İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 27 Nis 2015 10:55:28
HZ. MUSA (A.S.)’IN CENNETTEKİ KOMŞUSU


— Ya Rabbi! Bana Cennetteki komşumu bildir, diye ilticada bulunmuştu.

Hak Teâlâ Musa Aleyhisselâma:

— Falan yere git! Senin komşun falan yerdeki kasaptır, diye talimatta bulundu.

Hazreti Musa tarif edilen yere gitti, kasabı buldu ve evine misafir oldu.

Kasap akşam eve gelirken yanında bir miktar et getirmişti. Eve geldikleri zaman misafirden izin istedi ve onları pişirdi, bir zembil içinde tavanda asılı olan annesini indirdi, altını kuruladı ve eti parçalara bölerek onun ağzına vermeye başladı. Musa Aleyhisselâm Cennet komşusunun kim olduğunu öğrenmeye başlamıştı, sinek vızıltısı gibi bir sesin geldiğini farkedip:

— Ne diyor? diye sordu.

Kasap annesini yerine astıktan sonra misafire:

— Bu benim annemdir. Ben bunu senelerden beri bu şekilde yedirir, içirir ve bütün ihtiyaçlarını temin ederim. O da bana her zaman: «Oğlum Allah seni Cennette Musa (a.s.)’ya komşu eylesin», diye duâ eder, dedi.

O zamana kadar kendisinin kim olduğunu gizleyen Musa Peygamber, kendisinin Musa (a.s.) olduğunu söyledi ve Cennet komşusunu müjdeledi.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.893
  • 228.001
  • 28.893
  • 228.001
# 28 Nis 2015 06:27:13
. İBRETLİK BİR HİKAYE ...
Kasabanın birinde zengin bir tüccar yaşarmış.
Öleceği vakit vasiyetinde:
'Ben mezara konulduğum gün kim gelir benimle bir gece
mezarda kalırsa ona servetimin yarısını bırakacağım.' demiş.
Çoluğu çocuğu, akrabaları servetin yarısı bırakılmasına rağmen bunu yerine getiremiyeceklerini düşünüyorlarmış. Kısa bir müddet sonra adam ölmüş.
Adamın vasiyeti kasabada zaten meşhurmuş. Bunu duyanlardan biri de kasabanın en ücrâ köşesinde yaşayan hamalmış. Adamın öldüğü haberini duyunca yakınlarına kendisinin bir gece mezarda kalabileceğini söylemiş. Bunun üzerine cenaze merasiminden sonra hamalı da adamla birlikte kabre koymuşlar.
Hamal: 'Zaten bir tane ipim bir tane de küfem var. Kaybedecek bir şeyim yok. İyi ettim de bu adamla buraya girdim. Çıktığımda kasabanın hatırı sayılır insanlarından biri olacağım.' diye düşünüyorken bir gürültü kopmuş ve dünyada daha önce hiç karşılaşmadığı yüzlere orada rastlamış.
Gelen melekler aralarında konuşuyorlarmış: 'Bu ölü olan zaten elimizde. Onu istediğimiz vakit hesaba çekebiliriz. İlk önce şu canlı olandan başlayalım.'
Adam tir tir titriyorken başlamış melekler art arda sorular sormaya: 'Söyle bakalım ey falan oğlu filan. Küfenin ipini nereden buldun? Satın aldıysan ne kadara aldın? Kimden aldın? Aldığın kişiyi dolandırdın mı? Hakiki değerinde mi verdin ücretini?'
Adamın dili dolanıyor sorulan sorulara cevaplar bulmaya çalışıyor ancak, o cevap verdikçe ip ile ilgili bir başka soru ile karşılaşıyormuş.
Gün ağarırken zengin adamın akrabaları gelmiş ve adamı mezardan çıkarmışlar:
- Artık kasabanın sayılı zenginlerindensin. Anlat bakalım bir gece mezarda kalmak nasıl bir duygu?
Hamal:
- Aman, lanet gitsin! İstemiyorum! Bütün mal mülk sizin olsun! Ben bir ipin hesabını sabaha kadar veremedim, o kadar malın hesabını kıyamete kadar veremem herhalde...
Ne kadar seversen sev, bir gün ayrılacaksın.
Ne kadar toplarsan topla, bir gün bırakacaksın.
Ne kadar yaşarsan yaşa, bir gün öleceksin.
Ne yaparsan yap, bir gün hesabını vereceksin. .

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.893
  • 228.001
  • 28.893
  • 228.001
# 28 Nis 2015 06:53:18
Gerçek aşk hikayesi
Günümüzde baş vermiş gerçek bir hikayeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Gencin biri emirliklere, körfez ülkelerinden birine çalışmaya gitmiş. Tam 4 yıl. Gittiğinde çok fakirmiş, ama çok geçmeden zenginleşmiş.
Babası çok düzgün adamdı, imamdı. Genç parasını biriktirdikten sonra babasına göndermiş ve demiş ‘’Baba, ben evlenmek istiyorum. Çok yıllarım gitti bir ailem olmadan. Şimdi tam zamanı ve senden benim için bir eş seçmeni istiyorum. Ve senden daha da ileri gidip evlilik anlaşmasını da benim yerime imzalamanı istiyorum. Geldiğim günü evlilik günü olmasını istiyorum ve onu önceden görmek istemiyorum.’’ Gencin babasına güveni bu kadar sonsuzdu.
Şüphesiz babası biliyordu ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem) ‘’evlilikte eş için 4 sebep aranıyor’’ buyuruyorlar. ‘’Zenginlik, güzellik, soy ve din. Sen en iyisi dini güzel olanını seç.’’ Babası oğlu için çok dindar eş seçti, ama onun zahiri görünüşü pek te güzel değildi. Oğlu Mısıra hava alanına geldi. Onu karşıladılar ve karısının yanına götürdüler.
Karısı yüzünü örten bir hanımdı. Sonra karısıyla onu baş-başa bıraktılar. Karısı örtüyü kaldırdığı zaman genç şok oldu. O şok olmuştu! ‘’Bu babamın benim için seçtiği karım mı?! O güzel değil, O güzel değil’’, düşündü. Genç o kadar sarsılmıştı ki..’’Bunca yıldan sonra o kadar heyecanlı geldim, o kadar heyecanlı geldim ki!’’ O kadar sarsıldı ki, hemen yattı.
Gecenin son üçte birinde kocasının tepkisini anlayan karısı onu uyandırmaya çalıştı, ama genç itiraz etti. Karısı yine uyandırmaya çalıştı, genç yine itiraz etti ve bu defa karısı onu uyandırmak için onun üzerine su serpiştirdi. Genç uyandı ve karısı onunla konuşmaya başladı. ‘’Biliyorum ne kadar üzgünsün. Ve biliyorum ben güzel değilim,ama biliyormusun? Ben sırf bir sebepten dolayı evlenmek istiyordum. Ben Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vessellem) ‘Allah gece ibadet etmek için uyanan ve eşini de uyandıran, uyanmazsa üzerine su serpiştirenlere merhamet etsin. Allah’ın rahmeti onların üzerine olsun’ hadisini yerine getirmek için evlenmek istiyordum.’’
Ve onun yerine getirmek istediği kısım buydu. ‘’Allah’ın (sübhane ve teala) rahmeti ve merhameti o kadın üzerine olsun ki, gece teheccüde kalkar ve eşini de kendisiyle beraber kılmak için uyandırır ve eğer kalkmazsa karısı onun üzerine su serpiştirer’’.
‘’Vallahi! Bana bu fırsatı verdiğin için sana çok minnettarım. Bu hadisi yerine getirmeği o kadar çok istiyordum ki. Güzel olmadığım için evlenemeyeceğim diye bir az ümitsizdim. Şimdi hadisi benimle birlikte tamamlar mısın? Kalkıp namazda bana imamlık yaparmısın? Benimle teheccüt kılar mısın?’’
Genç kalktı ve namazda imamlık yaptı. Müslüman kardeşlerim, bu adam Allah’a yemin ediyor ki, imamlık yaptığım teheccüt namazını bitirdikten sonra karıma baktığımda sanki dünyanın en güzel kadınına bakıyordum.
İşte böyle kardeşlerim, diziler ve filmler sizi aldatmasın. Aşk kalbe Allah için giriyor. Allah eşini sana sevdire bilir, ama sen ve eşin Allah’a itaat edin. Eşine namazda imamlık yap. Sana imamlık yapmak için gece onu uyandır. Onların şimdi Kur’an hafızı ve ilim sahibi torunları var ve yakında onlardan bazıları Ümmetin alimleri olmak üzreler.
Müslüman kardeşlerim! Allah’ın emirlerini test etmeyin. Eğer filmlerde denilen ‘’sonsuz mutluluk’’ istiyorsanız..Evlilik zor bir kurum. Sadece şu yetiyor ki, baş şeytan karı-koca arasını açan şeytanın başına taç koyuyor. Senin iyi bir hayat arkadaşına, ortağa ihtiyacın var. Ve aramalı olduğun özellik ‘’doğruluk’’ ve ‘’dindarlık’’. Eğer bunu yaparsan bu dünyanın en iyisini kazanırsın. Ve Allah’ın izniyle Cennette arınmış eşlerinizle olursunuz.

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 28 Nis 2015 09:54:55
İKİ KÖLE
Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.

    Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz söyletemedi.

    Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi.

    “Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne olurdu.” dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.

    Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.

    Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:

    – “Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git.” dedi.

    – Güzel ve iyi yüz, kötü huyla birlikte olursa bir kalp akça bile etmez.

Çevrimdışı seliali

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 28 Nis 2015 21:57:24
" Bize O Kapıyı İtmek Düşer.." Vaktiyle bir padişah kendisine bir vezir bulmaya karar vermiş ve böyle kocaman bir kapı yaptırmış. Yaptırdığı kapının ortasına onlarca kilit yaptırmış. Kimisi sürgülü, kimisi halka kilit vesaire derken baştan aşağı her tarafa kilit yaptırmış. Ve ondan sonra vezir adaylarını bir bir buyur etmiş.  İlk giren adama demiş ki:

- “Sen benim vezirim olmak istiyorsun, değil mi?”

O da demiş:

- “Evet efendim.”

- “Eğer benim vezirim olmak istiyorsan, şu kapıyı anahtar kullanmadan, levye kullanmadan, hiç bir alet kullanmadan açmanı istiyorum” demiş.

Vezir adayı şöyle bir dönmüş kapıya, bakmış ve demiş ki:

- “Efendim bu mümkün değil, kaldı ki anahtar bile olsa bu kapıyı açmak saatler sürer.”

O da demiş ki:

- “Peki, sen git ötekisi gelsin.”

Öteki gelmiş, ona aynısını söylemiş, O demiş:

“Efendim mümkün değil anahtar bile olsa…”

Öteki gel, öteki gel falan derken, en son vezir adayı girmiş içeriye. Padişah demiş ki:

- “Sen vezir olmak istiyorsan, şu kapıyı anahtarsız, levyesiz, hiç bir alet edavat kullanmadan açmanı istiyorum.”

Adam şöyle bakmış kapıya, bakmış, dönmüş demiş ki padişaha:

- “Devletli Sultanım! Aslında aklım der ki: ‘Bu kapı böyle açmaya açılmaz.’ Lakin bize itmek düşer” demiş ve elini uzatıp o kapıyı şöylece ittiğinde kapının açılıverdiğini ve aslında kilitlerin hiç birinin kapalı olmadığını görmüş.  .. Bazen herşey çok karmaşık görünür, çözülmez ve zor.. Aslında öyle olmadığını farklı bir yol denemeden bilemeyiz.en zor görünen bir sorun bile en basit yöntemle çözülebilir..

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.893
  • 228.001
  • 28.893
  • 228.001
# 29 Nis 2015 06:28:04
Günahlarımı Affedeceğini Vaad Etmiş | Bir Kıssa Bin Hisse
Şam ehlinden, güçlü-kuvvetli, nüfuz sahibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hazret-i Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara, Ömer -Radıyallâhu Anh- o kimseyi göremez oldu. Çevresindekilere:
“–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?” dedi.
“–Ey Mü’minlerin Emîri! O kendini içkiye verdi.” dediler.
Hazret-i Ömer kâtibini çağırarak:
“–Yaz!” dedi.
“‒Ömer bin Hattâb’dan falan kimseye! Selâm sana! Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve ihsânı bol olan Allâh’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.”
Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-, mektubu yazdırınca arkadaşlarına dönerek:
“–Allâh’a yönelmesi ve Allâh’ın da tevbesini kabul buyurması için kardeşinize duâ ediniz!” dedi.
O zât, Hazret-i Ömer’in mektubunda zikrettiği; «(Allah) günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin olandır…» (el-Müʼmin, 3) âyet-i kerîmesini tekrar tekrar okudu ve:
“–Allah beni hem azâbıyla korkutmuş, hem de.” diyerek ağladı ve güzelce tevbe etti.
Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-, o zâtın tevbe ettiğini haber alınca:
“–Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde, onu doğru yola getirmeye, Allâh’ın affından ümitvâr olmasını sağlamaya çalışınız. Tevbe nasîb etmesi için Allâh’a duâ ediniz. Kendisine bedduâ ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız.” dedi.
Kaynak; İbn-i Kesîr, Tefsir, IV, 76)]

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Nis 2015 10:52:31
HAYATIN ANLAMI

Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı… Bulduğu hiç bir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş…
Ama aldığı cevaplar da ona yetmemiş. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş. Herkese bunu sormaya karar vermiş…Köy, kasaba, ülke dolaşmış bu arada zamanda durmuyor tabi ki… Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona:
”Şu karşı ki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar, istersen ona git belki o sana aradığın cevabı verebilir” demişler.
Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş… Bilge sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor demiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. “Simdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel… Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin eğer bir damla eksilirse kaybedersin”.
Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış:

” Evet, demiş kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı? Adam şaşkın…
”Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakamadım ki“.
Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş bilge… Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzelliklerden büyülenmiş muhteşem bir bahçedeymiş çünkü … Geri geldiğinde bilge, adama bahçenin nasıl olduğunu sorunca gördüğü güzelliklerden büyülendiğini anlatmış adam. Bilge gülümsemiş , “ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş:

“Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Sadece bir noktayı görürsen hayatın akıp gider sen farkına varmazsın… Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın; akıp giden zamanın anlam kazanır…”

“Hayatının anlamı senin bakış açında gizlidir”

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 29 Nis 2015 13:07:30
Çinli Bir Okçu

NAKAŞİMA TON1942 de otuzüç yaşındayken ölen Nakaşima Ton (öbür adıyla: Atsuşi), Çinli bir bilgin ailesindendi. Çin klasik eserleri hakkında kendisinin de çok derin bir bilgisi vardı. Ayrıca Fransız, İngiliz ve Alman Edebiyatlarını iyice öğrenmişti. Gençliğine rağmen kendisini meşhur eden hikayelerinde derin bilgisinin, çok kişisel hayalinin izleri vardır. Fakat o asıl üslubu ile ün almıştır. Nakaşima’nın üslubundaki ağır başlı ve açık eda, yazarın klasik Çin üslubunun etkisi altında kaldığını göstermektedir.”Büyük Usta” adlı hikayesi, “Taoist” felsefesinden ilham almaktadır. Hikayenin kahramanı olan Çi ǒang, dağlarda oturduğu sırada “Teh”e, yani aklın en yüksek derecesine veya kudrete erişir ki, Taoist mezhebi saliklerine göre böylece, yeri göğü oynatacak hale gelir. Ermişlik ve cezbe sayesinde, eşya üzerinde uzaktan bile etki yapacak büyülü bir kudret elde eder.Taoist’lere göre sanat, bütün şekilleriyle, bu felsefede büyük bir rol oynar. Çünkü bunların fikrince, sanatçılar ve zanaatkarlar yaratıcı kudretlerini Tao’nun evrensel ülkesinden almaktadırlar.Bu hikayede, bir uçurumun kenarında cereyan eden sahnede olduğu gibi, “Teh”e erişen bir kimse artık, ne şekilde olursa olsun, tehlikeden yılmaz.Buna göre: “Hareketin en yüksek kertesi, hareketsizliktir.” Kudretin zirvesine erişen adam, başkalarının karşısına kudret sahibiymiş gibi çıkmaz. Bunun için de kudreti muhafaza eder.Ancak sınırlı bir kudrete sahip olan kimsedir ki, bu kudretini göstermekten kendini alamaz. Onun için de aslında o hiçbir kudrete sahip değil demektir. Şu halde:Kudretin zirvesine erişen adam harekete geçmez…Ancak sınırlı bir kudrete sahip olan adam harekete geçer… BÜYÜK USTAYazan:Nakaşima TONEvvel zaman içinde, Çin’in eski Çao devletinin başkenti olan Hantan şehrinde Çi ǒang adlı bir adam vardı. Bu adam, yeryüzündeki okçuların en ustası olmayı amaç edinmişti.Uzun araştırma, soruşturmalardan sonra, bu zanaatta en çok ün salmış ustanın Vei Fei adında bir kimse olduğu öğrenildi. Söylendiğine göre, bu adam öylesine ustaymış ki, sadağındaki bütün okları yüz adım ileriden, karşısına hedef olarak diktiği tek bir söğüt yaprağına atabilirmiş.Bunun üzerine Çi ǒang az gitti, uz gitti; Vei Fei’nin öğrencisi olmak için, onun oturmakta olduğu uzak diyara ulaştı.Vei Fei ilkin ona, hiç göz kırpmadan uzun zaman durmayı öğrenmek gerektiğini öğütledi. Çi ǒang memleketine döndü. Eve varınca karısının dokuma tezgahının altına girdi, altında upuzun yattı. Böylece, yüzünden birkaç milimetre yukarıda hareket etmekte olan ayaklığın gidip gelişine hiç göz kırpmadan bakmayı öğrenmek istiyordu.Karısı onu bu halde görünce pek şaştı: “Böyle bir yere yerleşmiş bir erkeğin karşısında, bu erkek kocamda olsa çalışamam ben.” Dedi. Fakat sonunda razı oldu, başladı ayaklığa basıp tezgahı işletmeye.Çi ǒang her gün dokuma tezgahının altına girdi, hiç göz kırpmadan bakmak için idman yapmaya koyuldu. İki yıl sonra, ayaklık kirpiklerinden birine değse bile, göz kapağını hiç kımıldatmamak işini başarmıştı.Tezgahın altından son defa çıktığında, Çi ǒang kendini soktuğu bu sıkı disiplinin meyve vermeye başladığını gördü. Ne göz kapağınıa birinin vurması, ne korlardan bir kıvılcımın sıçraması, ne de birdenbire önünde dönmeye başlayan toz bulutları… hiç, ama hiçbir şey göz kırptırmıyordu ona. Göz kaslarını (adale) hiç hareketsiz tutmayı öylesine başarıyordu ki, uyurken bile gözleri açık kalıyordu. Bir seferinde oturmuş, boşluğa bakarken, küçük bir örümcek geldi, ağını onun kirpikleri arasına kurdu. Bunun üzerine Çi ǒang da artık ustasının karşısına çıkmak zamanının geldiğine hükmetti.Çi ǒang yaptığı işi anlattığı zaman Vei Fei : “Göz kırpmamasını

bilmek, bu işin başlangıcıdır,” dedi. Şimdi de eşyaya bakmasını öğren; çok küçük olan bir şey sana küçük, küçük olan bir şey de büyük görünmeye başladığı zaman yine gel, beni gör.” Bunun üzerine Çi ǒang yine memleketine döndü. Bu sefer bahçeye gidip minicik bir böcek araştırdı. İnsanın çıplak gözle zor görebileceği kadar küçük bir böcek bulunca, bunu ufacık bir ot parçasının üstüne yerleştirdi, Ot parçasını da odasının penceresinde bir yere tutturdu. Gidip odanın ta öbür ucunda durdu ve günler, günler boyunca böceğe baktı. Önceleri güçlükle seçebildi onu; ama bir hafta sonra, böcek azıcık daha büyümüş gibi geldi ona. Üçüncü ayın sonunda böcek, bir ipekböceğinin boyuna erişmiş gibiydi, Çi ǒang da onun vücudundaki ayrıntıları açıkça seçebiliyordu.Bütün bunlar olup biterken, Çi ǒang mevsimlerin değiştiğini ancak farkedebilmişti: İlkbaharın parlak güneşi gitmiş, onun yerini yaz ortasının fırın gibi sıcağı almıştı; derken az sonra, güz mevsiminin berrak gökünde yabanördeği sürüleri uçuşmaya başladılar. Güz de geldi geçti; peşinden sisi pusu , yağmuru, karı ile kış geldi. Amma Çi ǒang’ın gözü artık, minicik ot parçasının üstündeki hayvancıktan başka şey görmez olmuştu. Deneyleri için kullandığı bu böceklerden biri öldükçe ya da kayboldukça, Çi ǒang’ın uşağı ona yine böyle ufacık başka bir böcek buluyordu. Fakat her seferinde böcek daha büyük görünmekteydi.Çi ǒang tam üç yıl, odasından hemen hemen hiçbiryere kımıldamadı. Derken günün birinde, pencerenin önüne yerleştirilmiş olan böcek bir at boyundaymış gibi geldi ona. Dizine bir tokat yapıştırarak: “Hah! Tamam!” diye bağırdı ve dışarıya fırladı.Gözlerine inanamıyordu: Atlar dağ, domuzlar tepe, piliçler kule büyüklüğünde görünüyordugözüne!Sevinçten zıplayarak evine koştu, yayına bir ok taktı, nişan aldı ve destek ödevi gören ot parçasına hiç değmeksizin, böceği tam yüreğinden vurdu.Hemencecik de Vei Fei’yi görmeye gitti. Usta bu sefer biraz şaşmış olmalı ki: “Aferin!” dedi. Çi ǒang beş yıldan beri okla nişan atma işini inceden inceye öğrenmeye koyulmuştu; şimdide yaptığı sıkı talimlerin faydasız değil; tersine, çok faydalı olduğunu anlıyordu. Nişan atma babında her marifeti yapacak halde sanıyordu kendini. Bundan emin olmak için memleketine dönmeden önce, çok çetin birtakım sınavlar yapmayı tasarladı. Herşeyden önce, Vei Fei’nin büyük marifetini oda göstermeyi düşündü ve yüz adım uzaktan, sadağında ne kadar ok varsa, hepsini bir söğüt yaprağının içinden geçirme işini başardı. Birkaç gün sonra bu deneyi yeniledi ama, bu sefer daha büyük okunu kullandı; ayrıca sağ koluna, dirseğinin hizasınada ağzına kadar dolu bir bardak su yerleştirerek bunu dökmemeye çalıştı. Bardaktan tek bir damla bile dökülmedi, okların hepsi de hedefe isabet etti.Ertesi hafta yüz tane hafif ok aldı, bunları epey uzak bir hedefe attı. Birinci ok hedefe vurdu, ikincisi birincinin kertiğinin tam ortasına; üçüncüsü ikinci okun kertiğinin tam ortasına girdi ve bu, göz açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda, böylece sürüp gitti. Öyleki yüz ok şimdi yayla hedefin ortası arasında dümdüz bir çizgi haline gelmişti. Çi ǒang öylesine ustalıkla nişan almıştı ki, sonuncu oku da attığı zaman, oklardan meydana gelen uzun sıra havada titredi ama, düşmedi. Vei Fei de bu sınavda hazır bulunmuştu. Bu hali görünce: “Aferin!” diyerek takdirlerini belirtmekten kendini alamadı.Aradan iki ay geçip Çi ǒang nihayet evine döndüğünde karısı, bu kadar uzun zaman yüzüstü bırakılmış olmaktan ötürü kızarak, kocasına öfkeyle çıkıştı. Karısında kavga için uyanan arzuları yatıştırmak için, Çi ǒang hemen yayına bir ok yerleştirdi, yayın birisini var gücüyle çekerek oku, karısının gözünün tam üstüne attı. Ok, kadının üç kirpiğini kopardı; fakat Çi ǒang oku öylesine iyi nişan alarak atmıştı ki, karısı bu halin farkına bile varmadı; gözünü bile kırpmadan söylenmeye, bağırıp çağırmaya devam etti.Çi ǒang’ın artık ustası Vei Fei’den öğrenecek birşeyi kalmamıştı. Amacına erişmişti

nihayet. Erişmiş sayılırdı yahut: Birdenbire nahoş bir tarzda irkilerek farketti ki, bu amaçla kendisi arasında bir engel vardır, ve bu engel de Vei Fei’nin ta kendisidir.Evet, Usta hayatta oldukça, Çi ǒang hiçbir zaman, dünyanın birinci okçusu benim, diyemeyecekti. Ustalıktan yana, Vei Fei’ye eşit olsa bile, onu hiçbir zaman geçemeyecekti, biliyordu bunu. Bu adam yaşadıkça, Çi ǒang’ın kırlarda dolaşırken ta uzaklarda Vei Fei’yi gördü. Bir saniye bile çekinmeden, yayını kaldırdı, buna bir ok yerleştirdi, nişan aldı. Beri yandan, ihtiyar usta da olup bitecekleri içgüdüsüyle seziverdi; şimşek hızıyla o da yayını gerdi. İkisi de oklarını aynı anda attılar. Yarı yolda oklar birbirine çarptı, yere düştü. Çi ǒang hemen ikinci bir ok attı ama, bu da Vei Fei’nin hiç şaşmayan yayından çıkan başka bir okla çarpışıp yarı yolda kırıldı.Bu acaip düello, ustanın sadağında tek bir ok kalmayıncaya kadar devam etti ama, öğrencinin sadağında bir ok daha vardı. Çi ǒang bu oku atarken: “Talihim varmış doğrusu,” diye mırıldandı.Vei Fei yanıbaşında bulunan bir akdiken kümesinden bir dal kopardı. Ok ıslıklar çala çala kalbine doğru uçarken gelip dikenli dalın tam ortasına çarparak yere düştü.Korkunç düşüncesinin böylece gerçekleşmediğini gören Çi ǒang, içini büyük bir pişmanlık duygusunun kapladığını hissetti. Ama ne var ki, oklarının birisi gidip de hedefe vursaydı, bu pişmanlık duygusu onu hiç de rahatsız etmeyecekti muhakkak.Beri yandan Vei Fei de böyle bir tehlikeyi savuşturduğu için öyle ferahlık; kendi ustalığının bu yeni ispatı karşısında da öyle memnunluk duydu ki kendisini öldürmeye kalkışan adama karşı en ufak bir öfke bile beslemedi. İki adam birbirlerinin kollarına atılarak, gözleri yaşarmış olduğu halde, canı gönülden kucaklaştılar. (Gerçekten de, eski çağların kuralları pek acaipmiş! Nitekim insan, çağımızda böyle bir şeyin mümkün olabileceğine inanamaz! Yüzyıllar boyunca insan yüreği pek değişmiş olmalı. Yoksa, örneğin, şu iki kişinin davranışlarını nasıl izah etmeli? Vaktiyle imparatorun İ Ya adında bir aşçıbaşısı varmış. Huan adında bir prens de günün birinde bu aşçıdan akşam yemeği için hiç görülmemiş, lezzetli bir yemek istemiş. İ Ya kendi oğlunu pişirmiş, gelip yerlere kadar eğilerek prensten, bu yemeği bir tatmasını dilemiş. Sonra bir de şu on beş yaşındaki delikanlının hikayesi vardır: bu delikanlı, Çin hanedanının ilk imparatoru olacaktır sonradan. Fakat babasının öldüğünün ertesi gece, ihtiyarın en gözde cariyesiyle üç defa sevişmiş, bu yüzden kılı bile kıpırdamamıştır.) Vei Fei korkunç öğrencisini kucaklayarak böylece bağışlarken, bundan sonra hayatının tehlikede olduğunu gözden uzak tutmadı. Bu devamlı tehdidi kendisinden uzaklaştırmak için tek bir çare vardı: Çi ǒang’ın zihnini başka bir amaca doğru çelmek.Öğrencisinin kollarından ayrılırken: “Dostum, dedi gördün ya, ok atışında ne kadar bilgim varsa öğrettim sana. Amma, bu zanatı daha iyi öğrenmek istersen Ba bölgesindeki Ta Hsing geçidini aş, Ho dağının doruğuna tırman. Orada çok saygı değer usta Kan Ying’i bulacaksın. Okçulukta kimse onunla boy ölçüşememiştir,bundan sonra da ölçüşemeyecektir. Onunkine kıyaslarsak okçulukta bizim ustalığımız çocuk oyuncağı gibi kalır. Kan Ying usta şimdi, yeryüzünde sana yeni bir şey öğretebilecek tek insandır. Git oraya, hala hayattaysa öğrencisi ol onun.”Çi ǒang hemen batıya doğru yola çıktı. Marifetlerinden çocuk oyuncağı diye sözedilmesi onuruna dokunmuştu;erişmeyi o kadar istediği ustalıktan henüz uzak olduğunu keşfetmekten de ayrıca çekiniyordu. Kendi hünerini bu yaşlı ustanınkiyle kıyaslayabilmek için, mümkün olduğu kadar çabuk Ho dağına tırmanmak amacındaydı.Ta Hsing geçidini aştı, sarp yamaçlara tırmandı. Çok geçmeden ayakkabıları eskiyip parçalandı; yaralarla dolu ayaklarından, bacaklarından kanlar akıyordu. Ama o yine yılmadı, usanmadı; düzduvar gibi kayalar tırmandı, korkunç uçurumlar üstüne yerleştirilmiş dar tahtaların üstünden

aştı. Bir ayda Ho dağının doruğuna tırmandı, hemencecik de Kan Ying’in oturmakta olduğu mağaraya doğru yol almaya başladı. Karşısında kuzu gibi tatlı bakışlı bir ihtiyar buldu: Pek yaşlıydı bu adam. Çi ǒang onun kadar yaşlı bir insana hiç rastlamamıştı doğrusu. Adamın kamburu çıkmıştı, yürüdüğü zaman ak saçları yerlerde sürünüyordu.Çi ǒang: “Bu kadar yaşlı bir adamın kulaklarıda sağır olmalı herhalde,” diye düşünerek yüksek sesle:”Okçulukta sandığım kadar usta olup olmadığımı anlamak için geldim buraya.” dedi. Kan Ying’in karşılık vermesini beklemeden, omuzundan asılı büyük yayı yakaladı, buna bir ok yerleştirdi. Sonra başlarının üstünde, mavi göğün çok yükseklerinden geçmekte olan bir göçmen kuşlar sürüsüne nişan aldı. Hemencecik de beş tane kuş vurulup düştü. İhtiyar adam hoşgörür bir eda ile gülümseyerek:”Sadece ok ve yayla nişan atmak derler buna canım, diye bağırdı, hedefe oksuz, yaysız isabet ettirmesini öğrenmedin demek. Gel bakayım.” Dünyadan elini eteğini çekmiş bu adamın karşısında başarısızlığa uğradığı için pek alınan Çi ǒang onun peşine düştü. İkisi birden, hiç söz söylemeksizin, mağaradan iki yüz adım kadar uzakta olan bir uçurumun kenarına kadar gittiler. Çi ǒang uçuruma şöyle bir bakınca kendi kendine:”Çang Tsai’nin eski çağlardaki hikayelerinde sözü geçen üç bin endaze derinliğindeki uçurumun kenarındayım galiba ,” diye düşündü. Ta dipte, çok uzakta, sellerin meydana getirdiği bir derenin kayalar arasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla, bir şerit gibi aktığını gördü. Gözleri karardı, başı dönmeye başladı.Beri yandan Kan Ying usta çevik adımlarla, uçurumun üstüne uzanan dar bir çıkıntıya doğru seğirtmişti;Çi ǒang’a dönerek onu çağırdı:”Göster bakalım marifetini şimdi, dedi, bulunduğum yere gel ve elinden ne geliyorsa yap hadi.”Çi ǒang çok onurlu olduğundan bu meydan okuyuşu kabul etti ve hiç çekinmeden ihtiyarla yer değiştirdi. Fakat çıkıntıya ayak basar basmaz burası hafif hafif sallanmaya başladı. Çi ǒang korkuyordu ama belli etmedi, yayını aldı, parmakları titreyerek buna bir ok geçirmeye çalıştı. O sırada bir taş parçası yuvarlandı ve boşlukta birkaç yüz metre bir derinliğe doğru düşmeye başladı. Taşın düşüşünü gözleriyle takip eden Çi ǒang, dengesini yitireceğini anladı. Çıkıntının üzerine uzandı ve kayanın kenarını sımsıkı yakaladı. Dizlerinin bağı kesilmiş, her yanını ter kaplamıştı.O zaman ihtiyar bir kahkaha kopardı, sağlam toprağa dönmesine yardım etmek için elini uzattı ona. Sonra bir sıçrayışta çıkıntının üstüne atlayarak: “Dur da okla nişan almak nedir gerçekten, göstereyim sana.” Dedi. Çi ǒang yüreği küt küt attığı ve rengi uçmuş olduğu halde yine de, ustanın ellerinde hiçbir şey bulunmadığını farketti.Boğuk bir sesle: “Peki, yayın nerde?” diye sordu.İhtiyar gülerek: “yayım mı?” dedi, “bir okçu yayla oka muhtaç olduğu müddetçe zanaatının henüz başında demektir. Usta bir okçunun bu gibi şeylere hiç ihtiyacı yoktur.”Tam başlarının üstünde bir akbaba dolaşıp duruyordu. İhtiyar, kuşa baktı, Çi ǒang da onun bakışını takip etti. Yırtıcı kuş öylesine yüksekteydi ki, Çi ǒang’ın alışkın gözlerine bile bir susam tanesinden daha büyük görünmüyordu.Kan Ying, görünmeyen bir yayın üzerine görünmeyen bir ok yerleştirdi, kirişi iyice gerdikten sonra oku attı. Çi ǒang havada bir ıslık sesi duyar gibi oldu. O saniyede de akbaba kanat çırpmaz oldu.Tam dokuz yıl o dağda ihtiyar keşişle beraber yaşadı. Bu süre içinde ne türlü idmanlar yaptığını hiç kimse hiçbir zaman bilemedi. Onuncu yıl dağın doruğundan inince, herkes ondaki değişikliği görerek şaşırdı. O küstah, kararlı edasından eser kalmamıştı; şimdi bir meczup gibi manasız, aptallaşmış bir hali vardı. Kendisini ziyarete gelen eski hocası Vei Fei onu görür görmez:”Hah, dedi görüyorum ki , okçulukta usta olmuşsun artık. Senin ayağına su bile dökemem ben.”Hantan halkı Çi ǒang’ı alkışladı ve imparatorluğun en iyi okçusu diye göklere çıkardığı bu adamın, marifetlerini göstermesini bekledi.

Fakat Çi ǒang onların bu bekleyişini boşa çıkardı. Bir kerecik bile bir yaya, bir oka el sürmedi. Dağlara giderken yanında götürdüğü büyük yayı geri getirmemişti. Niçin böyle yaptığını kendisine sorduklarında, ağır bir sesle karşılık verdi:”Hareketin en yüksek kertesi, hareketsizliktir. Belgatin en yüksek kertesi, hiç konuşmamaktır. Ok atmadaki en yüksek ustalık derecesi ise hiç ok atmamaktır.”Hantan’lıların en akıllıları onun ne demek istediğini hemen anladılar ve bir yaya el sürmek istemeyen bu usta okçuya karşı derin saygı duydular. Onun verdiği bu red cevabı yüzündendir ki, ünü gittikçe büyüdü.Çi ǒang hakkında ortalıkta türlü söylentiler dolaştı. Anlatıldığına göre gece yarısından sonra evinin damı üzerinde, görünmez bir yayın kirişinin gerilişini duymak mümkündü. Bazılarının söylediklerine göre ise, okçuların tanrısı gündüzleri ustanın ruhunda yaşamakta, akşam olunca da onu kötü ruhlardan korumak için dışarıya çıkmaktaydı. O dolaylarda oturmakta olan bir tacir, şöyle bir şey anlattı ve bu söylenti , ağızdan ağıza dolaştı:Bu tacir bir akşam Çi ǒang’ı bir bulutun üstüne ata biner gibi binmiş olduğu halde görmüştü. Fakat bu sefer yayını da yanına almıştı ve adları efsanelerde geçen Hu İ ve Yang Yu-Çi adındaki ünlü okçularla ustalık yarışı yapmaktaydı. Tacire bakılırsa, bu üç usta tarafından atılan oklar, karanlık gökte, Orion ve Sirius yıldız kümeleri, arasında kaybolmuş, peşleri sıra da tıpkı bir şimşek gibi, mavi bir iz bırakmışlardı. Sonra bir hırsız da şuhikayeyi anlattı:Bu hırsız tam Çi ǒang’ın evine girmeye hazırlandığı sırada pencereden fışkıran kuvvetli bir havasoluğu alnının tam ortasına çarpmıştı. Bu soluk o kadar kuvvetliydi ki, hırsıza inanmak gerekirse, adam yere yuvarlanmıştı bu yüzden.O gün bu gün de yüreğinde kötü niyetler besleyen kimseler, Çi ǒang’ın evinin dolaylarına gitmediler. Hatta göçmen kuşların bile, onun evinin damı üzerinden uçmaktan kaçındıkları söyleyenler oldu.Ünü imparatorluğun her yanına yayılır, hatta göklere kadar çıkarken, Çi ǒang ihtiyarladı. Gitgide bedenle, ruhun artık dış alemle meşgul olmadıkları; hem dinlendirici, hem vekarlı bir sadelik içinde, sırf kendi içlerine kapanarak yaşadıkları mertebeye erişti. Çehresinde hiçbir ifade izi kalmadı; aldırmaz tavrını hiçbir dış kuvvet bozamadı. Şimdi artık onun pek seyrek konuştuğu işitiliyordu:herkes onun soluk alıp almadığını dahi bilemeyecek hale geldi hatta. Örgenleri (uzuvları) çoğu zaman bir ağacın kuru cansız görünüşünü hatırlatıyordu. Kainatın ana organik kanunlarının gidişine bu kadar iyi ayak uydurmuş; eşyanın dış görünüşlerinden ileri gelen tesadüflerden, tezadlardan kendisini öylesine kurtarmıştı ki, ömrünün sonlarına doğru “ben” ve “o”, “şu” ve “bu” arasında hiçbir fark gözetmiyordu. Duyu yoluyla edinilen izlenimlerin (intiba) sonuçları onu ilgilendirmiyordu artık. Ona sorarsanız, gözü bir kulak, kulağı bir burun, burnu da bir ağız olabilirdi pekala.Dağlardan dönüşünden kırk yıl sonra Çi ǒang, tıpkı havada yayılan bir duman gibi, sessiz sedasız, bu dünyadan göçüp gitti. Bu kırk yıl içinde ne ok atmaktan sözetti, ne de bir yayla oklara el sürdü.Rivayet ederler ki, öldüğü yıl, bir gün dostlarından birini ziyarete gittiğinde, bir masanın üstünde bir şey görmüş. Bu şeyi tanır gibiymiş ama ne adını, ne de neye yaradığını hatırlayamamış. Boş yere zihnini yorduktan sonra dostuna dönerek:”Şu masanın üstünde duran şey nedir Allahaşkına söylesene bana, demişti. Adı ne bunun ve ne işe yarar?”Ev sahibi sanki Çi ǒang şaka ediyormuş gibi, bir kahkaha koparmış. İhtiyar sorusunu tekrarlamış, ama, dostu yine gülmüş, fakat eskisi kadar candan yapmamış bunu. Çi ǒang pür ciddiyet üçüncü defa aynı şeyi sorunca, arkadaşının beti benzi uçmuş. Dikkatle Çi ǒang’ın yüzüne bakmış. Sözlerini iyice işittiğini, beri yandan ihtiyar adamın hiç aklından zoru olmadığını ya da kendisine şaka etmediğini anlayınca, boğuk bir sesle şöyle kekelemiş: “Ah usta! Gerçekten de bütün çağların en büyüğüsün sen muhakkak; bir yayın ne olduğunu ne işe yaradığini unutmuşsun çünkü!”Yine rivayet

ederler ki, bu olaydan sonra,ressamlar fırçalarını kaldırdıkları gibi, çöplüğe atmışlar, çalgıcılar çalgılarının tellerini koparmışlar, dülgerler de ellerindeki ölçü aletlerini kullandıkları görülmesin diye, bucak bucak saklamışlar. Ve bu yıllar yılı, Hantan şehrinde böylece sürüp gider.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.893
  • 228.001
  • 28.893
  • 228.001
# 29 Nis 2015 22:46:13
KABUL EDİLEN DUA
Dr. İşân Hüseyni , Pakistanlı idi. Yaptığı büyük hizmetlerden dolayı ödül almak için uluslararası bir konferansa gidiyordu. Uçağa bindi..
Ancak havada bir arıza olmuş ve yıldırım çarpması sonucu uçak en yakın havaalanına inmek zorunda kalmıştı.
Bir sonraki uçak 16 saat sonra kalkacaktı. Sinirlendi ve o toplantıya muhakkak yetişmem lazım. 16 saat bekleyemem diye sinirlenerek bağırdı.
Görevliler gideceği şehirin 6 saat uzaklıkta olduğunu ve isterse araba kiralayarak gidebileceğini söylediler.
Acele yola çıktı ama aksilik bu sefer de yolda şiddetli yağmurdan göz gözü görmez olmuş ve selden dolayı araç gidemez olmuştu.
Yol kenarında eski bir evin kapısını çalıp hızla içeri girdi.Yaşlı bir kadın içeride oturuyordu. Süratle ona telefonu verir misin telefon etmem lazım!! dediğinde kadın tebessüm ederek dedi ki : Görmüyor musun evladım ne telefonu. Burada ne telefon ne de elektrik var. Geç az dinlen ve az yemek ye çay içip dinlen. Sonra düşünürsün bu işleri.
Adam çaresiz az ısınarak yemek yedi ve çayını yudumlarken yaşlı kadın namaz kılıp uzun uzun dualar etti.
Dikkatle baktığında kadının bir beşiği salladığını ve beşikte çok küçük bir bebeğin hareketsiz durduğunu gördü.
- Kimin bu bebek anacığım? Hayırdır bu kadar uzun ağlayarak dua ettin.
- Hem annesi hem de babasından yetim olan torunumdur. Ağır hastalığı var. Bölgedeki hiçbir doktor çaresini bulamadı. Dediler ki : İşan Hüseyni adlı bir doktor var. Çaresi ondadır. Ancak çok uzakta olduğundan birkaç gündür Allaha dua ediyorum ki Allah bu bebeğin işini kolaylaştırsın.
- Doktor Hüseyni ağlayarak dedi ki : Kalk anacığım. Allah senin duanı kabul etti. Senin duan yıldırımlar çaktırıp uçağı yere indirdi.Seller akıttı ve sonunda beni size ulaştırdı.Dr. İşan Hüseyni benim.
Allahın kullarına böylece isteğini ulaştıracağına kalpten iman ettim.
Bütün yollar kapanınca yeri göğü Yaradan'a sığın.

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.452
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.452
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 29 Nis 2015 23:19:24
Bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Ölülerle oturmaktan sakının, zira kalpleriniz ölür!” buyurduğunda kendisine:

“–Ölüler kimlerdir?” diye sorulur. Şu karşılığı verir:

“–Ölüler, dünyaya dalan (ve böylece âhireti unutan)lardır.” (Ebû Tâlib el-Mekkî, Kūtü’l-Kulûb, Beyrut 1426, c. I, sf, 176)

Çevrimdışı efoo

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.578
  • 87.618
  • Müdür Yetkili
  • 5.578
  • 87.618
  • Müdür Yetkili
# 30 Nis 2015 21:40:03
Ahirette özür ve bahane yoktur
Cafer Sadık hazretleri "rahmetullahi aleyh" şöyle buyurdu:
"Güzelliğinden dolayı günaha bulaşan güzel bir kadını, kıyamet günü getirdiklerinde: "Neden günah işledin?" diye soracaklar. Cevaben diyecektir: "Yâ Rabbi, beni güzel yarattın, bu yüzden günah işledim!" Bu sırada Allahü teala, Hazret-i Meryem'i getirmelerini emredecektir. O kadına: "Sen mi daha güzelsin yoksa bu mu? Biz onu daha güzel yarattık ama o güzelliğinden dolayı aldanıp günaha düşmedi!" denilecektir.
Daha sonra yakışıklığından dolayı günaha düşen yakışıklı bir erkeği sorguya çektiklerinde: "Neden günaha düştün?" diye soracaklardır. O cevaben şöyle diyecektir: "Yâ Rabbi, beni yakışıklı yarattın; bundan dolayı kadınlar bana yöneldi, ben de aldanarak günaha düştüm!" Bu sırada Yusuf aleyhisselamı getirerek ona: "Sen mi daha yakışıklısın yoksa Yusuf mu? Biz ona cemal ve güzellik verdik ama o aldanarak günaha düşmedi!" denilecektir.
Daha sonra bela ve sıkıntılarından dolayı isyan ederek günaha düşen birisini getirecekler. "Neden isyan ederek günaha düştün?" dediklerinde şöyle diyecek: "Yâ Rabbi, bana şiddetli bela, musibet ve sıkıntılar verdin, bu yüzden isyan ederek günaha düştüm" Bu sırada Eyyub aleyhisselamı getirerek o adama şöyle denilecek: "Senin belan mı daha şiddetli idi yoksa Eyyub'un mu? Halbuki biz onu şiddetli belaya uğrattık ama o isyan ederek günaha düşmedi" denilecektir.
İşte böylece özür ve bahane yolu günahkârlara kapanmış olacaktır.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.893
  • 228.001
  • 28.893
  • 228.001
# 30 Nis 2015 22:26:15
Ekmek İstedin Afiyet İstemedin | Bir Kıssa Bin Hisse
İmam Kuşeyri (k.s.) naklediyor:
Sufinin birisi sürekli,
”Allah’ım, senden afiyet istiyorum, Allah’ım senden afiyet istiyorum…!” diye dua ediyordu. Kendisine niçin sürekli böyle dua ettiğini sorulunca, şöyle anlattı:
”Ben, manevi terbiyeye ilk girdiğim günlerde hamallık yapıyordum. Birgün ağırca bir un yükü taşıyordum,
dinlenmek için yükü bir yere koydum. Orada,
”Ya Rabbi, eğer her gün bana yorulmadan iki ekmek versen, onlarla yetinirdim!” diye dua ettim. O sırada önümde iki kişi döğüşmeye başladılar; ben de aralarını bulayım diye yanlarına vardım. Birisi, elindeki şeyi hasmına vurmak isterken başıma vurdu, yüzüm kana bulandı. O sırada mahallenin asayişinden sorumlu kimse gelip ikisini yakaladı, beni de kana bulanmış görünce, kavgacı zannedip onlarla birlikte hapse attı. Bir müddet hapiste kaldım, her gün iki ekmek veriyorlardı.
Bir gece rüya gördüm, birisi bana,
”Sen her gün yorulmadan iki ekmek istedin fakat Allah’tan afiyet (beden,din ve dünya selameti) istemedin, işte istediğin sana verildi!. dedi.
Rüyadan uyandım, ondan sonra hep,
”Ya Rabbi, afiyet ver, Ya Rabbi afiyet ver..!” diye dua etmeye başladım. Bir ara hücrenin kapısı çalındı, birisi,
”Hamal Ömer nerede ?” diye beni sordu. Beni götürdü, ellerimi çözüp serbest bıraktılar.”
Resûlullah (s.a.v.) buyurur ki:
“Allah’tan afiyet isteyin. Kula kamil imandan sonra afiyetten daha büyük bir nimet verilmemiştir.”
Kaynak; Ateşin Yakmadığı aşık, Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları

Çevrimdışı seliali

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 30 Nis 2015 23:04:53

ARILARIN KORUDUĞU İNSAN!

 
Uhud savaşına iştirak eden Âsim bin Sabit, Rasûlullah’ın (sav) has okçularından idi. Bu savaşta Rasûlüllah’ın (sav) yanından bir an bile ayrılmayan, O’nunla beraber sebat eden bahtiyarlardandı. Bu gazada müşriklerin sancaktarlarından Müsâfi bin Talhâ ile kardeşi Haris bin Talhâ’yı ok ile öldürdü.
Bunların anneleri Sülâfe binti Sa’d, Hz. Âsım’ın kafatasından şarap içmeyi nezrederek yemîn etti ve onun başını kendisine getirene yüz deve vermeyi vaad etti.
Uhud savaşında bazı yakınları ölen müşrikler de, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Bu yüzden alçakça bir plân hazırladılar ve hemen plânı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medîne’ye giderek Rasûlullah’ın huzuruna çıkıp ricada bulundular:
“Yâ Rasûlallah! Bizim kabilelerimiz, İslâmiyeti kabul ettiler. Yalnız Kur’ân-ı Kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur’ân-ı Kerîm’i öğretecek kimseler yollar mısınız?”
Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladı. Başlarında Âsim bin Sabit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târik, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.
Bu öğretmenler kafilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabilesi topraklarında, Reci’ suyu başında, seher vakti konakladılar...
Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lihyanoğularına gidip haber verdi.
Çok geçmeden kafilenin etrafı sarıldı. 200’den fazla silâhlı eşkıya oradaydı. “Bize öğretmen lâzım!” diyenler, çekip gittiler. O güzide Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar...
Lihyanoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, “Teslim olun! Canınızı kurtarın!” teklifinde bulundular. Asıl niyetleri onları Mekke’de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli müşrikler kendilerine demişlerdi ki:
“Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz!”
Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Âsim bin Sabit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr:
“Hiç bir zaman müşriklerin ne sözlerini, ne de akitlerini kabul ederiz, diyerek müşriklerin tekliflerini reddettiler.” Asım bin Sabit dedi ki:
“Ben hiçbir zaman müşriklere el sürmemeye ve müşriklerden hiçbirini de kendime dokundurmamaya karar vermiştim. Onların sözlerine kanarak kâfirlere teslim olmam.” Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti:
“Allah’ım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et!”
Allah’û Teâlâ, Hz. Âsım’ın duasını kabul buyurdu ve Resûlullah efendimiz onlardan haberdar oldu. Asım bin Sabit müşriklere haykırdı: “Biz ölmekten korkmayız! Çünkü dinimiz hususunda basiretliyiz. Ölünce şehîd olur cennete gideriz!” Müşriklerin ileri gelenlerinden Süfyân bağırdı: “Ey Asım, kendini ve arkadaşlarını zayi etme, teslim ol!” Asım bin Sabit ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken: “Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok. Yayımın kalın teli gerilmiştir. Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir. Mukadderatın hepsi başa gelicidir. İnsanlar er-geç Allah’û Teâla’ya rücû edicidir. Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam üzüntüsünden aklını kaybeder, ma’nâsında şiirler söylüyordu.”
Hz. Asım’ın sadağında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. Bu, “Ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacığım” mânâsına gelirdi. Sonra da şöyle duâ etti:
“Allah’ım! Ben bugüne kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bu günün sonunda, benim etimi, vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyaz ediyorum. Çünkü Uhud’da öldürdüğü iki kardeş olan Haris ve Müsâfi’ bin Talhâ’nın anneleri Hz. Âsım’ın kafatasından şarap içmeye yemîn etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeyi vaad etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı.”
Âsim bin Sâbit’in ve diğer Ashabın ALLAH ALLAH nidaları, dağları inletiyordu. İkiyüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar yaptıklarının cezasını görüyorlardı. Asım bin Sabit en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, Âsim bin Sâbit’ten o kadar korkmuşlardı ki yere düşünce bile yaklaşamadıkları için uzaktan ok atarak şehîd ettiler.
O gün orada mevcut bulunan on sahabeden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lihyanoğulları Sülâfe binti Sa’d’a satmak için Âsim bin Sâbit’in başını kesmek istediler. Fakat Allah’û Teâlâ, Hz. Âsim bin Sâbit’in duasını kabul buyurdu ve mübarek cesedine müşrikler el süremediler.
Allah’û Teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsim bin Sâbit’in üzerinde durdular. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı.
“Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız,” dediler.
Akşam olunca Allah’û Teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi.
Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsim bin Sâbit’in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsim bin Sâbit’in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar.
Lihyanoğulları, Hubeyb bin Adî ile Zeyd bin Desinne’yi Mekkelilere sattılar. Onlar da bu iki sahâbîyi asarak şehîd ettiler.
Arıların, Âsım’ı korudukları hâdisesi zikredildiği zaman Hz. Ömer buyurdu ki:
“Allah’û Teâlâ elbette mü’min kulunu muhafaza eder. Âsim bin Sabit, sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise Allah’û Teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhafaza edip müşriklere dokundurmadı.”
Bunun için Âsim bin Sabit anılırken, “Hamiyyü’d- Debr (Arıların koruduğu kimse)” diye anılırdı. (bk. Siretü İbn-i Hişam: 2/17İ; El- Bidayi Nihaye/İbn-i Kesir: 4/22)
Bu dünyada Allah’û Teâla’nın dinine sahip çıkanlara Allah’û Teâla da sahip çıkar. Allah’û Teâla’nın sahip çıktığı kimselere, münkir ve müşrik zorbaların gücü yetmez. Allah’û Teâla dostlarına ikramda bulunur. Onun ikramı ve yardımı muhteliftir. Yeter ki mü’min onun ikramına layık olsun.

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.893
  • 228.001
  • 28.893
  • 228.001
# 01 May 2015 06:18:21
Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip:
“Oğlum” der, “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
Öğrenci elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu kaça alırsınız?” diye sorar.
Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der.
İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, “Bu” der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar.
“Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?”
Öğrenci sorar: Siz ne veriyorsunuz?”
“Ne istiyorsan veririm.”
Öğrenci, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar:
“Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.”
Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler..
Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır.
Bilge sorar:
“Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?”
Öğrenci: “Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık” diye cevap verir.
Bilge hoca çok kısa cevap verir:
“Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir.”
Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır.
Mesele kuyumcuyu bulmaktadır!…

Çevrimdışı bilaldikici

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 02 May 2015 12:08:23
Anam sabahleyin söyledi: oğlum bir atçı kadir vardı ya onun anası ölmüş..
çok üzülmüş anacım..
oğlum dedi bu avrat nasıl bir avrattı deyip  başladı anlatmaya..

Bizim dağ köylerinden birinde bir adamın eşi doğum yaparken vefat ediyor..
adamın zaten beş çocuğu varmış fukaralık içinde bir de bu yeni doğan çocukla kalmış öylece..
Düşünmüş kendince çocuğu katırın heybesine koymuş bağlamış katırın üstüne düşmüş yollara..
hem Cuma namazını kılayım hem de bu çocuğu camiye bırakayım yada cendermelere verem devlet baksın demiş kendince..
Gelmiş köye nasipte varmış ki bu rahmetli ninenin evine misafir olmuş..
adam içerde çocuk katır üstünde dışarıda..
çocuk ağlamış çok ağlamış sesi duyulmuş içeriden..
almış gelmiş ninem..noldu nasıl oldu derken adam demiş böyle böyle..
Ninem demiş ki bu çocuğa ben bakam..
bu çocuğu rabbim gönderdi bana..
adı ne demiş ninem adam adı yok daha..
demiş adını ben koyayım..
adını bayram koymuş masum çocuğun..
bugün benim bayramım rabbim bu çocuğu gönderdi bana..
adı bayram olmuş çocuğun..
adam sevinmiş çok sevinmiş dönmüş köyüne..

Ninem ellili yaşlarda evli çocukları var..
başlamış emzirmeye çocuk ağlamış o emzirmiş çocuk ağlamış o emzirmiş..
Rabbim yetişmiş çocuğu süte doyurmuş..
Rızkı veren Yüce Rabbim sana sonsuz şükür olsun..

Ninem çocuğu üzerine yazdırmış bakmış büyütmüş evlendirmiş..

Anam hastanede karşılaşmıştı nine yoğun bakımdaymış oğulları gelinleri başındaymış..
bayramın eşi nasıl ağlıyordu oğlum dedi anam..
ninem dün vefat etmiş..
İkinci bayramına en büyük bayramına kavuşmuş..
Rabbine kavuşmuş..

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK