İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı gkhnkmn

  • B Grubu
  • 1.656
  • 1.933
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.656
  • 1.933
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 05 Haz 2016 02:06:19
Hepsini okudum hocam. Güzelmiş.teşekkürler ;)

Çevrimdışı müdürümsü

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.498
  • 2.178
  • Müdür Yardımcısı
  • 1.498
  • 2.178
  • Müdür Yardımcısı
# 05 Haz 2016 02:30:33
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
KAVUŞMA GÜNÜ

22 yaşında İslam'ı seçen Muhammed Ali’nin hidayetine Malcolm X vesile olmuştu. Nation of Islam lideri Elijah Muhammed’in sapkınlıkları karşısında, Malcolm X kendi yolunu çizmek durumunda kalınca, Muhammed Ali eski dostuyla birlikte hareket etmedi. Malcolm, 21 Şubat 1965’te Nation of Islam militanları tarafından New York’ta öldürülene kadar da yolları bir daha kesişmedi.

Elijah Muhammed’in oğullarından Vârisuddîn Wallace Muhammed, babasının kurduğu teşkilâtı baştan aşağı yenileyip Sünni İslam’a göre yeniden tanzim edince, Muhammed Ali de itikadi anlamda müstakim bir çizgiye yöneldi. Malcolm kardeşiyle hayattayken birlikte yürümediği yolu, ondan sonra yürüdü. 

32 yıl boyunca Parkinson hastalığıyla mücadele ettikten sonra, dün akşam 74 yaşında fani hayata veda eden Muhammed Ali, ömrünün sonuna kadar itikadında ve imanında sabit durdu. Yakından tanıyanlar, beş vakit namazını hiç bırakmadığını anlatıyor.

Allah onu, Malcolm X’i ve bizleri cennetinde bir araya getirsin.

Âmin.
öyle bir zamanda öyle bir yerde hem siyahi hem müslüman olabilmek. Böyle adamlar gelir mi acaba dünyaya bir daha. Yüreği yumruklarından kat be kat büyük adam yeni mekanın cennet olsun inşallah.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Haz 2016 02:11:06
ZİNCİRLEME FELAKET
 
    Hem de gerçek...  Bu olay İzmir'de geçmiş...
 
    Adamın teki arabasıyla bir genç kıza çarpıyor; kız 14-16 yaşlarında filan. Hemen arabasına atıp hastaneye götürüyor ve sağlığından endişelendiği için bekleme salonunda bekliyor. Derken, doktor görünüyor ve kızın sağlığının iyi olduğunu ama kötü bir haberi olduğunu, karnındaki bebeğin düştüğünü söylüyor. Ayrıca, kızın yaşı da küçük olduğu için polisi beklemesini istiyor. Adam polisi
 bekleyip, durumu anlatıyor. Babasının kendisi olmadığını söylüyor.
 Ancak kız, kendine geldiğinde adamı yalanlıyor ve babasının o kişi
 olduğunu çarpma hikayesinin palavra olduğunu söylüyor.
 
   Zannediyorum kız bebeğin hesabını ailesine veremeyecek durumda ve korumak istediği bir arkadaşı falan olabilir,neyse, o anda bu hikayeye devam etmenin iyi olacağını düşünüyor. Kız tabii her şeyi bilmiyor, adam hemen tahlil yapılmasını istiyor haklı olarak ve tahlil sonucunda beklenildiği gibi yırtıyor. Ancak doktor tahlil sonucunu adama söylerken, evet bebek sizden değilmiş, yalnız zaten bebeğiniz olması imkansızmış, çünkü sizin probleminiz var, doğuştan kısırsınız diyor.
 
    Adam bunu duyunca şok oluyor çünkü iki tane kocaman çocuğu var (25 yaşlarında falan bir kız, bir erkek çocuklarmış). Karısını dava ediyor ve karısı, kocasını çok sevdiğini, zamanında çocuk sahibi olamadıkları için büyük sorunlar yaşadıklarını, onu kaybetmek istemediği için çocukları adamın en yakın arkadaşından yaptığını itiraf ediyor. Tabii boşanıyorlar ve adam kendisinin zannettiği çocuklarını 25 yıl yetiştirdikten sonra evlatlıktan reddediyor, arkadaşıyla arası açılıyor.
   
   Yani demem şu ki, dikkatli araba kullanın...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Haz 2016 02:11:59
YOLUMUZDAKİ ENGELLER

   Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak? Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.    Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde.
   "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.
   Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders vermişti.
   "Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Haz 2016 23:35:16
BAHÇE
 
   Zengin bir iş adamının bahçesinde, yan yana dikilen iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden  cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek istemezdi.
   Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi. 
   Büyük ağaç, iyice kasılarak:
   —Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı. Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz.
   Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengarenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysa ki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu.
   Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti. Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.
   Tohumların teklifini kabul ederken: 
   —Sizlerle birlikte olmak, bana mutluluk verir, dedi. Böylelikle yalnızlık da çekmeyiz.     
   Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı:
   —Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez, diye tekrarlıyordu. Güzellerden güzellikler doğar sadece.           
   Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.         
   Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi, o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.   
   Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.
   Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.
                           CÜNEYD SUAVİ

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Haz 2016 23:35:49
HAYATTA HERŞEY MÜMKÜN

   Sydney 15 yaşında bir genç kızdı. Ailesiyle birlikte Meksika'nın bir kasabasında yaşarlardı. Evleri kasabanın dışındaki ormandaydı. Sydney yoksul bir ailenin çocuğuydu ve hafta sonları da dahil anne ve babası her gün çalışırlardı. Bu yüzden Sydney yaşamının büyük bir bölümünü yalnız geçirirdi. Bundan da pek şikayetçi değildi. Kasabaya sadece okuluna gitmek için inerdi. Okulda tek bir arkadaşı vardı, onunla da çok samimi değildi.
   Günlerden bir gün yine Sydney tek başına odasında oturuyordu. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki köpeğini gezdirmek için bile ormana çıkmamıştı. O sırada sert bir şekilde kapı çalındı. Sydney çok korkmuştu, kim bu yağmurlu günde gelebilirdi ki? Anne ve babasının işlerine henüz yeni ulaşmış olmaları gerekirdi. Ürkek adımlarla kapıya yaklaştı ve kısık bir sesle "kim o?" dedi. Ses gelmedi. Kapının arkasındaki her neyse onu çok meraklandırıyordu. Kapıyı yavaşça araladı ve yağmurdan sırılsıklam olmuş ufak bir çocuk gördü. Onu hemen içeri aldı ve sıcak bir şeyler verdi. Çocuğa bir çok kez nasıl ve nerden geldiğini sordu. Fakat zavallıcak o kadar üşümüş olmalıydı ki tek kelime etmedi.
   Sydney küçük çocuğa yiyecek bir şeyler hazırlamak için mutfağa gitti. O sırada ahşap evlerinin merdivenlerinin tıkırdadığını duydu. Küçük çocuğun tuvalete gitmiş olabileceğini düşünerek kafasını bile çevirmedi.
   Yemeği hazırladıktan sonra yukarı katlarda çocuğu aramaya başladı. Bütün odalara baktı, ama çocuk hiçbir yerde yoktu. Geriye sadece ölen dedesinin odası
kalmıştı. Ama oraya girmesi de imkansızdı. Sydney'in dedesi 5 yıl önce ölmüştü.
   Dedesi de Sydney'lerin evinde kalırdı. Sydney ve dedesi arasında özel bir bağ
vardı. Sydney dedesini o kadar çok severdi ki neredeyse ona tapardı. Ölümünü de
hala kabullenmiş değildi. Sydney'in dedesi kendi halinde bir ihtiyardı, odasından neredeyse hiç çıkmazdı. Kimsenin de onu rahatsız etmesini istemezdi.
   Sadece Sydney ara sıra dedesinin yaptığı tabloları görmek ve yazdığı şiirleri
okumak için odasına girerdi. Dedesinin ölümüyle o oda hiç açılmamak üzere
kilitlenmişti. Sydney küçük çocuğu ararken o odaya baktığında, odanın kapısının
açık olduğunu gördü. Gözlerine inanamıyordu, kapıdan içeri daldığında küçük
çocuk sert bir hışımla Sydney'in kollarından süzülüverdi. Sydney odayı görünce
göz yaşlarını tutamadı. Tam o sırada dedesinin yaptığı ve kendisinin de en
sevdiği tabloyu gördü. Tablonun üstünde bir kağıt vardı. Sydney kağıttaki şiiri
okumaya başladı:
   "Bir gün kapın çalar açarsın, küçük bir çocukla karşılaşırsın, gözlerine inanamazsın. İşte o düşündüğün kişidir. Seni son bir kez daha görmeye gelmiştir. Seni sonsuza dek sevecektir."
   Sydney gözyaşları içinde, olduğu yere çöküverdi. Daha sonra kendini toparlayıp aşağıya indiğinde küçük çocuğun çoktan gitmiş olduğunu anladı

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
# 06 Haz 2016 23:44:09
Bu rüya galip geleceğinize işarettir

Sultan Ahmed Han, tahta çıktıktan bir süre sonra bir rüyasında, Macaristan kralı ile mücadele ederken sırtüstü yere düştüğünü, kralın da üstüne çıktığını gördü. Padişahın bu rüyasını gerek sarayda gerekse saray dışında makul bir yoruma bağlayan çıkmadı. Bunun üzerine padişaha bu rüyasını Üsküdar'da oturan, Aziz Mahmud Hüdayi'ye yorumlatması teklif edildi.

Sultan Ahmed rüyasını bir kağıda yazıp cevaplandırması isteğiyle Aziz Mahmud Hüdayi'ye gönderdi. Şeyh hazretleri, hükümdarın adamını dergâhının kapısında karşıladı, elindeki mektubu aldı daha okumadan (Cevabı burada) dedi ve kendi mektubunu verip geri çevirdi.

Hüdayi hazretleri, padişahın rüyasını şöyle yorumlamıştı:
İnsanın rüyasında rakip karşısında sırtüstü yere düşmesi, gerçek hayatta ona galip geleceğine işarettir. Sırt insanın en kuvvetli yeridir. Toprak da en kuvvetli dayanaktır. Bu ikisi birleşince kuvvet üstüne kuvvet doğar. Kısaca bu rüya İslam'ın kâfirlere galebe edeceğine alamettir.

Sultan Ahmed, bu mantıklı ve müjdeli yorumu yapan Şeyhe karşı içinden bir sevgi ve yakınlık duydu, işte bu sevgi ve yakınlık büyük bir dostluğun başlangıcı oldu. Rüya da tabir edildiği gibi çıktı.

Çevrimdışı kurthan

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 10.695
  • 73.113
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 10.695
  • 73.113
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 07 Haz 2016 01:37:09
Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa bilin ki o yol sizi doğru bir yere ulaştırmaz.

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacaktı?

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı; ama kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde…

“Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.” diyordu kral.

Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.

“Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır…”

Çevrimdışı sınıfçı20

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 411
  • 5.832
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 07 Haz 2016 03:00:42
Ramazan Günü Kazanılan Zafer

Sultan III. Selim dönemi... Avusturya ordusu Yerköy Kalesi'ni sarmıştı. Bir Ramazan ayı idi. Kaledeki Osmanlı askerlerinin tamamı oruç tutuyordu. En büyük sıkıntıları oruç olmak değildi. Hayvanların otlaklarının düşman işgali altında olması ve ot ihtiyacıydı...

Bir süre sonra cesur bir yeniçeri, ot getireceğini söyleyerek kaleden ayrıldı. Avusturyalılara başvurup izin istedi:

- Hayvanları aç bırakmak mertliğe sığmaz. İzin verin biraz ot yolayım!

Avusturyalılar önce izin verdiler. Osmanlı askeri, ot yolup arabalara yüklemeye koyuldu. Ardından düşman askerleri etrafını sardı. Alay etmeye, hakaretler savurmaya başladılar.

Yeniçerinin sabırlı davranışları karşısında iyice zıvanadan çıktılar. Sonra da acımasızca katlettiler. Kesik başını kalenin önüne getirip, bağırıp çağırmaya, tehdit etmeye başladılar:

- Hepinizin kellesini süngülerimize geçireceğiz! Alçak Türkler!

Daha da ileri gidip Peygamber Efendimize ve padişaha dil uzatmaya yeltendiler. İşte o zaman kaledeki Osmanlı askerlerinin sabrı tamamen tükendi. Galeyana gelen yeniçerilerin dilinde aynı tepki vardı:

- Düşmanın hakaretlerini daha fazla dinleyemeyiz, tahammülümüz kalmadı. Düne kadar padişahlarımızın ayaklarına kapananlar şimdi aslan kesiliyorlar.

Komutan emrini verdi. Avusturyalılara haddi bildirilmeli, Peygamberimize ve padişahımıza hakaret etmek ne demekmiş gösterilmeliydi:

- Herkes hazırlansın! Allah aşkı için savaşımız vardır. Peygamberimize ve padişahımıza dil uzattırmayız!

Allah, din, peygamber ve padişah aşkı ile savaşan Osmanlı askerleri, Avusturyalılara öylesine saldırdılar ki, düşman feleğini şaşırdı, neye uğradığını bilemedi.

Aslında bu denli şiddetli bir tepki ve hücum beklemiyorlardı. Osmanlı'nın en hassas damarına bastıklarının farkında değillerdi. Osmanlılar için din ve kutsal değerler olunca akan sular durur, canlar feda edilirdi.

Şiddetli çarpışmalar sonunda beş binden fazla düşman askeri cezalandırıldı. Geri kalanlar da canlarını zor kurtardılar. Çareyi kaçmakta ve her şeylerini arkada bırakmakta buldular.

Yerköy Kalesi önünde, bir Ramazan ayında zafer Osmanlıların ve İslâm'ın olmuştu. Takvimler, 8 Haziran 1790 tarihini, parlak bir sayfa olarak yapraklarına ekledi...

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.111
  • 45.206
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.111
  • 45.206
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 07 Haz 2016 14:07:12
     14 Ekim 1998’de kıtalar arası bir uçuş esnasında bir kadın, uçakta zenci bir adamın yanında oturuyordu. Durumdan rahatsızlığını belli edercesine, hostesten başka bir yer bulmasını istedi, zira öylesine soğuk birinin yanında oturamazdı. Hostes, tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta yer olup olmadığına bakacağını söyledi. Diğer yolcular şaşkınlık ve tiksintiyle olayı izliyorlardı, bu kadının sadece terbiyesizliğine değil, bir de birinci sınıfta yolculuğu devam edeceğine şahit oluyorlardı. Zavallı adamcağız çok kötü bir durumda olmasına rağmen cevap vermemeyi tercih etti. Bu yüksek tansiyondaki durumda kadın, birinci sınıfta ve o adamdan uzak uçabileceğinden tatmin olmuş, hostesin dönmesini bekliyordu. Birkaç dakika sonra geri gelen hostes, kadına:
     -Çok özür dilerim geciktim. Birinci sınıfta bir yer buldum. Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı,
sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. 'Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz' dedi ve bu izni verdi.
     Diğer yolcular kulaklarına inanamıyorlardı, bu esnada kadın da bir zafer kazanmış gibi yerinden kalkmaya hazırlandı. Aynı anda hostes, oturmakta olan zenciye dönerek:
-Beyefendi, sizi uçağın birinci sınıfındaki yeni yerinize götürmem için beni takip eder misiniz lütfen? Seyahat firmamız adına kaptan pilotumuz sizden böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için çok özür diliyor.
     Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.799
  • 227.369
  • 28.799
  • 227.369
# 07 Haz 2016 18:59:33
UNUTULAN TEŞEKKÜR !
Hastanede olmasına rağmen mutluydu, huzurluydu. Çünkü yeni bir hayat dünyaya getirmişti. Bu yeni hayatı görmeye gelenler elleri boş gelmiyor, beraberinde hediyeler de getiriyordu.
Kimisi elinde çikolatayla, kimi büyük bir çiçek buketiyle, kimi sevimli oyuncaklarla geliyor; kimisi ise adetten olduğu üzere bebeğin yastığına altın iliştiriyordu.
Bebeğe uygun cicili bicili, renkli, allı pullu kıyafetler getirenler de oluyordu.
Her hediye getirene ayrı ayrı teşekkür edip, şükranlarını dile getiriyordu.
Yerde küçük bir oyuncak ayı gördü. "Bu oyuncak ayıyı kim getirdi, niye görmedim bunu getireni" diye söylenerek kendisine kızdı.
Çünkü bu hediyeyi getirene teşekkür etmemişti. "Nasıl böyle bir saygısızlık, nezaketsizlik, şükransızlık" yaparım diye söylendi.
Hastaneye ziyarete gelenleri ve kimin ne hediye getirdiğini tek tek düşünerek buldu. Düşünürken de bunları not ediyordu.
Cem Abi altın taktı, Aylin çikolata getirdi, Okan çiçek getirdi... şeklinde notlar alarak oyuncak ayıyı kimin getirdiğini bulup ona hemen telefon etti.
Aldığı her hediye için teşekkür etmişti, teşekkür etmediği kimse kalmamıştı.
Oysa en büyük teşekkürü, şükrü unutmuş, tüm bu hediyelerin gelmesine sebep olan, o minik yavruyu kendisine hediye olarak gönderen Allah'a teşekkür etmemişti.
Üstelik her gelen Allah bağışlasın, Allah analı babalı büyütsün diyerek, asıl teşekkürü hak edeni işaret ediyordu.
Hastanede ikinci günlerinde bebeklerinde bir hastalık hasıl oldu. Doktorlar aceleyle bebeklerini alıp götürdüler. Koca odada eşiyle ve her birisi için tek tek teşekkür ettiği hediyeleriyle baş başa kaldı.
"Ya yavrumuza bir şey olursa, daha onu doğru düzgün kucaklayamadım bile" diye söylendi. Arkasından da:
"Allah'ım sen yavrumuzu bize bağışla" dedi.
Oysa Allah, yavrusunu zaten kendisine bağışlamış fakat bir teşekkür bir şükür bile alamamıştı.
Bu durumun kendisi de farkına varmıştı.
"Allah'ım bana bir çocuk verdiğin için sana sonsuz şükürler olsun. Ben aldığım her hediye için teşekkür edip, asıl büyük hediyenin sahibini unuttum, beni affet, yavrumuza da şifa ver" diyerek dua etti.
Bu dua kıldığı ilk namazın, ilk duasıydı.
Şifa bulan bebeğini her kucağına alışında bu mucizenin sahibine şöyle teşekkür ediyordu :
"Allah'ım sana şükürler olsun, hem bana bir çocuk verdin, hem de onun vasıtasıyla bana doğru yolu gösterdin."
Yazar:
Mustafa Eren Akçağlar

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 07 Haz 2016 23:42:55
 AZİM

   Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti.
   Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karsısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.
   Çocuk bir gün hocasına "hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek" dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu. Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu.
Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, "hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim" Hocası ise "sen sadece hareketi yap" cevabını verdi.
   Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.
   Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu "hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum" Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, "senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir.
   
   Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak".

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 07 Haz 2016 23:43:48
MİSKET

   Yaşlı adam, bir konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sonra, ilerideki yeşillikte oynayan çocukların en zayıfına dönerek:
 
   -Küçüüük! diye seslendi. Bana biraz yardımcı olur musun?
 
   Çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen arkadaşlarını bırakıp geldi. 7-8 yaşlarındaydı ve üzerindeki elbiseler, "tek kelimeyle" dökülüyordu.
   Yaşlı adam, çocuğun saçlarını okşadıktan sonra:
   Vitrindeki elbiseyi giymeni istemiştim, dedi. Bakalım üzerine
uyacak mi?
   Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce rüyâda olup olmadığını, daha sonrada şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe kalır, birkaç sene sonra da dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine yamanırdı.
   Ama "her zaman hasta" dedikleri babasının ne kadar zor para kazandığını bildiğinden, bu işe bir kere bile itiraz etmemişti. simdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala.
 
   Çocuk, yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde, büyümüş
olduğunu ilk defa farketti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon, bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koyarken, yeni ceketi de omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk, biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında, iyice keyiflendi. İrili ufaklı misketler, gayet derin olan ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Demek ki her bir cep, en az elli misket alabilirdi.
   Yaşlı adam, çocuğu sağa sola döndürdükten sonra, elbiselerin
paketlenmesini istedi. Ve iş tamamlandığında, tezgâhtara dönerek:
 
   -Elbiseleri torunuma alıyorum, dedi. Kendisine sürpriz yapacağım
için, onları bu çocuğun üzerinde denedim. İkisinin de boyu falan aynı
da...
   Çocuk, bir anda beyninden vurulmuşa döndü ve ne diyeceğini bilemedi.
   Ama artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktıktan sonra, üzerindekileri yavaşça çıkartarak bir kenara fırlattığı eskileri giydi.
   Adam, elbiselerin torununa uyacağından emindi. Yaptığı hizmet için çocuğa bir ciklet parası vermek istediğinde, onu yanında göremedi. Haylaz velet, belli ki bu isten sıkılmıştı.
   Çocuk, arkadaşlarının yanına döndüğünde, bir kenara çekilerek onları seyretmeye koyuldu. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı.
   Arkadaşları :
   -Niçin oynamıyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen
kazanmıştın.
   -Çocuk, inci gibi yaslar süzülen gözlerini arkadaşlarından
kaçırmaya çalışırken:
   -Misketlerim, bu elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi, dedi. Bu
yüzden onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım.
   ASLINDA HER YAŞTA AMA FARKLI SEKILLERDE HEP BIRILERI TARAFINDAN KANDIRILIP SONRA DA BIR KENARA FIRLATILMADIK MI İŞİMİZDE – DOSTLUKTA - ARKADASLIKTA - BELKI DE AILEMIZDE..
   KİMİN UMURUNDA -BIR BASKASININ- DUYGULARI, HISSETTIKLERI VEYA KANDIRILMASI, GÖZYASLARI YA DA KALP KIRIKLIKLARI.
   BÜTÜN BIR ÖMÜR BOYU KALAN IZLER NE YAZIK Kİ KÜLLİYEN HİÇ KİMSENİN...
   KEŞKE... KEŞKE... FARKLI OLABİLSEYDİ HER ŞEY.
   BİRAZ DAHA İNSANCA, BİRAZ DAHA HASSASCA, DÜRÜSTÇE VE BİRAZ DAHA YÜREKLİCE...

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.111
  • 45.206
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.111
  • 45.206
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 08 Haz 2016 09:12:02
Ebu Leheb’în Azabı
           Peygamberimizin amcası, fakat en büyük düşmanlarından olan Ebû Leheb îman etmeden geberip gitmişti. Onu, yakınlarından birisi rüyasında gördü. Ve ona nasıl azap edildiğini sordu. Ebû Leheb, Hazreti Muhammed’e îman etmemesi yüzünden çok büyük azap gördüğünü söyleyip başına gelenleri şöyle anlattı:
— Yazıklar olsun bana! O’na îman edip dünya ve ahirette kurtulacağım yerde, îman etmedim ve dünyada da ahirette de perişan oldum. Yalnız bana haftada üç gün hususî muamele oluyor. O da Muhammed doğduğu zaman cariyem gelip bana O’nun doğumunu müjdelemişti, ben de memnun olarak onu azat etmiştim, işte onun için o gece azap hafifliyor. Bir de Pazartesi olunca iki parmağımın arasından serin su akar, ben de onu emer rahatlarım. Bunun sebebi ise Muhammed doğduğu zaman ben cariyeme git O’na meme ver demiştim, ondan dolayı haftada bir gün bana su veriliyor, dedi.

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.470
  • Müdür Yardımcısı
# 08 Haz 2016 13:56:19
Kalbiniz kırılacağına taş kırılsın

Sultan Mahmud-u Gaznevi hazretleri bir savaş sonunda çok kıymetli bir elmas taşı ganimet olarak ele geçirir. Sonra taşı eline alarak baş vezirine, (Al bu taşı kır, paramparça et) der.
Baş vezir der ki:
- Aman efendim bu çok kıymetli ben bunu kıramam.

Sonra yanındaki diğer vezire aynı şeyi söyler. O da der ki:
- Bu çok kıymetlidir, kırılmaz bu.

Diğerlerinin hepsi aynı şeyi söylerler.
Sultan, özel hizmetçisi Ayaz’ı çağırıp, (Al bu taşı kır) der. Daha demeye kalmadan Ayaz taşı yere vurup kırar, paramparça eder.

Padişah hiddetli bir şekilde der ki:
- Bre Ayaz sen ne yaptın, vezirler bunun çok kıymetli olduğunu söylediler. Nasıl kırarsın bunu?
Ayaz der ki:
- Efendim, ben taştan ne anlarım, benim için kıymetli olan sizin emrinizdir, sizin kalbinizdir, kalbiniz kırılacağına varsın taş kırılsın.

Sultan vezirlerine dönüp der ki:
- Ayaz’ı niçin sevdiğimi anladınız değil mi? Sizin gibi beni bir taşa değişmedi.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK