Allah (c.c.) rahmeti, selamı ve bereketi üzerinize olsun.
Saten Şehvet Hanım:
"İsmim Saten Şehvet Hanım" diyor muzipçe göz kırparak.
"Baygın parfümler sürünmeyi, şıkıdım şıkıdım süslenmeyi, ipek kıyafetler, saten gecelikler giymeyi pek severim. Saten kısmı burdan gelir adımın.
Şehvet kısmının nereden geldiğini tahmin etmişsindir herhalde, açıklamaya gerek var mı? Enchante canikom."
"Lütfen bana canikom demeyi keser misin?" diyorum sesim titreyerek. "Senin gibi bir iç sesim yok benim. Yanlışın olmalı."
"Çok yazık. Nasıl da korkuyorsun benden" diyor sigarasından bir nefes daha çektikten sonra. "Gazetelerdeki tüm fotoğraflarında kasıyorsun kendini.
Surat bir karış, eller kavuşturulmuş, hep uzaklara bakıyorsun. Dalmış gitmiş derin yazar pozu. Halbuki ne gerek var dalmaya?
Canlı rujlar sürsen, dişlerini göstere göstere kocaman gülsen objektiflere, çiçekli frapan elbiseler giysen, biraz kol bacak göstersen ne olur sanki?
Yazarlığına zeval mi gelir? Daha mı az edebiyatçı olursun? Kitaplarının kalitesi mi düşer? Kadınsı görünmekten ödün patlıyor.
Söylesene sen benden niye bu kadar korkuyorsun?"
Nutkum tutuluyor.
"Bak gene soğan gibi kat kat giyinmişsin. Bu da entelektüel tesettür olsa gerek" diyor Saten Şehvet Hanım. "Oysa ben teni severim.
Tenselliği, cinselliği, kadınsılığı, aşkı, tutkuyu severim. Dokunmayı da severim, dokunulmayı da. Akrep Burcu'yum ne de olsa. Nasıl istemem hazzı?
Hedonizme bayılırım. Kadınlığımı doya doya yaşamak isterim. Ama nerde-eee? Senin yüzünden sansürlendim senelerce."
Ter basıyor. Söyleyecek laf bulamıyorum. "Ya terlersin tabii! Ne o öyle kat kat giyinmişsin gene?
Bayan Soğan sen ne zaman şöyle tiril tiril bir elbise içinde kadınlığıyla barışık, hiçbir şeyi umursamayan yazar pozu vermeyi başaracaksın?" diye üsteliyor Saten Şehvet Hanım.
"Giyebilsen, mor renkli çarşaflar dikersin kendine. Kafan görünür sadece, bedenin saklanır o mor denizin içinde."
Haklı olabilir mi? Belki de gerçekten Soğan Kadın yaptım kendimi. Düşünmeden.
Fark etmeden. Entelektüel tesettüre girdim bunca zaman. Şimdi zihnimde canlandırınca doğrusu hiç de fena gelmiyor kafayı açıkta bırakan mor bir çarşaf giyme fikri.
Ben aslında nicedir bir zırh gibi taşıyorum kıyafetlerimi. Toplum ile benim aramda bir sınır boyu çiziyorum.
Toplumun gözünden saklamaya çalıştığım bedenim mi yoksa yüreğim mi bilmiyorum.
"Şimdi senin şu kitapların var ya..." diye mırıldanıyor Saten Şehvet Hanım.
Tembel tembel geriniyor el kreminin üzerinde.
"Ne olmuş kitaplarıma?" diyorum savunmaya geçerek.
"Bi şey olmamış da bana öyle geliyor ki, siz kadın yazarlar romanlarınızda cinselliği erkekler kadar rahat anlatamıyorsunuz. Şöyle bir karıştırıyorum da yazdıklarınızı.
Sevişme sahneleriniz kısa kısa, varla yok arası. Sanki geçiştirmelik. Hani eski Yeşilçam filmlerinde tam sevişme sahnesine sıra gelince kamera kayar ya.
Kenarda duran perdeyi ya da vazoyu seyreder seyirciler. Siz kadın yazarlar da aynen öyle anlatıyorsunuz cinselliği. Bi de bakıyorum kaleminiz kayıvermiş, seksi değil vazoyu anlatıyorsunuz!"
"Hadi canım" diye itiraz ediyorum. "Bir sürü kadın yazar var işi gücü cinsellik anlatmak olan."
"Evet ama canikom, romantik ya da erotik kitaplar yazmaktan söz etmiyorum ki ben" diyor gücenmiş bir edayla. "Sateniz, şehvetiz dedik diye cahil değiliz herhalde.
Biz de biliyoruz 'beyaz dizi'leri yazanların genellikle kadın olduğunu. Ama mevzu o değil. O tarz kitaplardan bahsetmiyorum ki ben burda."
Ayağa kalkıp saçlarını bir havayla geriye attıktan sonra, bol rimelli gözlerini bana dikiyor.
"Edebi kulvardan söz ediyorum. Darılma ama şu sizin kulvarda dobra dobra cinselliği yazabilen kadınların sayısı amma da az yahu.
Valla bana sorarsan, kadın romancılar ancak üç durumda kendilerini sansürlemeden seksi anlatabiliyorlar."
"Neymiş bu koşullar?" diye soruyorum gergin bir tebessümle. Acaba gerçekten bilmek istiyor muyum cevabı, emin değilim.
"Birinci koşul lezbiyenlik! Kadın yazar eğer lezbiyense, bunu da toplumdan saklamıyorsa, zaten çekinecek neyi kalmıştır ki? Di mi canikom?
Bak o zaman cinselliği sansürlemeden anlatabiliyor. Demek ki lezbiyen olmanız lazım, bu biiiiiir."
Saten Şehvet Hanım anlatadursun, ben merakla bu konuşmanın nereye gideceğini anlamaya çalışıyorum.
"Ya da yaşlanmanız, toplumun gözünde 'ihtiyar hanımefendi' statüsüne geçmeniz lazım. Ununuzu eleyip eleğinizi duvara aşmalısınız ki korkmadan çekinmeden cinselliği anlatabilesiniz.
Dolayısıyla bir an evvel yaşlanmalısınız, bu da ikiiiii."
"Ya da?"
'Ya da ne olacak, herkesin diline dolanmayı, hakkınızda abuk sabuk yazılar çıkmasını göze almanız, tabiri caizse biraz 'yırtık' olmanız lazım, bu da üüüüüüç. "
Bir şey diyemiyorum. Sessizliğimden cesaret almış olmalı ki konuşuyor da konuşuyor.
"Sende bu üç şartın hiçbiri mevcut değil. Nasıl yazacaksın cinsellik hakkında acaba?" diyor burun kıvırarak. "Ay ne fena senin şu hallerin.
Yok bedenini kapat, kadınsılığını ört sakla. Yaşarken kendini, yazarken cinselliği sansürle.
'Aman yanlış anlarlar, anlattıklarım benim hikâyem zannederler, sonra bana cak cuk ederler' diye laflarını törpüle, fazla anlatma, fazla açılma!
Hep sansür, hep sansür. Of ya. Olan bana oluyor tabii. Bütün ömrüm boyunca bastırıldım durdum valla. Yazık değil mi bana?"
Haklı olabilir mi?
Bilmiyor ki Saten Şehvet Hanım, bedenleriyle, cinsiyetleriyle, hatta seksapelleriyle son derece uyumlu olan kadınlara hep hayranlık beslemişimdir gizliden gizliye.
Ama Saten Şehvet Hanım'ın bilmediği bir şey daha var: Bendeki bu durumun salt bireysel bir arıza olmadığı. Kısmen de olsa kültürel bir açıklaması var şu hallerimin.
Bu memlekette kamusal alana çıkan ve bedeniyle değil, beyniyle tanınmak, beyniyle algılanmak, beyniyle kabul görmek isteyen bir kadının cinselliğiyle ya da kadınsılığıyla barışık kalması o kadar kolay değil.
Kadın romancıların hem kendi kadınsılıklarını bastırmaları, hem de kitaplarındaki cinsel unsurları sınırlı tutmaları içinde yaşadıkları toplumsal ve kültürel dayatmalardan bağımsız açıklanamaz.
Aynı şey kadın akademisyenler, kadın gazeteciler, kadın siyasetçiler ve iş dünyasındaki kadınlar için de geçerli. Hepimiz az biraz kasıyoruz kendimizi.
Zırhlar kuşanıyor, savunmaya geçiyoruz. "Beden" ile özdeşleştirilen "öteki" kadınlardan olmamak için kayıyoruz öbür uca.
Yeşilçam filmlerindeki gibi kamera değil, kalemimiz dahi değil, biz kendimiz kayıyoruz kenara, cinsellikten uzağa.
Kadınlara ve kadınlığa karşı böylesine önyargılı olan bir toplumda bedenlerimizi rahat taşıyamıyoruz.
Kamusal alanda "Beyin" olmak uğruna, ancak kendi evlerimizin mahremiyetinde sakınmadan "Beden" olabiliyoruz.
Ev dışında saygı görebilmek için kadınlığımızı ha bire yok sayıyor, bastırıyoruz. Saten Şehvet Hanım meselenin bu toplumsal boyutunu anlayamıyor işte.
Halide Edip Adıvar'ın Sinekli Bakkal'ında Rabia karakteri o kadar iffetlidir ki, evinde, yatak odasında, nikâhlı kocasının yanındayken dahi soyunmaz soyunamaz.
Geceleri üstünü değiştirmesi gerektiğinde dolaba girer, orada giyinir geceliğini.
Kadın yazarlar birer Rabia değil elbette.
Ama Rabia'ların örnek olarak gösterildiği bir toplumda bizler de ancak "dolaplarda" bedenimizle buluşabiliyor, oradan çıkar çıkmaz gene kabuklanıyor, kapanıyoruz.
Ve bu refleks yazımıza yansıyor, yazımızın samimiyetini de derinliğini de zedeliyor.
Cinselliği yazmaya utanıyoruz. Meraklı, yaratıcı ama utangaç küçük kızlara dönüyoruz.
Bir gün Saten Şehvet Hanım'ı kendime rehber edinir miyim acaba?
Onun gibi parlak kırmızı rujlar, topuklu ayakkabılar, mendil kadar mini etekler, göğüsleri sergileyen kıyafetler giyerek, saçlarımı şampuan reklamlarındaki gibi fonlu havalı salabilir miyim rüzgara, emin değilim.
Muhtemelen yapamam. Daha iki adımda ayağım kaldırım taşma takılır, topuklarım çukura girer kırılır. Yere kapaklanırım. Beceremem.
Bütün içimden Sesler Korosu birbirine girer.
* * *
Ama Saten Şehvet Hanım ile tanışmamın bir faydası oluyor. En azından artık kadınlığı utanılacak, bastırılacak bir özellik, omuzlarıma yüklenmiş bir külfet gibi algılamıyorum.
Bir an evvel yaşlanmak isterdim eskiden. Yaşlanmak ve ka-dın-sız-laş-mak mümkün olduğunca çabuk. Şimdi emin değilim.
İlk durakta iniyorum "ekspres yaşlılık" otobüsünden. Acele etmemeye karar veriyorum. En azından artık "bedenimi" geri istiyorum.
Bedenimi seviyorum.
Ve o zaman "beden" de karşılık veriyor bu sevgiye. Bir ay geçmeden vücudum eski ritmine dönüyor. Saçlarım canlanıyor, yanaklarıma renk geliyor.
Hatta bir gün gidip manikür pedikür bile yaptırıyorum.
"İlk defa mı yaptırıyorsunuz?" diye soruyor kuafördeki bilmiş manikürcü kız.
Diyemiyorum ki:
"Ne manikürü ne pedikürü? Ben ilk defa bedenimle savaşmıyorum."