İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Mar 2015 11:44:15
BİR İNSANIN ANAVATANI ÇOCUKLUĞUDUR

cocuklukBir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
– Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
– Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
– Ne oldu, nasıl oldu?
– Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır.”Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
– Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
– Hayır, neden?
– Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
*sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
– Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
– Radikal bir karar!*
– Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
– Eşiniz ne dedi?
– Hocam biliyor musun ne oldu?
– Ne oldu?*
– Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
– Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
– Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
– İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

“Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
– Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
– İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
– Eşiniz gelmek istemedi!*
– Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
– Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

 Doğan CÜCELOĞLU

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.890
  • 227.993
  • 28.890
  • 227.993
# 29 Mar 2015 14:18:02
İBRETLİK BİR HİKAYE...

Akıl hastasının biri camiye girer, belli ki
namaz kılacak.
Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı
süzer-dolanır..
Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice
bakar ve hızla çıkar
gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar
gelir camiye ve
tam namaza başlamak üzere olan cemaatle
birlikte saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir
namazını.
Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı
ses vs. derken,
tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu
durumdan..
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her
kafadan bir ses
çıkar..
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye
başlamıştır bile..
İmama kadar ulaşır sesler, hafiften
tartışmalar..
İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin
halini, şefkatle
yaklaşır delinin yanına ve der ki:
“Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında
odunlarla, sen ne
yaptın?
Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak,
bir daha
namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”
Bunu duyan deli melül-mahzun, ama manalı
bir bakışla sorar
“Âdetiniz böyle değil mi?”
“Ne âdeti?!” der Hoca..
Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla
olayı izlemektedir
o sıra..
Der ki Akıl hastası bu kez:
“Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye,
şöyle kendime
uygun bir yer ararken içeridekilere baktım,
gördüm ki herkesin
sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet
böyledir, ben de şu
odunları yüklendim geldim işte, neden
kızıyorsun? Kızacaksan
herkese kız, tek bana değil!
Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?”
der..
“Evet” der deli, “Hepinizin sırtı yüklü!”..
Cemaatte ise hafiften “deli işte!”
manasına,bıyık altından
gülüşmeler başlamıştır..
Akıl hastası bu kez öne atılır ve tek tek
cemaati işaret ederek, saf bir
çocukça, heyecanla bağırır:
“Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk,
bunda kocaman bir
elma ağacı vardı..
Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek,
bunda kızarmış
tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir
hatun, bununkinde
de yaşlı annesi vardı!..”
Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve
umutsuzca;
“ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar.
O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde
şaşkınlıkla birbirinin
yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü;
Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur
namazda
kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri
onaracağı kapıyı,
diğeri lokantasında pişireceği yemeği..
Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin
sırtında sevdiği kadın,
diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
“Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu
kez endişeyle
Hoca..
O da der ki:
“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında
kocaman bir inek
vardı!
Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış,
“öldü mü ölecek
mi?” diye düşünürmüş namazda...
“Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye
mâlik viraneler
var.”
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet.

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Mar 2015 09:56:13
Doğruluk mu yiğitlik mi?

Eski zamanlarda Sparta Krallığı yapan Agesilaus’a sormuşlar:

-Doğruluk mu daha önemlidir, yoksa yiğitlik mi?

Agesilaus cevap vermiş:

-İnsanlar doğru olsaydı yiğitliğe ne lüzum vardı?

Çevrimdışı dost63

  • Bilge Üye
  • *****
  • 1.804
  • 6.042
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 1.804
  • 6.042
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 30 Mar 2015 18:29:30
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
BİR İNSANIN ANAVATANI ÇOCUKLUĞUDUR

cocuklukBir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
– Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
– Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
– Ne oldu, nasıl oldu?
– Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır.”Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
– Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
– Hayır, neden?
– Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
*sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
– Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
– Radikal bir karar!*
– Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
– Eşiniz ne dedi?
– Hocam biliyor musun ne oldu?
– Ne oldu?*
– Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
– Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
– Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
– İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

“Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
– Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
– İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
– Eşiniz gelmek istemedi!*
– Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
– Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

 Doğan CÜCELOĞLU
Artık öğrencilerim de yok, aile toplantımızda okurum ben de...! Öğrencilerime hikaye okuyup,yarıda bırakarak tahmin yaptırırdım ... (Çok güzel bir hikaye)

Çevrimdışı dost63

  • Bilge Üye
  • *****
  • 1.804
  • 6.042
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 1.804
  • 6.042
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 30 Mar 2015 18:32:36
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
İBRETLİK BİR HİKAYE...

Akıl hastasının biri camiye girer, belli ki
namaz kılacak.
Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı
süzer-dolanır..
Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice
bakar ve hızla çıkar
gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar
gelir camiye ve
tam namaza başlamak üzere olan cemaatle
birlikte saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir
namazını.
Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı
ses vs. derken,
tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu
durumdan..
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her
kafadan bir ses
çıkar..
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye
başlamıştır bile..
İmama kadar ulaşır sesler, hafiften
tartışmalar..
İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin
halini, şefkatle
yaklaşır delinin yanına ve der ki:
“Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında
odunlarla, sen ne
yaptın?
Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak,
bir daha
namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”
Bunu duyan deli melül-mahzun, ama manalı
bir bakışla sorar
“Âdetiniz böyle değil mi?”
“Ne âdeti?!” der Hoca..
Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla
olayı izlemektedir
o sıra..
Der ki Akıl hastası bu kez:
“Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye,
şöyle kendime
uygun bir yer ararken içeridekilere baktım,
gördüm ki herkesin
sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet
böyledir, ben de şu
odunları yüklendim geldim işte, neden
kızıyorsun? Kızacaksan
herkese kız, tek bana değil!
Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?”
der..
“Evet” der deli, “Hepinizin sırtı yüklü!”..
Cemaatte ise hafiften “deli işte!”
manasına,bıyık altından
gülüşmeler başlamıştır..
Akıl hastası bu kez öne atılır ve tek tek
cemaati işaret ederek, saf bir
çocukça, heyecanla bağırır:
“Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk,
bunda kocaman bir
elma ağacı vardı..
Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek,
bunda kızarmış
tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir
hatun, bununkinde
de yaşlı annesi vardı!..”
Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve
umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar.
O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde
şaşkınlıkla birbirinin
yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur
namazda
kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri
onaracağı kapıyı,
diğeri lokantasında pişireceği yemeği..
Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin
sırtında sevdiği kadın,
diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
“Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu
kez endişeyle
Hoca..
O da der ki:
“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında
kocaman bir inek
vardı!
Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış,
“öldü mü ölecek
mi?” diye düşünürmüş namazda...
“Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye
mâlik viraneler
var.”
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet.
Harika...!

Çevrimdışı seyfi ünaldı

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.186
  • 32.930
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 5.186
  • 32.930
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 30 Mar 2015 18:44:58
68.sayfadaki tüm hikayelerde 6 saat engeline takıldım. Yüreğinize sağlık. Allah sizlerden razı olsun.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.890
  • 227.993
  • 28.890
  • 227.993
# 30 Mar 2015 18:50:44
Yalnız Sekiz dakikan var…..
Hikâyede anlatılan efsaneye göre bir kadın, bir gün kucağındaki çocuğu ile birlikte bir mağaranın önünden geçerken içeriden gelen bir ses duyar.
Bu ses ona : içeri gir ve ne istersen al, ama en önemli olanı unutma.
Ayrıca: sen çıktıktan sonra kapının bir daha asla açılmayacağını da dikkate almalısın. Ancak bu fırsatı kaçırma, ama yine de en önemli şeyi unutma diyordu.
Kadın mağaraya girer ve büyük bir servetle karşılaşır. Masanın üzerindeki altın ve mücevherleri görünce şaşkına döner ve çocuğunu yere bırakarak hemen büyük bir hırsla masanın üzerindekileri toplamaya başlar.
Bu sırada o esrarengiz ses yine duyulur: yalnız sekiz dakikan var demektedir. Sekiz dakika çabuk geçer, kadın toplamış olduğu kıymetli taşlar ve altınlarla birlikte mağaranın dışına koşar ve kapı kendiliğinden kapanır Bu sırada çocuğunu içerde unutmuş olduğunun farkına varır, ama kapı bir daha açılmamak üzere kapanmış bulunmaktadır.
Zenginlik uzun sürmez, ama ümitsizlik hep yaşar.
Aynı şey çoğu zaman bizim başımıza da gelir. Bu dünyada yaklaşık 80 yıllık ömrümüz vardır ve bir ses daima bize: Sakın en önemli şeyi unutma! der gibidir.
Önemli olanlar manevi değerler, inançlar, dikkatli olmak, aile, dostlar ve hayattır.
Ancak kazanç hırsı, zenginlik, maddi şeyler bizi öylesine büyüler ki, çoğu zaman en önemli şeyleri bir köşede bırakırız. Böylece zamanımızı bu tür şeylerle tüketir ve en önemli olan şeyi
Ruhun hazinesini bir köşede unuturuz. Asla aklımızdan çıkarmamamız gerekir ki bu dünyadaki yaşam çok çabuk geçer ve ölüm beklenmedik bir zamanda bizi yakalar.
Ve hayatın kapısı bizim için ebediyen kapanmış olacağından son pişmanlık bir fayda vermez.
Çünkü biz en önemli şeyleri unutmuş durumdayız
Sevgi, barış, alçak gönüllülük, samimiyet, hoşgörü…
Bugün bol bol sevginizi akıtacağınız bir gün olsun.

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Mar 2015 19:36:35
Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?

Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çiktiginda, üç yasindaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasini mahvettigini görmüs. Hemen oglunun yanina kosmus ve çocugun eline çekiçle vurmaya başlamis. Biraz sakinlesince oglunu hemen hastaneye götürmüs. doktor, çocugun kirilan kemiklerini kurtarmaya çalistiysa da elinden bir sey gelmemis ve çocugun iki elinin parmaklarini kesmek zorunda kalmis.

Çocuk ameliyattan çikip gözlerini açtiginda,bandajli ellerini fark etmis ve gayet masum bir ifadeyle,

“Babacigim,kamyonuna zarar verdigim için çok üzgünüm.” demis ve sonra babasina su soruyu sormus:
“Parmaklarim ne zaman yeniden çikacak?”

Birisi masaya süt döktügünde ya da bir bebegin agladigini isittiginizde bu öyküyü hatirlayin. Çok sevdiğiniz birine karsi sabrinizi yitirdiginizi anladiginizda,önce biraz düsünün. Kamyonlar onarilabilir, ama kirilan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarilamaz; genellikle kisiyle performansi arasindaki farki göremeyiz. Insan hata yapar. Hepimiz hata yapariz. Fakat öfkeyle ve düsünmeden yapilan seyler ,insani sonsuza kadar rahatsiz eder. Harekete geçmeden önce durun ve düsünün. Sabirli olun. Anlayis gösterin ve sevin.

Çevrimdışı bilaldikici

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 30 Mar 2015 20:33:42
Elleriyle gözlerini, kulaklarını ve ağzını kapatan üç maymun ülkemizde, aldırmazlığın, kayıtsızlığın, sorumluluktan kaçmanın sembolü olarak bilinir.
''Üç maymunu oynamak'' çoğu insan tarafından, gerçeklere sırtını dönüp başını derde sokmamanın, suya sabuna dokunmadan, kurnazlıkla aradan sıyrılmanın güvenli bir yolu olarak algılanır.
Oysa üç maymunun simgelediği değerler, bundan çok farklıdır.
Üç maymunun kökenleri, eski Japon Kōshin folk geleneklerine dayanır.
Japonca isimleri Mizaru, Kikazaru, İwazaru olan üç maymun, bilge maymunlardır.
Elleriyle gözlerini, kulaklarını ve ağızlarını kapamalarının anlamı, kötü bakmamak, kötüye kulak vermemek ve kötü söz söylememektir.
Bazen onlara bir başka bilge maymun, Shizaru da eklenir.
Kollarını kavuşturan Shizaru, kötü şeyler yapmamayı temsil eder.
Şimdi bir an düşünün!
Üç maymunu sorumsuz bir kayıtsızlığın sembolü gibi mi algılıyorsunuz, yoksa ruhunuzu terbiye etmenin, edepli davranmanın bir yolu gibi mi?
Bir tür Rorschach mürekkep lekesi testidir bu!
Üç maymunu algılayış biçiminiz, düşünce dünyanızın nasıl, hayatınızın niteliğinin ne olduğunu gösterecektir size..

Çevrimiçi efoo

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.578
  • 87.618
  • Müdür Yetkili
  • 5.578
  • 87.618
  • Müdür Yetkili
# 30 Mar 2015 22:59:36
İblis, bir gün adamlarını çağırır, (Size görev veriyorum. İçinizde en başarılı fitneci kimse, onu lider yapacağım. Benim için en makbul olanınız, fitnede en başarılı olandır. Şimdi hepiniz işlerinize dağılın) der.
İblis'in adamları bir müddet sonra geri dönüp rapor vermeye başlarlar. Biri, (Ben namazlarında şaşırttım) der, diğeri, (Ben oruçlarını bozdurdum) der, bir diğeri de, (Ben abdestlerini 30 defa aldırdım) gibi şeyler söyler. İblis, bunlara tek tek, (Tamam, geç!) der. Bir tanesi gelip, (Ben karıyla kocanın arasını açtım. Önce aralarına bir kıskançlık, güvensizlik soktum. Ondan sonra, her gün en ufak meselede münakaşa ettirdim. Şimdi ikisi ayrıldılar, birbirlerine düşman oldular) der. İblis de çok beğenir, onu alnından öpüp (Aferin, en büyük işi başardın, bundan sonra diğer işleri de nasıl olsa bozulur) der.

(Bu şeytanın ismi, Hannâs'tır. Hannâs'ın vazifesi, aile arasında, kardeşler arasında, akraba arasında, iş yerinde, birbirini seven insanlar arasında geçimsizliğe sebep olmaktır. Yani İblis, ara bozmak için, Hannâs isminde birini görevlendirmiştir)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.890
  • 227.993
  • 28.890
  • 227.993
# 31 Mar 2015 06:55:15
Günahlarımı Affedeceğini Vaad Etmiş | Bir Kıssa Bin Hisse
Şam ehlinden, güçlü-kuvvetli, nüfuz sahibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hazret-i Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara, Ömer -Radıyallâhu Anh- o kimseyi göremez oldu. Çevresindekilere:
“–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?” dedi.
“–Ey Mü’minlerin Emîri! O kendini içkiye verdi.” dediler.
Hazret-i Ömer kâtibini çağırarak:
“–Yaz!” dedi.
“‒Ömer bin Hattâb’dan falan kimseye! Selâm sana! Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve ihsânı bol olan Allâh’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.”
Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-, mektubu yazdırınca arkadaşlarına dönerek:
“–Allâh’a yönelmesi ve Allâh’ın da tevbesini kabul buyurması için kardeşinize duâ ediniz!” dedi.
O zât, Hazret-i Ömer’in mektubunda zikrettiği; «(Allah) günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin olandır…» (el-Müʼmin, 3) âyet-i kerîmesini tekrar tekrar okudu ve:
“–Allah beni hem azâbıyla korkutmuş, hem de.” diyerek ağladı ve güzelce tevbe etti.
Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-, o zâtın tevbe ettiğini haber alınca:
“–Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde, onu doğru yola getirmeye, Allâh’ın affından ümitvâr olmasını sağlamaya çalışınız. Tevbe nasîb etmesi için Allâh’a duâ ediniz. Kendisine bedduâ ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız.” dedi.
Kaynak; İbn-i Kesîr, Tefsir, IV, 76)]

Çevrimdışı Gülirem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 5.123
  • 17.811
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 5.123
  • 17.811
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 31 Mar 2015 07:25:15
Yüreğimize hüzünle beraber huzur da veriyorsunuz. Allah razı olsun öğretmenlerim.

Çevrimdışı sarnıç

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.385
  • 127.446
  • 8.385
  • 127.446
# 31 Mar 2015 07:31:10
Misafirperver bir sahabi vardı. Hanımı ise her gün kocasının yanında birkaç misafirle gelmesine tahammül edemez ve kocasına:

-Sen her gün birkaç misafirle geliyorsun, gelen misafirler, çocuklarımızın rızıklarını yiyorlar, der.
Kocası, aldırış etmez eve gelirken her gün yanında birkaç misafir getirmekte devam eder. Kadın sahabi dayanamayıp, gider durumu Resûlullah'a (s.a.v.):

-Ya Resûlallah! Kocam her akşam eve birkaç misafir getiriyor, böylece de kocamın kazandıkları hep misafirlere gidiyor. Bir gün hastalanıverse, açlıktan ölmekten korkarım, der..

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kadının kocasını, huzuruna çağırtır, durumu birde ondan dinler. Sahabi:
-Ben misafirsiz edemem! Soframda misafir olması, bana neş'e ve bereket veriyor, der.

Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) kadına, bundan sonra fazla değil, bir misafire razı olup olmadığını sordu. Kadın buna da razı olmayarak:

-Ben çocuklarımın rızkını başkalarının yemesine rıza gösteremem, der.

Adam hiç olmazsa bir misafirde ısrar edince; kadın boşanmaktansa, bir misafire razı olur. Fakat o akşam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle geldiğini gördü. Kadın sinirlenmişti, içi rahat değildi. Yemek hazırlamak için mutfağa girdi, üç kişilik yemek hazırlayıp tepsiyi kocasına verdi. Biraz sonra da, misafirlerden birinin çıkıp gittiğini gördü. Hazırlanan yemeklerden biri yenmemişti.

Kadın kocasına:

-Misafirin biri niçin yemek yemeden çıkıp gitti? diye sorar.
Adam, ikinci misafirin farkında değildir:

-Sen hangi misafirden bahsediyorsun. Ben bir misafirle geldim, o da içerde işte, diye cevap verdi.
Kadın çok iyi görmüştü. Misafirin birisi yemek yemeden çıkmıştı.

Bu münakaşanın içinden çıkamayacaklarını anlayan karı-koca, hemen Efendimiz Hazretlerine müracaata gittiler ve durumu anlattılar...

Onları dinleyen Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

-Evet! Eve iki misafir gelmişti. Fakat bunlardan birisi hakiki insan değil, insan sûretine giren rızıktı. Allah (c.c.) hanımını akıllandırmak için rızkı insan kılığına sokmuştu. Hanımın ise, yine misafirler için bir miktar rızkı gözden çıkarıp hazırladı, ama o rızık, eksilmedi.

Çevrimdışı yaar23

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.393
  • 37.804
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 31 Mar 2015 09:07:36
ÜÇ SORU

 Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi:

   – “Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım.”

   Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti.

   Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.

   İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. “ancak böylece” dediler “her şey tam zamanında yapılabilir”.

   Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler…

   Fakat bu defa da başka bilginler; “Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında kara verebilir” dediler. “Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır…

   İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı…

   Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dinî ibadet dediler…

   Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama halâ doğru cevapları aradığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya kara verdi. Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu.

   Kral yanına gelip şöyle dedi. “Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?” Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti. “Yoruldunuz” dedi kral, ” Küreği bana verin de biraz dinlenin.” Münzevi, “Sağolun” diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve şöyle dedi: “Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım.”

   Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: “Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim”. Münzevi, “Buraya koşarak birisi geliyor” dedi, “bakalım kim?”…

   Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş hava soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı.

   Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; “Beni affedin” dedi, zayıf bir sesle. Kral, “Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki” dedi. “Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum” dedi adam. “Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusuya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni.”… Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.

   Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu. Kral ona yaklaştı ve şöyle dedi: “Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!”

   Yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve, “Cevabınızı aldınız” dedi. “Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu kral… “Anlayamıyorsunuz” diye cevapladı münzevi. “Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı.”

   – “Bundan sonra şu gerçeği unutmayın: “Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur.”

Tolstoy – İnsan Ne İle Yaşar?

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 31 Mar 2015 22:19:17
15. yüzyilin sonlarinda, HaÇli ordusu Endülüs Müslümanlarinin son kalesini kusatir. Uzun süren bir kusatma olmasina ragmen, kis aylarinin da etkisiyle,kale korunabilmektedir. Durumun zorlugunu anlayan HaÇli ordusunun komutani degisik taktikler düsünmektedir.


   En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde Incil:


   - Su iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursaniz bu aksam size bir sey yapmayacagim, der.


   Gerekli görüsmelerden sonra canlarinin kurtarilmasi karsiliginda Müslümanlar kaleyi teslim ederler.


   Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahi, HaÇli ordusu komutani bütün Müslümanlarin öldürülmesi iÇin emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar:


   - Yemin etmistiniz, bize söz vermistiniz' dediklerinde HaÇli ordusu komutani:


   - Benim sözüm size dün aksam iÇindi, bugün iÇin size bir sözüm yoktur' diye cevap verir ve bütün Müslümanlar orada sehit edilir.


   Iste o gün bugündür 1 Nisan Hiristiyanlar arasinda 'Hile Günü' olarak kutlanmaktadir.


   Maalesef, yüzlerce, binlerce Müslümanin katliam günü olan 1 Nisan'lar, bir saka günü olarak kutlanmaktadir.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK