derler ki anasıdır ayların ocak... o kadar mı yalnız?... belki acının ve hüznün... başlayan ve bitenin... umudun belki de... kimbilir?...
buza kesmiş bir sabaha uyandığında koca yaz, yanmaz mı dağ menekşesi suyu damarlarında donmuş taze fidana?... sonbahar ki kışa hazırlığın adıdır, hey canım gel dertleşelim zamansız ayrılığımıza...
bu kez amansız bastırdı kış
hazırlıksız yakalandık
oysa nasıl da yanıyordu
avuçlarımız...
nasıl da yanıyordu avuçlarımız, sıcak bir namluyu kavrar gibi... nasıl yanıyor avuçlarımız,
alev saçlı bir çocuğun gülüşüne sarılır gibi... ozan diyecek ki "toprak sıcak ve güzeldir"... ne çıkar?
ah yiğidim... bak işte yine ocak'tayız... nasıl anlatılır şimdi karayemiş dallarına çöken kar?... şimdi nasıl anlatılır toprağı yalnız tohuma açan kazma, kazmayı tohum için tutan el?... yiğidim ki yaşamayı ölesiye sevmiştir, tohum diye saklamıştır onu toprak, ne çıkar? ne çıkar ki yarın köy köy, yayla yayla çoğaltıp asmadıkça gülüşünü doruğuna kaçkarlar'ın?... hey benim kıvır kıvır katmerleşen gülbaharım!... kaç yıl oldu sen gideli, kaç ömür?... kaç ay geçti sen gideli, kaç gün oldu, kaç gece?... eylül'deki okul yolu karlıdır, üzerine postal basmış izi kalmış ne çıkar?...
uzunca bir şarkıysa söylediğimiz, bir notada es verilmiş, ne çıkar?... şarkı devam ediyor... şarkı devam edecek... söylenecek!...
"asılırken hava soğuk olmasın" demiş hıdır, "korkudan titriyor sanmasınlar"... eminim erdal da böyle, adalı da böyle demiştir... ve bizim şarkılarımız bazen böyle söylenmiştir...
dağlarda geziyorsun... köye gelmişsin... çay alımyerinin soğuk bir köşesinde dinlendiriyorsun sıcak yüreğini, oturuyorsun yoldaşlarınla... yirmi metre ötede köy kahvesi var... gelen askeri aracı sesinden tanıyorsun... konuşmaları dinliyorsun... yaslandığın duvarın dışında "çayda sömürüye son!" yazılmış iri uzun harflerle... başçavuş orayı işaret ediyor... "nedir lan bu rezalet" diyor kahvedeki en yaşlı amcaya... "al şu boyayı, git sil" diyor... yeni yetme bir çocuğun diz bağları eriyor... "ben silerim komutanım" deyip kapıyor boya kabını... yeni yetme bir çocuk... ortaokul çağlarında... çoktan vermiş kararını... okulu bırakacak... başka nasıl yardımı dokunacak... köyün gençleri ya içerde, ya kaçak... he koca ahmet!... uzun kardeşim benim... bakma sen kardeşim dediğime... ağabey demek istiyorum, anla...
onüç eylül sabahı beni üniversiteye, kendini dağlara yolcu ettiğinde, yüzündeki o mağrur ve sakin ifadeyi hatırlıyorum... aklından geçirmiş miydin hiç, bir gün bahçesinde turladığın, sıralarında oturduğun, dişediş yaşamı savunduğun okulunun bir gece vakti seni yaşama son kez konuk edeceğini?... rize eğitim enstitüsü şimdi sağır ve dilsizler okulu... camlarında battaniye gerili sınıfları işkence sesleriyle yankılanmış okulunda, oturduğun sıralarda şimdi sağır ve dilsiz öğrenciler eğitiliyor... erken terhisle kandırılmış erlerin savurduğu sopalar bedenini parçalarken, dışarıda tek aykırı ses olarak karadeniz'in duvarda patlayan dalgalarını duymuşsun, bir balıkçı türküsünü dinler gibi yummuşsun gözlerini, ne çıkar?... bir can koparılırken yaşamdan, şimdi orada özürlü çocuklar eğitilirmiş, ne çıkar?... "uğruna ölecek ve öldürecek hiçbir şeyin olmadığını düşle..." demiş john lennon o ünlü şarkısında... keşke olmasa... kalmasa keşke ne çıkar... budanmış bir çiçek gibi konulmuşsun kara yere, ne çıkar?... sonra birgün mezarını açmışlar, ayırıp omuzundan başını otopsiye götürmüşler, ne çıkar?...
eylül mahkemelerinde suçsuz bulunmuş katiller, ne çıkar? gazete bir başlık atmış "ahmet uzun nasıl öldü?..." ne çıkar?... toy bir ozan seni yazmış, ne çıkar?... mezarının başucunda çok sevdiğin karayemiş fidanı var, sen yoksan, ne çıkar?...
işte yine ocak'tayız... derler ki anasıdır ayların ocak... derler ki askoroz deresi ocakta durgun akar... derler ki karadeniz utancından yere bakar... baksın... ne çıkar?...
İbrahim Karaca