İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı harslan05

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.404
  • 69.750
  • 3.404
  • 69.750
# 08 Haz 2015 15:09:09
"Gelincikten alacağımız çok ders var" dedi annesi, gelinciğe bakıp, gülümserken.
"Hoş geldin evimize." "İnsan köklerine sahip çıkmalı; özü sağlam, duruşu dik ve onurlu olmalı" diye devam etti, kızına dönüp.
"Özün iyiyse, köklerin sağlamsa her zaman büyüyecek, yeşerecek bir toprak bulursun".

"Dik durmak için kalın bir gövdeye sahip olmak da gerekmiyormuş,
incecik gövdeyle bile onurlu duruş sağlanabiliyormuş demek ki" dedi çocuk annesine bakarak.

Çevrimdışı adamın biri

  • Bilge Üye
  • *****
  • 5.099
  • 23.866
  • 5.099
  • 23.866
# 11 Haz 2015 19:17:53
DOĞUM GÜNÜ HİKAYESİ..

Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı; “Biraz bekleyeceksin hocam. İki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum.” dedi.
Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu.
Selâm verdikten sonra, fırıncının tezgâhına yaklaşarak; “Ekmeklerimi alayım! Benim ikizler acıkmıştır.” dedi.
Fırıncı, adamın kendisine uzattığı torbayı alarak tezgâhın altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden 4-5 tane çıkardı.
Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgâhın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu. Fırıncıya sordum:
- Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak dedin ya!..
- Bayat ekmekleri kendisi istiyor. Çok fakir bir adam. Ona bayat ekmekleri yarı fiyatına veriyorum.
- Kim bu adam?
- Kendisi Kore gazilerinden. Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefât edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de çok az bir maaşı var.
Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da olsa bir şeyler yapmak istiyordum. Fırıncıya yavaşca dedim ki:
- Aradaki farkı ben vereyim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.
Fırıncı, teklifimi kabul etti. Biraz sonra da, fırından yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına doldururken şekli bozuk, bayat ekmekleri de tezgâhın altına koyarken ihtiyara takıldı:
- Bugün çok şanslısın hacı amca. Çocuklar için sana pasta gibi ekmek vereceğim.
Yaşlı adam, bir evlât sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırarak kapıdan çıkarken bana döndü ve dedi ki:
- Allah, senden razı olsun evlâdım. Bugün onların doğum günüydü...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.896
  • 228.030
  • 28.896
  • 228.030
# 17 Haz 2015 00:25:21
Ben bir emekli ögretmenim
27 yıldan sonra verdim bu kararı
Bu mutlu günümüzde 27 yıllık çalışma hayatında yaşadıgım unutamadıgım bir anımı anlatmak istiyorum sizlere
meslegimin 3yılında atandıgım bir okulda bana 5. sınıfı verdiler..
Ögrencileri tanımam ve kaynaşmam çok uzun sürmedi
ilk yarı yıl biterken ögrencilerime hep tekrarladıgım bir sözü söyledim yine..
Hepinizi çok seviyorum...
Aslında yalan söylemiştim.. çünkü birini pek sevememiştim..
Mehmet.
Arka sıralarda oturur sürekli elbiseleri kirli ve bakımsız..
ara sıra derste uyuyakalırdı
arkadaşlarıyla oynamaz çogu zaman kenardan izlerdi..
Dersleri de pek iyi değildi..
O yüzden hep mesafeli oldum ona karşı..
Birgün sınıfın özlük dosyalarını incelerken Mehmedin dosyasını gördüm..
Açtım.. hayli kabarıktı.. önceki sınıf ögretmeninin yazıları vardı..
Birinci sınıfın sonlarında mehmet için şöyle yazmıştı..
Mehmet gelecegi parlak bir çocuk..
Düzenli çalışkan terbiyeli..
İkinci sınıf sonlarında ise
Mehmet mükemmel seviyeli sınıfta çok seviliyor..
Ancak annesinin hastalanması onu etkiledi..
Evdeki yaşamı mücadele içinde geçiyor..
Üçüncü sınıfta
Annesinin ölümü onu çok etkiledi
Toparlanmaya çalışıyor
Babası da pek ilgilenebilecek durumda değil..
Eger müdahale edilmezse kaybedilebilir..
Dördüncü sınıfın sonlarına dogru ise şöyle bir not düşmüştü..
Mehmet içine kapanık..
Derslerine ilgi göstermiyor..
Yalnız dolaşıyor..
Pek arkadaşı yok..
Dosyayı kapattıgımda hem çok şaşkındım
Hemde kendimden utanmıştım..
Yılbaşında ögrencilerim bana hediyelerini verirken
O en sona kalmış utangaç bir şekilde yavaş adımlarla yanıma geldi..
Başı öne egik
Marketten aldıgı kalın kahverengi ambalaj kagıdı ile beceriksizce sarılmış birşey uzattı bana..
Hediyesini açarken başını yukarı kaldırmış ne tepki verecegimi bekler bir şekilde bana bakıyordu..
Açtım..
Taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas eski bir bilezik.. ve sadece çeyregi dolu bir parfüm şişesi..
Aaa ne kadar güzel' dememle birlikte gülmeye başlayan çocukların sesi birden kesildi..
Sonra parfümden birazını sürdüm ve teşekkür ettim..
Gülümseyerek yerine koştu..
Akşam sınıfı boşaltırken yanıma geldi
Ögretmenim bugün hep annem gibi koktunuz' dedi ve koşarak uzaklaştı..
Kendimi tutamadım..
Eve kadar agladım o akşam..
O günden sonra mehmete özel ilgi göstermeye başladım..
Onunla çalışırken zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu..
Onu daha fazla teşvik ettikçe
Daha hızlı karşılık veriyordu
Yılın sonuna kadar Mehmet sınıftaki en zeki çocuklardan biri oldu..
Çocuklara yine arada bir yaptıgım gibi
Hepinizi çok seviyorum'
dedim..
Ama yine yalan söylemiştim..
Çünkü mehmedi digerlerinden daha çok seviyordum artık..
Fakat mehmedi bir daha göremedim..
Beşinci sınıf bittikten sonra babasıyla birlikte taşınmışlardı...
Bir sene sonra kapının altında bir mektup buldum..
Beni çok sevdigini ve tüm yaşamında sahip oldugu en iyi ögretmen oldugumu söylüyordu
Liseyi bitirdiginde de okul ikincisi oldugunu ve hala tanıdıgı en iyi ögretmen oldugumu yazarak başlamıştı satırlarına...
On yıl kadar bir daha haber alamadım ondan..
Sonra bir mektup daha geldi..
Evlenmek üzere oldugunu evlenme töreninde damadın annesinin yerine oturup oturamayacagını sordu..
Gözyaşlarımı tutamadım yine..
Mektubun uzunlugunun yanında artık imzası da biraz uzamıştı mehmedin..
Doktor Mehmet Uzun..

Bugün birinin Yüregini işitin..
Bugün birinin yüreginde bir fark oluşturmaya çalışın..
Bunu mutlaka yapın..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.896
  • 228.030
  • 28.896
  • 228.030
# 18 Haz 2015 14:23:18
Vaktiyle bir derviş berbere gidip:
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar ve diğer tarafa usturayı vuracakken, mahallenin kabadayısı içeri girer.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye bağırır.
‘Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş, sabreder. Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder derviş ile: 'Kabak aşağı, kabak yukarı.'
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler. Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir. Berber dervişe bakar, sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki, kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı
Kitap Okuyanlar | Felsefe Sofrası-Suyu yıkamak.

Çevrimdışı seliali

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 18 Haz 2015 14:35:26
Nâbî: “N┠ve “bî” menfî (olumsuzluk) eklerini birleştirerek kendisine isim yapacak kadar mütevâzı’ olan meşhur, Dîvân Edebiyâtı şâiri Yusuf Nâbî, 1678 yılında ekseriyeti Osmanlı Devlet adamlarından müteşekkil Hacc kâfilesiyle birlikte yola çıkar. Ve başından şu tarihi şiirinin kıssası ortaya çıkar.

Kâfile Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i ziyâret etmek için Medîne-i Münevvere’ye yönelir. Kâfilenin şehre yaklaştığı bir gecede son defa mola verilir. Kâfiledekiler kısa bir süre içinde yorgunluktan uykuya dalarlar. Gözüne günlerdir uyku girmeyen Peygamber âşığı Nâbî ise o gece de uyumamaktadır. Gözleri yaşlı, Mescid-i Nebevî’ye kavuşacağı ânı beklemektedir. Rasûlullah Efendimiz’e bu kadar yakın olmanın hazzı sebebiyle de yerinde duramayıp gezerken gözüne birisi takılır. Yüksek rütbeli devlet me’murlarından biri ayağını o yöne doğru uzatmış bir hâlde uyumaktadır. O anda bu zâtı uyaracak ve uyandıracak tarzda şu mübârek mısraları söylemeye başlar.

“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-i Hüdâdır bu; Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâdır bu.

Habîb-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazîlette

Tefevvuk-kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu.

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil

Amâdan açdı mevcûdât dü çeşmin, tûtiyâdır bu.

Felekde mâh-ı nev bâbüsselâmın sineçâkidir,

Bunun kandili cevzâ matla-i nûr-i ziyâdır bu.

Mürâ’ât-ı edeb şartıyle gir Nâbî bu dergâha

Metâf-ı kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu”            Mânâsı: Edebi terketmekten sakın; Burası Allâhü Teâlâ’nın Habibi’nin yeridir.

Burası Allâhü Teâlâ’nın nazar ettiği, Mustafâ (s.a.v.)’nın makâmıdır.

Habîb-i Kibriyâ’nın yeridir ki; Fazilette üstünlük bakımından Allâhü Teâlâ’nın arşının üstündedir.

Bu mübârek toprağın parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi.

Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı,

Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren bir sürme gibidir.

Gökyüzündeki hilal onun kapısının yüreği yaralı âşığıdır.

O gökyüzündeki hilâle ışığının nûrundan veren kandildir.

Ey Nâbî! bu dergâha edebin şartlarına riâyet ederek gir.

Zîrâ burası meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin hürmetle öptüğü tavaf yeridir.”                                  Bu mısraları işiten o zât hemen ayaklarını toplayarak doğrulur ve:

— “Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu?” diye sorar. Yusuf Nâbî de:

— “Daha önceden hiç söylememiştim. Şu anda sizi bu halde uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok.” der. Bu sözler üzerine rahat bir nefes alan zât:

— “Mâdem ki bu şiiri burada söyledin, burada kalsın. İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz.” diye îkâz eder. Ancak takdîr-i ilâhî bu zâtın istediği şekilde olmamıştır.

Kâfile, sabah namazı vakti Medîne-i Münevvere’ye ulaşır. Onlar Mescid-i Nebevî’ye girerken müezzinler Ezân-ı Muhammedî’den evvel Nâbî’nin:

“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-i Hudâdır bu; Nazargâh-ı İlâhîdir makâm-ı Mustafâdır bu” mısralarıyla başlayan naatını okuyorlardır. Nâbî hayretler içindedir. Birkaç saat önce çölün ortasında okuduğu bu şiiri, şimdi Mescid-i Nebevî müezzinlerinin yanık seslerinden dinlemektedir. Sabah namazını edâ ettikten sonra o yüksek rütbeli me’murla birlikte müezzinlerin yanına gider. Ve müezzinlerden birine:

— “Allâh aşkına Peygamber aşkına ne olursun söyle, Ezandan önce okuduğun naatı kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sorar. Müezzin de büyük bir heyecan içinde:

— “Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gece Mescid-i Nebevî’deki bütün müezzinlerin rüyâsını şereflendirerek: “Ümmetimden Nâbî isimli biri beni ziyârete geliyor. Bana olan aşkı herşeyin üstündedir. Bugün sabah ezânından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medîne’ye girişini kutlayın.” buyurdular. Biz de Rasûlullah Efendimiz’in emirlerini yerine getirdik” der. Kulaklarına inanamayan Nâbî gözyaşları içinde müezzine:

— Sahiden ümmetimden mi dedi? diye sorar ve:

— Evet, cevâbını alınca düşüp bayılır.

Çevrimdışı efoo

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.578
  • 87.618
  • Müdür Yetkili
  • 5.578
  • 87.618
  • Müdür Yetkili
# 20 Haz 2015 22:27:12
NE SEN GÖRÜRSÜN NE DE BEN
 
Osmanlı Sultânı İkinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velî'yi son derece severdi. Fırsat
buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Bir defâsında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile berâber Hacı Bayram'a gelip, elini öptüler. Sultan Murâd Han, sohbet sırasında Hacı Bayram'a;
"Efendim, İstanbul'u alıp, kâfir diyârını İslâm'ın nûru ile nûrlandırarak, çan çınlamaları yerine ezân seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu hususta duâlarınızı beklerim." dedi. Hâcı Bayram-ı Velî;
"Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul'un alındığını sen ve ben göremeyiz." dedi, sonra da, şehzâde Mehmed ile Akşemseddîn'i göstererek;
"Ama şu çocukla bizim köse görürler." buyurdu.

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 21 Haz 2015 12:05:53
TİLKİ İLE YILAN"

Zamanın birinde bir tilkiyle yılan arkadaş olur ve sürekli beraber gezerler..Bir gün yine gezmeye çıktıklarında kendilerini bir ırmağın kenarında bulurlar..Tilkinin karşıya geçme arzusu üzerine
yılan tilkiye "Tilki kardeş! Ben yüzme bilmem. Beni sırtına al da karşı kıyıya beraber geçelim!" der. Tilki yılanın iyi niyetinden şüphe etmez ve arkadaşının teklifini kabul eder. Yılan tilkinin beline sarılır, o da ırmağa girip yüzmeye başlar.Tam karşı kıyıya varmak üzereyken yılan tilkinin vücudunu sıkmaya başlar,tilkinin nefesi kesilmek üzeredir..Tilki “Yılan kardeş nefes alamıyorum,sana yaptığım iyiliklerin karşılığı bu mu,ne istedin de geri çevirdim?” deyince yılan gerçek niyetini açıklar: “Tilki kardeş kusura bakma ama seni öldüreceğim,ihanet benim genlerimde var..” Neye uğradığını şaşıran tilki ne kadar dil döktüyse yılan daha fazla sıkmaya başlamıştır..Bunun üzerine yılanın anladığı dilden konuşmanın zamanı geldiğini hisseden tilki bir an durur, sonra yılana "Peki yılan kardeş! Çok istiyorsan öldür beni,canın sağolsun ama ben yine de seni çok seviyorum..Müsade edersen ölmeden önce o kara gözlerinden doya doya öpeyim,ondan sonra al canımı..” sözlerine aldanan yılan “Peki,öp bakalım” diyerek başını tilkiye uzatır.. Tetikte duran tilki derhal atılıp tek hamle ile yılanın başını koparıverir. Irmağın kenarında kıvranarak ölen yılanın vücudunu boylu boyunca düz bir şekilde düzelten tilki, hain arkadaşına hitap eder :”Bak arkadaş ben öyle eğri-büğrü,yamuk-yumuk arkadaş istemem,işte böyle dosdoğru olacaksın…

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 21 Haz 2015 15:36:21
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama
Kral bile onu kıskanırmış… Öyle dillere destan bir beyaz atı
varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin
tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.
Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan
dostunu satar mı dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,
at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: Seni ihtiyar bunak,
bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala
satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.
Şimdi ne paran var, ne de atın demişler…
İhtiyar: Karar vermek için acele etmeyin demiş.
Sadece at kayıp deyin, çünkü gerçek bu.
Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.
Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı?
Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.
Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş…
Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.
Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.
Babalık demişler, sen haklı çıktın. Atının
kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu
oldu senin için, şimdi bir at sürün var.
Karar vermek için gene acele ediyorsunuz
demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.
Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini
henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.
Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz
kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler
ama içlerinden bu herif sahiden gerzek diye geçirmişler…
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan
ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış.
Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman
yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
Bir kez daha haklı çıktın demişler.
Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre
kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.
Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın
demişler. İhtiyar Siz erken karar verme
hastalığına tutulmuşsunuz diye cevap vermiş.
O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.
Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba
ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde
gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu
ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan
bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler,
ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri
askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın
kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya
öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler… Gene haklı
olduğun kanıtlandı demişler. Oğlunun bacağı kırık
ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler,
belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının
kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…
Siz erken karar vermeye devam edin demiş,
ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez.
Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda,
sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih,
hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.896
  • 228.030
  • 28.896
  • 228.030
# 21 Haz 2015 17:51:55
Matador Alvora Munera kariyerine son verdi.

Öyle ki, yarışın son mücadelesinde gücünü yitiren Alvora yıkılır. Boğanın ona yaklaştığını görünce korkulu sonun yaklaştığını hissetti. Lakin boğa ona hiç bir şey yapmadı. Yarıştan sonra matador açıklamasında şöyle diyor: "Boğa gözümün içine bakarak bağırdı, böyle sadece bağırdı. Sırtına oklar batırdığım hayvan bana zarar vermedi, istese beni orada öldürebilirdi fakat sadece gözlerime bakıp bağırdı. Her hayvanda olduğu gibi onun gözlerinde de masumluk vardı. Yüreğimde adaletin hıçkırarak ağladığını işittim. Belki de bağışlanırdım, lakin itiraf edemedim. Kendimi dünyanın en vahşi mahluğu gibi hissediyordum."

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.896
  • 228.030
  • 28.896
  • 228.030
# 22 Haz 2015 03:58:57
ANNELER NEDEN ÇABUK AGLAR
Küçük bir erkek çocuk, annesine sordu: 'Niçin ağlıyorsun?' 'Çünkü ben kadınım.' Diye cevapladı annesi.
'Anlamadım!' dedi çocuk. Annesi, çocuğu kucaklayıp 'Hiç bir zaman anlayamayacaksın!' dedi. Babasına 'Baba, annem niçin ağlıyor?' diye sordu. Babanın cevabı: 'Bütün kadınlar sebepsiz ağlayabilen yapıdadır' oldu.
Küçük çocuk büyüdü, yeti...şkin adam oldu, halâ kadınların niçin ağladıklarını keşfedemedi. Nihayet öldükten sonra cennete gittiğinde Allah'a sordu. 'Allahım!' dedi: 'Kadınlar niçin bu kadar kolay ağlayabiliyorlar?' Allah:'Ben kadınları özel yarattım! Tüm yaşamın
ağırlığını taşıyabilecek kuvvette olmasına rağmen başkalarına teselli verecek kadar yumuşak omuzlar, doğumun acısına olduğu kadar doğurdukları evlatlarının nankörlüğüne dayanabilecek iç kuvvetini verdim.
Başkalarının kuvvetinin kalmadığında; devam edecek azmi,
ailesinin hastalığında; yorgunluğa pabuç bıraktırmayacak kudreti verdim.
Her türlü şart altında, hatta kendilerini çok kötü incitseler de,
çocuklarını sevmek duygusallığını verdim. Bu duygusallık her yaştaki çocuklarının yaralarını sarmalarına, sorunlarını dinleyip paylaşmalarına yardım ediyor.
Kocalarını tüm kusurlarıyla sevmek kuvvetini verdim. Onlara iyi bir kocanın eşini asla incitmeyeceğini fakat bazen destek ve kuvvetini deneyecek davranışlarda bulunacağını anlayacak duyarlı bir zeka verdim.
Tek zayıflık olarak kadınlara bir gözyaşı verdim...
Tamamen kendilerinin sahip oldukları, ihtiyaçları olduğunda kullanmak üzere. İnsanlık için bir gözyaşı...' diye cevapladı...
Kadını güzel yapan şey ne saçı, ne vücudu, ne de kendini ne şekilde taşıdığıdır. Kadını esas güzel yapan sevgisini paylaşabilmesi, fedakarlığı, sorumluluğu, anlayışı, sadece bilgiye değil aynı zamanda kalbe de yönelik aklıdır

Gönülden Damlalar - Biz Seni Görmeden Sevdik Ey Sevgili (s.a.v.)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.896
  • 228.030
  • 28.896
  • 228.030
# 23 Haz 2015 13:07:04
Hikayeye göre günün birinde Franz Kafka rutin yürüyüşlerini yaptığı parkta küçük bir kıza rastlamış. Kız ağlıyormuş. Oyuncak bebeğini kaybetmiş ve bu onu oldukça üzmüş.
Kafka bebeği onun yerine aramayı önermiş ve ertesi gün aynı noktada buluşmak üzere sözleşmişler. Bebeği bulamaması üzerine Kafka küçük kıza bebeğin ağzından bir mektup yazmış ve buluştuklarında kendisine okumuş:
“Lütfen benim için kederlenme, dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Sana başımdan geçenleri anlatacağım.” Bu birçok mektubun ilkiymiş. Kafka küçük kızla her buluştuğunda sevgili oyuncak bebeğin hayali maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde avunurmuş.
Derken gün gelmiş, görüşmelerin artık sonu gelmiş. Kafka son görüşmede küçük kıza bir oyuncak bebek getirmiş. Küçük kız, aslından oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş bir not küçük kızın şaşkınlığını gidermiş: “yolculuğum beni çok değiştirdi.”
Uzun yıllar sonra, artık bir yetişkin olmuş olan küçük kızımız, gözü gibi baktığı bebeğinin, gözünden kaçırdığı bir çatlağının içine sıkıştırılmış bir mektup bulur. Kısaca şöyle yazmaktadır: “Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin, ama sonunda sevgi başka bir surette geri dönecek.”

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 23 Haz 2015 14:45:56
Onu Da Sen Ağırla.

Günahkâr bir adamdı, ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan, ' ölse de, kurtulsak ' diyorlardı.

Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise, adamın haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı.

Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.

Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyordu, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu.

İyice zayıflamıştı, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor,
' ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin ' diye yalvarıyordu Allah' a...

Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerde sızıp kalmıştı!

Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bi yanına baktı, yoktu.

Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaz durdu.

Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.

Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyordu, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı.

Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü, ölmüştü...

Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı.

Kalktı, imamın evine gitti.

- Hocam... Diyebildi hıçkırarak, bizimkisi...

Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.

- O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapadı.

Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü.

Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omuzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.

Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.

Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omuzundan kayarken, dizlerinin üzerine çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.

Hışımla yaklaştı muhtar:

- Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa götüreyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden...

Kadın gözlerini çarşafın üzerine dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.

Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;

- Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada...

Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.

- Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.

Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti.

Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü.

Yorulmuştu.

Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.

Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da ' İmam Efendi, İmam Efendi...' diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.

- Bir rüya gördüm, dedi muhtar, hocam o berduş, o serseri adam Cennet' teydi. Bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun diyordu.

Rüyayı duyana imamın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü.

' Gel hele, içeri gel...' demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler.

Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:

- Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda...

Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?

Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular.

Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.

Bir yandan yürüyor bir yandan da aralarında konuşuyorlardı; ' bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır' dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değidi.'

Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, ' hayırdır inşaallah ' dedi. Oturdu, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar.

Çoban söylenenlerden hiç bir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.

- Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda oturup dua ettim sadece, hepsi bu...

Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi;

- Allah' ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelir yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım.

Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla...

Çevrimdışı hafız ahmet

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.068
  • 20.096
  • Okul Müdürü
  • 4.068
  • 20.096
  • Okul Müdürü
# 24 Haz 2015 09:38:09
Fırıncının duası..
İbrahim Ethem tacı tahtı terk ediyor.
Seneler sonra seyr-i sülûkünü tamamladıktan sonra Belh şehrine tekrar geliyor. Kendi yaptırdığı camide yatsı namazı kılıyor. Dışarıda sulu kar, yağmur, soğuk…
“Şurada kıvrılayım da sabah olunca giderim” diye düşünüyor. Caminin bekçisi geliyor, camide saklandığı yerden buluyor, çıkarıyor.
-“Ne yapıyorsun” diyor.
“Müsaade et, şurada yatayım. Sabah namazından sonra Belh’e gireceğim” diyor.
Görevli bacağından tutuyor onu
-“İbrahim Ethem, senin gibi çulsuzlar için yaptırmadı bu camiyi” diyor ve bacağından sürükleye sürükleye, kafasını merdivenlere vura vura atıyor onu dışarıya.
İbrahim Ethem “Ben bu camiyi yaptırdım” diyemiyor kibir olur diye.
Çaresiz, şehre gidiyor. Her taraf kapalı, sadece bir yer açık. Bir fırın. Kapıyı çalıyor ve sabaha kadar oturma müsaadesi istiyor. Orada çalışan işçi, “Geç otur” diyor.
Aradan bir-iki saat geçiyor. Sabah ezanı okunmaya başlıyor. Okunduktan sonra işçi dönüyor
-“Hoşgeldiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz, isminiz ne?” diyor.
İbrahim Ethem de
-“Ben iki saattir burada oturuyorum, şimdi mi geldi aklına sormak” diyor.
Fırıncı diyor ki:
-“Ben bu fırında işçiyim. İki çocuğum var, iki de yetime bakıyorum. Ben onlara şimdiye kadar haram lokma yedirmedim. Senin geldiğin vakit benim mesai saatim dahilindeydi. Ezan okundu, mesaim bitti. Seninle istediğin kadar konuşabiliriz, şimdi kazancıma haram karışmaz.” İbrahim Ethem
-“Sen ne güzel adammışsın. Sen Allah’tan bir şey isteyip de olmadığı vaki oldu mu?” diye soruyor.
-“Ben Allah’tan ne istediysem verdi. Fakat Allah’tan bir şey istedim. Onu bana vermedi. Allah’a yalvardım, bana İbrahim Ethem’i göster diye, bana onu göstermedi” diyor.
-“O Allah, öyle bir Allah ki,” diyor İbrahim Ethem, “İbrahim Ethem’i bacağından sürükleye sürükleye, kafasına vura vura getirir sana gösterir ve senin gözünün önünde ruhunu teslim ettirir.” diyor ve Allah diyerek ruhunu teslim ediyor.
Sevenin sevdiginden istedigi tek seydir dua,
Ayrı bedenleri bir muhabbette birleştirendir dua,
Çaresizken sığındığımız tek limandır dua,
Kulun RABBİYLE teke tek buluştuğu andır dua,
Yoksulun ekmek kapısı dertlinin derman kapısıdır dua.
Duanızda bizleri unutmayınız.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.896
  • 228.030
  • 28.896
  • 228.030
# 24 Haz 2015 13:29:16
Neden Hep Aynı Dua

Gencin birisi Kabe'de hep,

- "Ey doğruların yardımcısı olan Allah'ım, Ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah'ım, sana hamdü sena ederim," diye dua eder.

Bu durum herkesin dikkatini çeker. Birisi:

- "Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka birşey bilmiyor musun?," der.

O da anlatır:

Yedi sekiz sene önce yine Kabe'de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam bin altın vardı. İçimden bir ses:

- "Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın" diyordu. Hayır dedim kendi kendime. Bu benim değil. Başkasının malı, kullanmam haram olur dedim. Bu sırada birisi

- "Şöyle bir torba bulan var mı?" diye bağırıyordu. Çağırdım onu.

- "Nasıl bir torbaydı? İçinde ne vardı?" diye sordum. Torbayı tarif etti ve "İçinde bin altın vardı" dedi.

- "Torban burada." diyerek verdim. Adam torbayı açıp bana otuz altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim,

- "Bu köle için ne istiyorsunuz?" dedim. "Otuz altın dediler". Adamdan aldığım otuz altını verip genci satın aldım. Bir iki yıl geçti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Onu aldığıma çok memnun olmuştum. Bir gün onunla giderken karşıdan iki üç kişi geliyordu. Genç bana dedi ki,

- "Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın. Onlara otuz bin altından aşağıya satma." dedi. O kişiler yanıma geldi.

- "Bu esiri bize satar mısın?" dediler. "Satarım." dedim. "Altmış altın verelim." dediler. Ben de "Olmaz." dedim.

- "Sen bunu pazardan otuz altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz" dediler.

- "Öyleyse gidin pazardan alın." dedim. Arttıra arttıra yirmibin altına kadar çıktılar. Otuzbin altından aşağı olmaz dedim. Çaresiz kabul ettiler. Ben o otuzbin altın ile işyerleri açtım. Ticaret yaptım. Daha çok zengin oldum. Bir gün bana arkadaşlarım,

- "Çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim." dediler.

- Ben de "Olur." dedim. Nikah kıyıldı. Deve yükleri çeyizini getirdiler. Çeyiz arasında bir torba dikkatimi çekti. Kıza, "Bu nedir?" dedim.

- "İçinde 970 altın var. Babam Kabe'de bunu kaybetmiş. Bulan gence otuzunu vermiş. Kalanını da bana hediye etti. Çeyizine koyarsın dedi" diye anlattı. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş. Vermese idim haram yoldan gelecekti. Şimdi helal yoldan yine bana geldi. Bana yardım edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbim'e hamd ederim.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.896
  • 228.030
  • 28.896
  • 228.030
# 24 Haz 2015 13:31:07
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Fırıncının duası..
İbrahim Ethem tacı tahtı terk ediyor.
Seneler sonra seyr-i sülûkünü tamamladıktan sonra Belh şehrine tekrar geliyor. Kendi yaptırdığı camide yatsı namazı kılıyor. Dışarıda sulu kar, yağmur, soğuk…
“Şurada kıvrılayım da sabah olunca giderim” diye düşünüyor. Caminin bekçisi geliyor, camide saklandığı yerden buluyor, çıkarıyor.
-“Ne yapıyorsun” diyor.
“Müsaade et, şurada yatayım. Sabah namazından sonra Belh’e gireceğim” diyor.
Görevli bacağından tutuyor onu
-“İbrahim Ethem, senin gibi çulsuzlar için yaptırmadı bu camiyi” diyor ve bacağından sürükleye sürükleye, kafasını merdivenlere vura vura atıyor onu dışarıya.
İbrahim Ethem “Ben bu camiyi yaptırdım” diyemiyor kibir olur diye.
Çaresiz, şehre gidiyor. Her taraf kapalı, sadece bir yer açık. Bir fırın. Kapıyı çalıyor ve sabaha kadar oturma müsaadesi istiyor. Orada çalışan işçi, “Geç otur” diyor.
Aradan bir-iki saat geçiyor. Sabah ezanı okunmaya başlıyor. Okunduktan sonra işçi dönüyor
-“Hoşgeldiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz, isminiz ne?” diyor.
İbrahim Ethem de
-“Ben iki saattir burada oturuyorum, şimdi mi geldi aklına sormak” diyor.
Fırıncı diyor ki:
-“Ben bu fırında işçiyim. İki çocuğum var, iki de yetime bakıyorum. Ben onlara şimdiye kadar haram lokma yedirmedim. Senin geldiğin vakit benim mesai saatim dahilindeydi. Ezan okundu, mesaim bitti. Seninle istediğin kadar konuşabiliriz, şimdi kazancıma haram karışmaz.” İbrahim Ethem
-“Sen ne güzel adammışsın. Sen Allah’tan bir şey isteyip de olmadığı vaki oldu mu?” diye soruyor.
-“Ben Allah’tan ne istediysem verdi. Fakat Allah’tan bir şey istedim. Onu bana vermedi. Allah’a yalvardım, bana İbrahim Ethem’i göster diye, bana onu göstermedi” diyor.
-“O Allah, öyle bir Allah ki,” diyor İbrahim Ethem, “İbrahim Ethem’i bacağından sürükleye sürükleye, kafasına vura vura getirir sana gösterir ve senin gözünün önünde ruhunu teslim ettirir.” diyor ve Allah diyerek ruhunu teslim ediyor.
Sevenin sevdiginden istedigi tek seydir dua,
Ayrı bedenleri bir muhabbette birleştirendir dua,
Çaresizken sığındığımız tek limandır dua,
Kulun RABBİYLE teke tek buluştuğu andır dua,
Yoksulun ekmek kapısı dertlinin derman kapısıdır dua.
Duanızda bizleri unutmayınız.

 :'( :'( :'(

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK