Çocuklarımız Kitap Okumayı Sevmiyor.
Bilginin sürekli evrildiği, doğanın tüm bileşenleriyle yaşamın sırlarının tek tek çözülmeye başlandığı bir çağdayız. Madde-yaşam ilişkisinin parçacık(zerre) düzeyinde ele alındığı, anlamlar dünyasının perdelerinin yavaş yavaş aralandığı bir zaman dilimindeyiz.
Günümüzde bilgi ve teknoloji toplumların ilerlemesinde temel güçlerderden biri kabul görmekte. Kaynaklarınız ne kadar çok olursa olsun; bu kaynaklarınızı üretime dönüştürecek yetişmiş insan gücünüz, bilinçli toplumsal dinamikleriniz yoksa yönetilmeye, yutulmaya mahkumsunuz demektir.
İstediğimiz kadar çocuklarımızı bilgiyle donatalım, dünyanın tüm bilgilerini yükleyelim; eğer bu bilgiyi nerede, nasıl kullanacağını öğretmesek rekabet şanslarını öldürmüş oluruz. Çocuk bir harddisk değildir. Teknik, her yerde bulabileceği temel bilgileri ezber mantığıyla yüklemek, sonra bir düğmeye basıp hadi bunları say demek iyi, sağlıklı bir bilgilendirme süreci de değildir. 16 yıllık eğitim sürecinde tüm öğrendiklerini sanal bir gelecek için ezberinde tutmasını beklemek haksızlık. Bu yolla bir mesleğe yönelmesini de eğitimin-öğretimin temel amacı sayamayız. Meslek edindirme hedeflerden biri olabilir ama neredeyse en temel amacımız buymuş gibi eğitim öğretimi; ilkel kaynak paylaşımının uzun ince bir yolu gibi görüp işin kolayına kaçamayız.
Sorumluluklarımızdan biri de kanımca en önemlisi; toplumu oluşturan tüm bireylerinin sinerjisinden doğacak mutlu, refah içinde huzurlu ve uyumlu bir toplumsal model de sunabilmektir. Bu da gelişen dünya gerçeklerinin bilincinde, okuyan, araştıran, sorgulayan; daima yeniyi ve yenilenmeyi kendine ilke edinen, hayat boyu öğrenen bireylerle mümkün olabilir kanısındayım. Tepeden inme toplum mühendisliklerini kast etmiyorum.
Çocuğa ana sınıfından itibaren düşünmeyi, bilgileri kullanabileceği ortamlar sunmayı, eskiyen bilgiyi doğal olarak unutup güncellemeyi, neyi nerede bulabileceğini, veri toplama, bilgi transferi, yorumlama, raporlama, çıkarımlarda bulunma v.s bilgiyi kullanabilme, kısaca öğrenmeyi öğrenme ortamlarını sunmamız gerekir.
Biz eğitimcilerin, eğitim planlayıcıların, eğitimin tüm girdileri ile birlikte çocuklarımıza bu olanakları, ortamları sunmak zorundayız. Klasik ezber ile sarf bilgi depolamak için onları boş kutu gibi görüp kalıcı bilgi yüklemek hastalığından kurtulmalıyız. Analiz-sentez-veri toplama, okuma ve çıkarımda bulunma yol ve yöntemleri ile daima işleyen, kendini güncelleyen bir eğitim-öğretim metodu geliştirmezsek, işlevi biten masaüstü bilgisayar kasalarımız gibi kenara atıl bir neslimiz daha olur. CD yakmak gibi, onların tertemiz beyinlerine heveslerimizi kazımak gibi insani olmayan kalıcı hasarlar vermeye hakkımız yok.
Biyolojik bir pc olan beyin ne yapıyoruz da onu 5-10 yılda dolup taşan, kasmaya başlayan, hiçbirşey istemeyen, bilgiden, kitaptan, okumaktan nefret eden bir aygıt haline getiriyoruz. Burada çok ciddi bir sorun var.
Hiçbir şey istemeyen çocukları da, 16 yıllık eğitim-öğretim hayatının sonunda başarısız diye elimine ettiğimiz çocuklarımızı da biz yetiştirmiyor muyuz?
Genel kanı; toplum olarak kitap okumayı sevmiyoruz, ya da kitap okuma oranımız çok düşük. Çocuklarımızın bizden farklı davranmasını beklemek beyhude bir çaba olmasının ötesinde, ayrıca bu çocuklar taş tabletten dijital tabletlere terfi etmiş bir edayla karşımıza geçtiğinde oku kızım, oku çocuğum demekten dilimizde tüy biterken onlar uflayıp, puflayıp geçiştirmeye, ya da çıkış bulamadığında okuyormuş gibi.. davranmayı tercih ediyorlar.
Tabii biz büyükler ;
taşıma suyla değirmen dönmez-i de biliriz.
Ağaç yaşken eğilir-i de biliriz.
Biraz da içinden gelmeli insanın v.s gibi
Daha bir sürü şeyi de
Ancak bu bilgilerimiz ve tecrübelerimiz bu nesillere ne yazık ki etki etmiyor. Etse de geçici. Medyanın herşeye hakim olduğu bu çağda; anne baba eğitimci rollerimizle çocuklarımızla aynı alanı paylaşmakla birlikte aynı dili ve iletişimi sağlamakta zorlanıyoruz.
İnsanlara sadece nasihatle bilinç yüklenebileceğine inanmak ve devasa bir toplumsal kurumu bunun üzerine inşa etmek inanılır gibi değil. Her insana belli miktarda bilgi yüklemek her zaman için mümkündür. Ancak bu makine mantığı ile hareketten başka bir şey değildir. Bilinç kolayca yüklenecek herhangi bir bilgi değil, olsa olsa bilginin kaynağına giden çekirdek kodlar olabilir. Eğitimde öğrenmeyi öğrenme olarak da açıklanabilir. Teknik bilgilerle çocuğa resim yapmayı öğretebiliriz ama özgünlüğü sağlayan o çocuğun kavram dünyası ve hayalleridir. Çocuklarımızın hayallerini öldürüyoruz gibime geliyor. Terbiye araçlarımız artık işe yaramadığından öğretim odaklı meşgalelerle afallattığımızı düşünüyorum açıkçası.
Psikoloji bilimi içselleştirilemeyen bilginin kalıcı bilince (faydalı davranış, iş ve üretime yönelik bilgiye)dönüşmediğini, ihtiyaç halinde güncellenmesi gereken bilince giden yolları açmadığını (algıda seçicilik, veya ihtiyaç olma durumu) bize çeşitli örneklerle açıklar. Bu bir çeşit yığma bilgi ve ya ezber bilgi halinde ise; bir gün işe yarar düşüncesi ile biriktirme, istifleme sonucunu doğuracağından bazı çocukların neden tıkanıp kaldığını, sistem dışına itildiğini, isteksiz ve başarısız görüldüğünü bir nebze de olsa açıklar. Olması gereken her bireyin kendi ihtiyacı oranında eğitim ve öğretim olanaklarından yararlanmasıdır. Bir çizgi çektik, düşen düşer, kalan sağlar bizimdir diyemeyiz.
Oysa tabiat bize her detayi ile yenilenmeyen bir organizmanın yaşama şansının zayıfladığını, biyolojik saatinin tersine işlediğini milyonlarca örneği ile ispatlıyor. İnsanlar Doğa zayıf türleri eler gibi bilimsel olmayan bir şehir efsanesi ile gücün yaşamın olmazsa olmazı olduğunun tespiti ile, sonraki kodlarının; bunun da bilgi ve yaşamın sürekliliği ile ilgisini görmekten kaçınarak yarım bilgi ile kendine eziyet etmenin basit formülünü de bulmuştur. Tabiatın bazı ilkelerini eğitime uygulayıp ekmek aslanın ağzından midesine, oradan da bağırsaklarına indi deyimini icat ededursun, tabiatın cömertliği, bolluğu, bereketi hiç de öyle demiyor. Ne yazik ki insan; kısa yoldan sonuç almaya çalışırken tabiatı taklitten öteye gidemediğini anlamak çabasından da uzaklaşmıştır. Eğer gerçekten doğa zayıf türleri eliyor olsaydı, dinazorlardan evvel kelebekler, kuşlar, balıklar ve börtü böcekler yok olurdu ki; tam tersine dev cüsseli, güçlü kaslara ve parçalamak için dev pençelere sahip olan türleri elemeyi seçmiştir. Daha narin ve minimum düzeyde güçlere, enerjilere ihtiyaç duyanları ise korumayı ve çeşitlendirmeyi tercih etmiştir. Doğa bir türün kendi içindeki bireylerinin birbirleri ile olan rekabetinde ise yine güçlü olanın değil, enerjisini akıllıca kullananı, strateji geliştirebileni koruma altına alır. Bu aslında şaşılacak, hayret edilecek bir şeydir. Çünkü bu; gücün tanımını sorgulatan bir durumdur. Eğer gerçekten bu rekabetçi, yarışmacı doktrinler doğadaki aslan figürü ile formüle edilmesinde bir gerçeklik payı olsaydı özürlü doğan her evladımızı ölüme terk etmemiz gerekirdi ki; bu insanca olmaz, olsa olsa Narnia Günlüklerindeki yasaları kabul anlamına gelirdi. Gerçekte bizler düşünen varlıklar olarak ne aslan, ne kurt, ne de tilkiyiz. İnsanız, sadece insan.. Yunan, Roma ve Mısır mitolojilerinden kalma bu aslan figürü ile nesillerin terbiyesi, güç devşirme arayışları toplumların rekabetinde bugüne dek değişmeyen tek olguydu. Roma arenalarında halkı eğlendirmek için yapılan gösterilerde köle ve zayıf kimselerin aslanlara yem edilmesinde nasıl bir medeniyet tasarlanmak istendiği hepimizin malumu. İnsanlık, tarihi boyunca güç için yapılan savaşlar ve sömürgeleştirmenin temelinde yatan doğadan araklanma bu mantık yavaş yavaş değişiyor. Korku ve rekabete dayalı insan yönetme sanatlarının, buna ideolojiler de dahil artık bir bir iflas ediyor. Çünkü insan uyanıyor. Yaratıldığı üzere insanlaşma eğilimleri hızla yayılıyor. Bunu fark eden toplumlar insan doğasına uygun eğitim modelleri ile bilgi temelli yeni bir toplum inşasına girişmişken, buna hazır olmayan, hazırlıksız yakalanan toplumların yaşadığı savaş, göç ve insanlık dramları ile küresel çapta bir değişimin yaşandığı yada dayatıldığı gün gibi ortada. Artık kaba güç her koşulda para etmiyor. Bilgi ve teknoloji temelli bir güç yapılanmasına geçişin sancıları yaşanıyor. Ayak uydurdunuz ne ala. Hazır değil ve de direniyorsanız vay halinize.
Tarih tekerrürden ibaret; dün ormanın kralı aslandı, bugün de aslan, yarın da bir süreliğine belki aslan olacak. Aslan yukarı, aslan aşağı. Babası gider oğlu gelir, oğlu gider amcası gelir, amcası gider kuzeni gelir. Ancak aslanlar da artık nitelik değiştiriyorlar. Ne yapalım peki aslanlığı bırakıp tilki mi olalım? Bunu önermiyorum. Çünkü bizler insanız. Ne aslan ne de tilkiyiz. Kaldı ki buraya kadar ki açıklamalarım doğayı taklitten öteye gidemediğimizi açıklamak içindi. Doğadan birşeyler anlamışız ama onu da yarım yamalak anlamışız. Gücü kutsayıp, aklı es geçmişiz. Aslan familyasında işler böyle yürüyebilir ancak bizler insan olmanın gereği, işin içine akıl ve irademizi de koymakla mükellefiz.
Son zamanlarda sürekli duyarız bilgi toplumu, teknoloji toplumu, inovasyon, küreselleşme, iletişim çağı, medya çağı v.s
Dikkat edilirse tüm bu kavramların hepsinin ortak noktası BİLGİ ve BİLGİYLE İLERLEYEN TOPLUM hedeflenmekte veya kastedilmek istenmektedir.
İstemek ile olmak arasındaki farkı bilmeyen yoktur sanırım. Çocuklarımızı buna (BİLGİ TOPLUMUNA) gerçekten hazırlıyor muyuz? Yoksa eğitimi, öğretim odaklı yapıp bireysel çıkarlarımıza hizmet eden bir araç haline mi getiriyoruz? Bu konuda doğrusu pek de iyimser değilim. Kaynağa giden en kısa yol en akıllıca yol olmayabilir. Ava giderken avlanmak gibi
Bu evrende tesadüf diye bir şey yoktur. Doğanın yaşamı korumak adına dengeleyici ilkeleri ve kendini geliştirme, yenileme yazılımı mevcuttur.
Soru sormayan, araştırmayan, sorgulamayan ve sorgulatmayan bir bireyin kendi toplumuna yarardan çok zararı olacağı klavuz istemeyen köy misali.
Kısaca özetlemem gerekirse; çocuklarımız kitap okumayı sevmiyor. Ben de çocukken okumayi sevmezdim. Ama bunun nedenini de bilmezdim. Neden sevmediğimi sorgulama bilincinden de yoksundum. Çünkü sorgulama nedir, neyi niçin bilmem gerektiği bilgisinden de yoksundum. Anladım ki; bilgi temelli bilinç hayatın, huzurun, mutluluğun anahtarı. Eğer o anahtarı edinememişsem, benim için neyin iyi neyin kötü olduğu bilgisini bana getirecek bir bilinçten yoksun kalmışsam bu benim değil, eğitim sisteminin başarısızlığı olmalıydı.
Bu uzun açıklamalar neticesinde şunu sorgulamaya açmak istiyorum. Çocuklarımız okumayı sevmezken, neyi nasıl sorgulayacak da BİLGİye ulaşacak, BİLİNÇLİ davranıp kaynakları en ekonomik şekilde kullanacak, kendine, ailesine, toplumuna yararlı, mutlu ve huzurlu bir birey olacak? Neticede BİZLER de BİLGİ TOPLUMUNA terfi edeceğiz!
İSTEMEK ile OLMAK arasındaki farkı aşmaya müsait bir eğitim modelimiz var mı ki (veya ne olmalı ki) çocuklarımız da severek kitap okusun ve o ÖZLENEN BİLGİ TOPLUMUna giden kapıları aralayabilsin.
Çocuklarımız kitap okumayı sevmiyor.
Çocuklarımız Neden Okumayı Sevmiyor?