Sevdiğimiz Şiirler

Çevrimdışı sylar4

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 115
  • 2.268
  • 115
  • 2.268
# 20 Ara 2014 13:03:20
ÇOCUKLUĞUM
Ve en çok seni özledim ben.
Karşı komşunun sokağa çıkacağı zamanı beklemeni.
Her teyzeyi annen gibi sevmeni.
Sanki ayıpmış gibi kimselere söylememeni.
Ve o bisikleti ilk gördüğünde koşuşunu.
Yağmurlu bir günde annenin elinden yediğin ekmeği.
Islanan sokaklara bakıp duygulanmanı.
Yaz akşamlarında oturduğun kaldırımı.Seni bir kez daha görmek isterdim...
hiç konuşmadan..
kısa pantolonlu siyah beyaz halini..
bir lokma boyunu..
diz çöküp yere sımsıkı...ama çok sıkı
sarılmak sana..
gözyaşlarımı omuzlarına bırakıp gitmek istiyorum şimdi
sana kim olduğumu söylemeden...arkama bakmadan
ağladığımı sana göstermeden
seni çok özledim
ama çok özledim
çocukluğum! !
     Ceyhun Yılmaz

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.386
  • 4.415
  • 27.386
# 20 Ara 2014 19:54:37
Zehir (son şiiri)
Çocukken haftalar bana asırdı;
Derken saat oldu, derken saniye...
İlk düşünce, beni yokluk ısırdı:
Sonum yokluk olsa bu varlık niye?

Yokluk, sen de yoksun, bir var bir yoksun!
Insanoğlu kendi varından yoksun...
Gelsin beni yokluk akrebi soksun!
Bir zehir ki, hayat özü fâniye...
NFK

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.440
  • 177.492
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 17.440
  • 177.492
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 20 Ara 2014 20:33:26
Gün gelir kirpiklerin karagözlerine batar durur,
Gün gelir karakaşların ağarır bembeyaz olur.
Gün gelir yüreğin yanar yaşların düşer eline,
Gün gelir gözyaşların ağlar haline.
Gün gelir gündüzlerin karanlık olur,
Gün gelir gecelerin her biri bi ömür olur.
Gün gelir düşersin bi zalimin eline,
Gün gelir zehri içersin bal yerine.
Gün gelir sevdan gençliğini içer,
Gün gelir gözlerin ölümü gözler.
Gün gelir kıymetin pul olur,
Gün gelir !
Kıymet verdiğin el olur.
Gün gelir bütün hayallerin yel olur.
Gün gelir başında bekleyen,
Bir tek mezar taşın olur.

Çevrimdışı muhammedcan79

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 78
  • 11.243
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 78
  • 11.243
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 20 Ara 2014 21:00:17
Acıyı çeken bilir
Her insan sevebilir,
Ele geçen bir gönül
Aşktan bile ötedir

Her sevda bir kurşun gibidir
Menzile ulaşmak ister
İnsan bazen candan sever
Uğruna ölmek ister

Her ayrılık bir kabustur
Yürekler hep mahpustur
Kurtulanlar olur da
Diğerleri hep pustur

Seven insan yenilmez
Ona sefil denilmez
Yürekler hep gizlidir
Hazineler bilinmez

Çevrimdışı muhammedcan79

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 78
  • 11.243
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 78
  • 11.243
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 20 Ara 2014 21:26:58
ÜZÜLME! DERT ETME CAN!

 

Üzülme! Dert etme can!

Görebiliyorsan,

Dokunabiliyorsan,

Nefes alabiliyorsan,

Yürüyebiliyorsan,

Ne mutlu sana!

Elinde olmayanları söyleme bana

Elinde olanlardan bahset can!…

Üzülme!

Geceler hep kimsesiz mi geçecek?

Gidenler dönmeyecek mi?

Yitirdiğin her ne ise

Bir bakarsın yağmurlu bir gecede

Veya bir bahar sabahında karşına çıkmış


Bil ki Güzellikler de var bu hayatta

Gel git’lerin olmadığı bir hayat düşünebilir misin?

“Hüzün olgunlaştırır”

“Kaybetmek sabrı öğretir”

Şimdilerde bol bol dua ek

Hasat yakındır can!

Kaderini sev!

Varsa kederini de sev!

Üzülme hastalıklarına

Gör, hangi günahlarına kefaret olacak

Terk edildin diye de üzülme

Demek ki sevebilecek bir yüreğin var 

Geçmişi unut, hiç yaşanmamış gibi davran

Buluttan nem kapma!

Döküver kirpiklerinden sonbaharı

Bir gün ama bir gün mutlu tebessümlerle kol kola gireceksin

Koklayacaksın yağmur sonrası toprakları

Yükleyeceksin ruhunu kelebek kanadına

Uçacaksın semalara sevdiklerinle can!

Kim demiş ebemkuşağı yedi renk?

Bakmakla görmek arasındaki farkı çözdüğünde

Anlayacaksın ne demek istediğimi can!

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.440
  • 177.492
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 17.440
  • 177.492
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 20 Ara 2014 21:59:41
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.
Yahya Kemal BEYATLI

Çevrimdışı muhammedcan79

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 78
  • 11.243
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 78
  • 11.243
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 20 Ara 2014 23:04:05
Okunu attı mı ölüm, siperler boşuna;
 O şatafatlar, altınlar, gümüşler boşuna;
 Gördük bütün insan işlerinin iç yüzünü:
 Tek güzel şey iyilik, başka düşler boşuna.

Çevrimdışı Tolstoyevski

  • B Grubu
  • 24.726
  • 258.544
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 24.726
  • 258.544
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 20 Ara 2014 23:10:42
Kalan
 
Bir şey kaldı gecelerden birinde
Senden.
Öncesinde bilinmemiş birşey,
Silinmez bir ses gibi giden..
Kelimelerden büyük, kelimelerin içinde,
Bir şey kaldı senden
Yaşamalar'ın arasında kaçamaklı.
 
Veriliş rengi başka, alınış rengi başka..
Söylemeye vakit kalmadan
Dudakların altına bırakılmış bir şey.
Karanlıkların tam ortasında bir kırmızı nokta..
Gözlerce pırıl pırıl, ellerce saklı.
 
Bir şey kaldı, bir denizin kıyısında senden,
Bakışlarla yüklü, söylemelerle sessiz..
Seninle dolu, seninle sensiz bir şey..
Arandıkça bulunmamış yıllar yılı,
Bulundukça aramaklı.

Özdemir ASAF

Çevrimdışı omer35

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 668
  • 2.294
  • 668
  • 2.294
# 20 Ara 2014 23:17:12
seni bulmakdan önce aramak isterim 
seni sevmekten önce anlamak isterim 
seni bir yaşam boyu bitirmek değil de, 
sana hep hep yeniden başlamak isterim

ÖZDEMİR ASAF

Çevrimdışı canegt

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.904
  • 12.100
  • 2.904
  • 12.100
# 20 Ara 2014 23:46:53
BİRİNCİ BAP
 

YIL 1918-1919
ve
KARAYILAN HİKÂYESİ
   Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
                           bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
                                  Mayıs ortalarından
                                            Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
               yani, arpalar biçilip
                                    buğdaya başlanırken
                                                       yuvarlandılar...
Adana,
           Antep,
                     Urfa,
                             Maraş :
                                  düşmüş
                                            dövüşüyordu...

Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında
                            memleketi Alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
                  dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
                                        iki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar Ovası,
                     gördü uzun dişli İngiliz'i.
Ve Aksu'yla Köpsu,
Karagöl'le Söğüt Gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
                                       büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü.
Ve Çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kızı,
gördü mavi üniformalı Fransız'ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar :
Bağdasar Ağa'dan
               Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
              ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
                            kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
                           Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
kısık gözleri,
                   seyrek sakalı,
                                       hafif makinalı tüfeğiyle
                                       dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
                    ne zaman sıkışsa bizimkiler,
        peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
              ve düşmanı dağıttı
                                       ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir'de, Aydın'da,
Adana'da dayandık,
dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.

Antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sıcak,
             Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.

Karayılan
           Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
                  ve böyle kocaman kafalıydı
                                  Karayılan
                                        Karayılan olmazdan önce.

Düşman Antep'e girince
Antepliler onu
             korkusunu saklayan
                              bir fıstık ağacından
                                               alıp indirdiler.

Altına bir at çekip
               eline bir mavzer
                                      verdiler.

Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
                           yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
                                            ileri geri...

Düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada
                      sıkışmışlardı.
Düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan : Antep'in kanıydı.

Düz ovada bir gül fidanıydı
                 Karayılan'ın
                            Karayılan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namlıya tek fişek sürmeden
                  yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak,
              Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader,
                  düz ovayı Antepliler
                                     düşmana bırakacaklardı.

«Karayılan» olmazdan önce
                     umurunda değildi Karayılan'ın
                     kıyamete dek düşmana verseler Antep'i.
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

Siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
              ak bir taşın ardından
                             kara bir yılan
                                          çıkardı kafasını.
Derisi ışıl ışıl,
             gözleri ateşten al,
                              dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
                      kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan
        Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
            ömrünün ilk düşüncesini .
    «İbret al, deli gönlüm,
      demir sandıkta saklansan bulur seni,
      ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı Anteplileri,
                     seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
                                KARAYILAN dediler.

«Karayılan der ki : Harbe oturak,
  Kilis yollarından kelle getirek,
  nerde düşman varsa orda bitirek,
  vurun ha yiğitler namus günüdür...»

Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
                                          Karayılan'ı
                                          ve Anteplileri
                                          ve Antep'i
                     aynen duyup işittiğimiz gibi
                     destânımızın birinci bâbına koyduk.
 

    

Çevrimdışı canegt

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.904
  • 12.100
  • 2.904
  • 12.100
# 20 Ara 2014 23:47:07
İKİNCİ BAP
 

YIL YİNE 1919
ve
İSTANBUL'UN HÂLİ
ve
ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ
ve
KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ
   Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
                       bir de İttihatçılar,
        bir de uzun konçlu Alman çizmesi
                       914'ten 18'e kadar
                                    yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
                              ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te
aktı Ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
Bir de sakalı Halife'nin,
bir de Vilhelm'in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli, büyük bir şair :
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
                                                                   demiş
                                                                        bize
ve bir başkası,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
       Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır,
919'dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
                       gözü kanlı dört düvele
                               anadan doğma çırılçıplak.
Ve kurumuştu
            ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
                        bir de Yunan,
bir de zavallı Afrika zencileri
                         yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
                        ve damadı Ferit
ve İngiliz muhipleri
                            ve Mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
yüce Türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü
          pek mütevazı bir mektep salonunda
                            in'ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum'un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar Erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
                kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum'da kavaklar, balam,
            Erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
            Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktır damı.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
                          incecik ak yünden ehramı.
Yürek boynun büker, balam,
                          Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum'un adamı
                         ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
                             bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,
İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.
Buna rağmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
                 «makamı hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,
«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
«Kabul olunmaz,» denildi,
                         «Manda ve Himaye...»

Buna rağmen,
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :
   «Amerikan mandası altına girelim,» diye.
   «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
     bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
     birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
     şu halde, diyorlardı, şu halde,
     Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil
                    Amerikan mandaterliğini talep etmeği
                                 memleketimiz için en nâfi
                                         bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum'un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
                  kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
                   ve biçare telgraf telleri
                   devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
                   şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :
«Bizi bir başımıza bıraksalar,
  tarafgirlik, cehalet
              ve çok konuşmaktan başka müspet
                                            bir hayat kuramayız.
  İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
  Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
  Ne olacak,
  Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
  sonra Yeni Dünya'nın sayesinde
  İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
                            bir Türkiye vücuda geliverir.
  Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
                             nasıl bir idare kurduğunu
                                        Avrupa'ya göstermek ister.
  Hem artık işi uzatmağa gelmez.
  Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
  Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
  Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»
   4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,
ve 8 Eylülde
       Kongrede bu sefer
                    yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
Ak koyunla kara koyunun
                                  geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,
                        sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
                        ve ihanetleriyle birlikte
                        bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
                        işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.
Bu zevata :
    «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
                                                             denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
        «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
                                                                         dediler,
        «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
                                                                     dediler,
        «Hem zaten,»
                      dediler,
        «birbirine mani şeyler değildir
                                      istiklâl ile manda.
          Ve esasen,»
                          dediler,
        «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
          Memleket harap,
                          toprak çorak,
                                   borcumuz 500 milyon,
                                              vâridat ise 15 milyon ancak.
          Ve Allah muhafaza buyursun
                           İzmir kalsa Yunanistan'da
                                    ve harbetsek,
                                               düşmanımız vapurla asker getirir.
          Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
          Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
                                                         dediler.
        «Onlar dretnot yapıyor,
          biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
          Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :
          Mandamız korkunç değildir,
                                       diyorlar,
          Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
                                                        diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.
Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
            «Hey gidi deli gönlüm,»
                                         dedi,
            «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
              ya İSTİKLAL, ya ölüm!»
                                               dedi.

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarlıydı Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babası marangozdu.
Seferberlik denince aklına Kerim'in :
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
                    Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
                               kaz gütmek,
                               mektep kitapları
                    ve bir de saçları altın gibi sarı
                    fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335'te Kerim Eskişehir'e gitti,
                    mektebe, teyzelerine ve dayısına.
Dayısı şimendiferde makinistti.
Düşman elindeydi Eskişehir.
Kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi
                    ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
               Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
Bunlar
          (şaşılacak şey)
                     Türkçe bilmeyen
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
avuçlarının üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.
Kocaman bir ambarları vardı,
Kerim içinde oynardı.
Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
                                       (şaşılacak şey,
                                       katırların yemesi için)
      ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e :
     «Ambardan silâh çalıp bana getir,
       gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
Ve ambardan silâh çaldı Kerim :
                             bir
                                 bir tane daha
                                                 beş
                                                     on.
Aldattı Hindistanlı dostlarını
                          zeybekleri daha çok sevdiğinden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp
                          zeybekler gelince Eskişehir'e
dayısı Kerim'i elinden tutup
                              verdi onlara.
Ve işte o günden sonra
                        bugüne kadar
                                 kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in.
Eskişehir'den alıp onu
«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,
sığırtmaç olmayı
              -zaten bilgisi vardı bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
düşman içinden geçip getirdi haber
                                        götürdü haber.
Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz
                   bir fidan gibi cesur
                         bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
                               sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
yüksek
         kalın.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in.
Solda
         ilerde
                 tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
«Tekneciler» diye anılan
                                gâvur çetelerinin olmalı.
Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne.
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim.
            Kâatlar götürmüş
                                   kâatlar getiriyor.
Birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-Tekneciler'in ateşini görmüş olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalktı.
Şaşırdı Kerim.
Dizginleri bıraktı.
Sarıldı beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.
Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
Meşeleri ve gürgenleriyle orman
karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman
                               Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e
                                            beygir ansızın kapaklandı yere,
                                                                tekerlendi Kerim.
Doğruldu.
Ve aklına ilk gelen şey
                       saatına bakmak oldu.
Kırılmıştı camı.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topallıyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulağı kanıyordu Kerim'in,
Kirezce'ye geldiler
                     (Sapanca'yla Arifiye arası),
Kerim durdu,
Biraz zor nefes alıyordu.
Geyve'ye girdi ertesi akşam.
Beli o kadar ağrıyordu ki
                             inemedi beygirden
                                                       indirdiler.
Kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
Adapazarı.
Sonra belki on gün, belki on beş,
                      kağnılar, mekkâre arabaları,
sonra, gitgide daralan nefesi,
Yahşıhan,
              Konya,
                         Sile nahiyesi
                         (burda malûl gaziler için
                                         takma kol ve bacak yapılıyordu),
ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.
Hâlâ rüyalarında görür Kerim
                   incecik bir yoldan eşekle gelip
                                          üzerine doğru eğilen
                                          bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
                                          Kerim'i kambur çıkardılar.

   [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Kurtuluş Mücadelesine inanan Vatanseverler okur.

Çevrimdışı Yarinlesin

  • B Grubu
  • 103
  • 758
  • Birleştirilmiş Sınıf
  • 103
  • 758
  • Birleştirilmiş Sınıf
# 21 Ara 2014 11:49:35
...

Çevrimdışı Asİ Mavİ

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.019
  • 8.342
  • Özel Eğitim Öğrt.
  • 4.019
  • 8.342
  • Özel Eğitim Öğrt.
# 21 Ara 2014 12:19:54
Kahvaltı

Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı...

 Cemal Süreya  

Çevrimdışı emineeylul.35

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 593
  • 4.553
  • 593
  • 4.553
# 21 Ara 2014 19:09:30
    BİR ŞAİR OLSAYDIM EĞER

Ben bir şair olsaydım eğer,
cümle cümle vururdum seni.
Her noktasında dururdu kalbin !..

Ben bir şair olsaydım eğer,
öyle bir şiir yazardım ki sana sevgili ;
Harflerine asardın kendini...!

// Murathan Mungan

Çevrimdışı sylar4

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 115
  • 2.268
  • 115
  • 2.268
# 21 Ara 2014 22:34:54
O VAR!
Her defa haberi taze bir müjde;
O var!
Her defasında, geç, gafletten vecde;
O var!
Ne sen varsın, ne ben, ne yâr, ne kimse;
O var!
Bütün sevdiklerin elden gittiyse;
O var!
Kalacak kim var ki, dost tomarından?
O var!
Sana daha yakın şah damarından;
O var!
Arama, ilâç yok eczahanede!
O var!
Gayede, sebepte ve bahanede;
O var!
Sevdiğini ebed boyu tutan dinç;
O var!
Ölümsüzlük şevki, ilâhî sevinç;
O var!
Yıkılmaz dayanak, kırılmaz destek;
O var!
Tekten de tek; bir tek, tek başına tek;
O var!
 Necip Fazıl KISAKÜREK

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK