"Genç bir kız ağlayarak babasına gider...
'Hayat beni çok hırpalıyor,
yoruldum,
bittim artık' der.
'Çaresizim, yol bitti gibi hissediyorum...'
Baba, önce sarılır,
kucaklar kızını,
bakar ki hıçkırıkları dinmiyor,
eline bir patates,
bir yumurta,
bir de kahve alır.
Patatesle yumurtayı uzatır.
'Haşla bunları' der.
Kız şok tabii..
Bu üzüntümün arasında babam nasıl yemek düşünebiliyor diye söylene söylene dediklerini yapar..
Kahveyi de hazırlar bir taraftan..
Her şey hazır olunca babası alır bunları, tabağa koyar.
'Bak şimdi ' der, 'Ne görüyorsun?'
'İlahi baba, ne göreceğim işte...'
'Bak, o taş gibi patates, haşlandığı zaman nasıl da yumuşadı, sen çatalını değdirdiğin an parçalanıyor, ufalanıyor.'
'Yumurta haşlandı..
Kabuğu hala aynı kırılganlıkta.
Tek farkı, içi katılaştı.'
'Ya kahve?'
Yavaş yavaş anlar kızcağız durumu..
Bakışları değişmiştir..
'Kahve,
üstüne döktüğün o kaynar suya tadını ve kokusunu verdi.
Değişimin bir parçası oldu,
sadece kendisi değişip güzelleşmedi,
suyu da anlamlı ve lezzetli hale getirdi.'
Yutkunur kız.
Bakakalır.
'Şimdi söyle bana yavrum,
sen başına bir dert geldiğinde hangisi olmayı seçiyorsun?
Patates gibi dağılacak mısın,
yumurta gibi katılaşacak mısın,
yoksa kahve gibi akışa kendini bırakıp
değişimi paha biçilmez hale mi getireceksin?' der...”
(Alıntıdır...)