceket ceplerinde kendini saklayan bu mektupların babamız ya da bir arkadaşımız tarafından görülmesi, yakalanmasıydı.Babamızdan fırça yemekten ,okulun diline düşmekten öyle korkardık ki...
Bazen de, içimizi titreten, karşılarında bir cümle dahi kuramadığımız o kızlara, sağdan soldan arakladığımız şiirlerle ulaşmaya çalışır, bu olmuyorsa onlara kaset doldururduk. Önce, sevdikleri şarkıları çaktırmadan araştırır, Ferdici mi Orhancı mı olduklarını öğrenir, şarkı listesini yapıp bu kasetlerle kalplerine dokunmaya çalışırdık.
80’li yılların başında ‘’sevgili,çıkmak’’ diye bir kavram yoktu. Kızlara ‘’arkadaşlık ‘’ teklif edilirdi. O da direkt söylenmez, bu bir arkadaş aracılığıyla yapılırdı.
Kurutulmuş gül, sümbül yapraklarına isimlerimizin ilk harflerini yazıp defter aralarında saklamak da denediğimiz yollardandı. Eros’tan bihaber olduğumuz o zamanlarda aşkı ifade etmenin yollarından biri de çakıyla ağaç gövdelerine ya da okuldaki bir banka isimlerimizin baş harflerini kazımaktı. Bir kalp çizer, kalbin içine de isimlerimizin baş harflerini yazar, sonra da kalbin tam ortasına bir ok çizerdik.
Anlayacağınız, 80’li yılların taşralı liselileri, platonik aşıklardı.
Atilla İlhan bizleri anlatmak için yazmıştı sanki dizelerini:
‘’ Ben aşk nedir bilmem, eski kafalıyım/ Bir seni bilirim, bir de adın geçince sıkışan kalbimi.’’
Mehmet Muhtar Salmanoğlu/Rena