İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı kurthan

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 10.694
  • 73.106
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 10.694
  • 73.106
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 04 Tem 2016 00:34:55
Yoldan geçen birisi, evinin bahçesinde tuhaf hareketler yapan bir adama sorar:

– Niye öyle tepinip duruyorsun?

– Keçe tepiyorum. Sıkıştırıp pazarda satacağım. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

– Başındaki çıngırak ne?

– Çevredeki bahçelerin ekin ve meyvelerine kuşların gelmemesi için ses çıkarıyorum. Sahipleri de bana bir miktar ücret ödüyor. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

– Peki, sırtındaki yük nedir?

– Bu yayıktır. Yoğurttan yağ çıkarıyorum. Sonra da götürüp pazarda satacağım. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

– O elinde döndürdüğün nedir?

– Bu bir kirmendir. Komşuların yünlerini eğiriyorum. Onlar da ücretini ödüyor. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

– Ağzınla ne mırıldanıyorsun?

– Hatm-i tehlil okuyorum, isteyenlere hediye ediyorum. Onlar da bana çeşitli hediyeler veriyorlar. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

– Niye öyle sağa sola bakıyorsun?

– Komşu çocuklarını takip ediyorum. Onları tehlikelerden korumak için bakıcılık yapıyorum. Komşular da bana ufak-tefek hediyeler veriyorlar. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz!..

– Peki, dünya fâni olmasaydı daha neler yapardın?

– Ona göre tedbir alırdım!..

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 04 Tem 2016 01:04:11
.....

Çevrimdışı harslan05

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.400
  • 69.672
  • 3.400
  • 69.672
# 04 Tem 2016 01:43:46
Bir Çanakkale hatırası...
Rabbim onlardan, bekleyenlerinden razı olsun inşallah.


Babası Çanakkale’ye gittiğinde, nenemiz henüz kundakta bebekmiş. Gitmiş ve bir daha hiç haber alınamamış. Ama annesi her bayram geldiğinde, nenemizi süsler giydirir ve sokağa yollamazmış. ‘Baban gelecek... Elinden tutacak... Seni bayram yerine o götürecek... Çıkma sokağa bekle..

Her bayram…Her bayram ‘Baban gelecek, elinden tutacak. Seni bayram yerine götürecek…

Nenemiz hala sağ. Ve hala her bayram giyiniyor, süslenip bekliyor. ‘Babam gelecek elimden tutacak. Beni bayram yerine götürecek...’

Edremit’te bir evde hala her bayram... Her bayram yaşanmamış çocukluk günlerinin bayramları yaşanıyor.. Aradan doksan sene geçti. Ama gelecek olan baba bekleniyor. Hayatı boyunca bayram yerinin nasıl olduğunu göremeyen insanların hatıraları yaşanıyor.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Tem 2016 12:20:58
Geçenlerde bir vesileyle yanına uğramıştım ki, namaz kılarken gördüm. "Rabbim! Sen nelere kâdirsin!" deyiverdim o an. Gençliğinde bir kere olsun ağzından "Allah" kelamı çıkmamasıyla övünen Kenan Amca, o ihtiyar haliyle "Allahuekber" deyip namaza duruyordu.
   Doğrusunu Allah bilir ya, şahsen gördüğüm kadarıyla kıldığı namaz eksik ve hatalıydı. "Allahuekber" diyerek rükuya varıyor, "Subhanallah" diyor, akabinde "Allahuekber" diyerek secdeye varıyor, secdede yine "Subhanallah" diyordu. Neyse; "Subhanallah" diyerek selam verdi ve namazını tamamladı!

   "Allah kabul etsin Kenan Amca!"
   Beni yeni farketmişti.
   "Hoş geldin doktor bey oğlum" dedi, peltek konuşmasıyla.
   Geçen sene beyin kanaması geçirdiği günlerde hastanede tanımıştım Kenan Amcayı. Bir Fatiha'dan bile mahrum edilmiş halde yaşadığı onca yılın ezikliği vardı üzerinde.
   Kolundan girerek, oturmasına yardım ettim:
   "Nasılsın bakalım?"
   "Yürümemdeki aksaklık dışında, iyiyim çok şükür."
   "Maşaallah Kenan Amca! Namaz bile kılıyorsun."
   Ondaki bu değişikliğe çok sevinmiştim.
   Sohbet ederken, "Evlat" dedi utana sıkıla, "Sana bir şey sormak istiyorum."
   "Buyur Kenan Amca."
   Meraklanmıştım.

   "Ben namazda ne okunacağını bilmiyorum. Okumam yazmam da yok. Namaz kılıyorum ama..."
Her yanını hüzün kaplamış, sözün devamı boğazında kalmıştı. Ne kadar acı bir tabloydu bu böyle. Namaz kılmak istediği halde namazın nasıl kılınacağını, namazda ne okunacağını bilememek…
   "Öğrenirsin inşaallah. İstersen ben sana yardımcı olurum."
   "Felç geçirdikten sonra hafızam iyice zayıfladı. Çok uğraştım ama, bir türlü aklımda bir şey kalmıyor"
   Ümitsiz kelimeler dökülmüştü yine felçli dudaklarından. İçim burkulmuş, ona bir çıkar yol göstermeyi çok istemiştim.
   "Hiç olmazsa Fatiha'yı öğrenmek zorundasın Kenan Amca. Fatiha'sız namaz olmaz. Ne yapıp edip onu öğrenmen gerekiyor."
   "Biliyorum yavrum. Ama ne yapayım ki, hafızama girmiyor."
   Fatiha'sız geçen yıllara kızgın ve kırgın bir halde söylüyordu bunu. Bu dertli ihtiyar için yapılabilecek bir şeyler olmalıydı. İçimden, "Madem namaz kılma ameliyesi ömür bitmediği sürece, akıl baştan gitmediği sürece düşmüyor. Bu amcamıza nasıl bir yol göstermeli" diye düşünürken, elhamdülillah bir çözüm yolu da bulmuştum:
   "İyisi mi sen namazlarını cemaatle kıl Kenan Amca. Eğer vakit namazlarını camide kılacak olursan, imama uyman yeterli olacak. O zaman namazların salim olur inşaallah."
   Bu çözüm karşısında Kenan Amcanın her yanını sevinç ve memnuniyet kaplamıştı. Hani, ayakları sağlam olsa kalkıp oynayacaktı alimallah!
   O gün bugündür, Kenan Amca namazlarını camide kılıyor. İmama tâbi oluyor ve selametle namazlarını eda ediyor.

   Ben de onu ağır aksak camiye giderken her görüşümde imama uymanın ve cemaat sırrına tâbi olmanın ne demek olduğunu daha iyi kavrıyorum. Asrın, kesinlikle cemaat asrı olduğunu ve imanla bu dünya hayatını noktalayabilmek için cemaatin şahs-ı manevîsinin nuruna sıkıca yapışmak gerektiğini anlıyorum. Kurtuluşun cemaat sırrına dahil olmakla ilgili olduğunu daha iyi fark ediyorum. Nefsime de, "Cemaate tâbi olmak için hafızanın seni terk etmesini mi bekliyorsun?" gibisinden ikazlar yolluyorum.
   Velhasıl, bir Fatiha'yı bile öğrenememiş ve öğrenemeyecek birisinin beş vakit dört başı mamur namazlar kılışına şahit oluyorum.
   Hem de, cemaatle..

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Tem 2016 12:21:31
Sokrat Ölüme mahkum edildiğinde, eşi:
- Haksız yere öldürülüyorsun, diye ağlamaya başlayınca, Sokrat:
- Ne yani, demiş. Birde haklı yere mi öldürülseydim!
====================
Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir... Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa: "Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem" der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir:
- Ben çekilirim!!
====================
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare'a gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabı şu olur:
- Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın.
===================
Meşhur bir filozofa:
- Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar fakirsiniz? diye sorulduğunda:
- Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan, demiş.
====================
Dostlarından biri, Fransız kralı 15. Lui' ye:
- Majesteleri, demiş. Akıl vergisi almayı hiç düşündünüz mü?
Hiç kimse budalalığı kabul etmeyeceğine göre, herkes böyle bir vergiyi seve seve öder. Kral, alaylı alaylı gülerek:
- Hakikaten enteresan bir fikir, cevabını vermiş. Bu buluşunuza karşılık, sizi akıl vergisinden muaf tutuyorum.
====================
Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galile'ye hasımlarından biri:
- Efendim, demiş. Kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?
Galile:
- Doğru, demiş. Benim kulaklarım bir insan için biraz büyük ama, seninkiler bir eşek için fazla küçük sayılmaz mı?
====================
Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon'un bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını harita üzerinde gezdirerek:
- Önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini zapdetmeliydiniz, gibi fikirler belirtmeye başlayınca, Napolyon:
- Evet, demiş. Onlar parmakla alınabilseydi dediğin gibi yapardım.
====================
Bir toplantıda bir genç M. Akif’i küçük düşürmek için:
- Afedersiniz, siz veteriner misiniz? demiş. M. Akif hiç istifini bozmadan şu cevabı vermiş:
- Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu ?
====================
Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş. Vezir:
- Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
- Bende bilirim.
====================
Sultan Alparslan 27 bin askeriyle bizans topraklarında ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:
- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.
Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:
- Bizde onlara yaklaşıyoruz.
====================
Bir filozofa sormuşlar: Şansa inanır mısınız?
Filozof: Evet, yoksa sevmediğim insanların başarısını neyle açıklardım.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Tem 2016 12:21:58
        DOĞRU ZAMAN

   Amerikalı bir zengin işadamı, bir iş seyahati sırasında küçük bir Meksika koyu kasabasına uğrar. Limanda gezerken, ağzına kadar balık dolu küçük bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker. Merakla yanına yaklaşır ve sorar,
   "Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını aldı ?"
   Balıkçı, tümünü bir-iki saate yakaladığını söyler.Yabancı adam bu kez, niçin daha uzun sure kalıp daha fazla balık yakalamadığını sorar. Balıkçı, ailesinin geçimi için bu kadarının yettiğini söyler.
   Amerikalı işadamı merakla balıkçıya kalan zamanını nasıl geçirdiğini sorar. Balıkçı anlatır,
   "Geç vakit yatarım, sabah birazcık balık yakalarım. Sonra çocuklarımla oynarım, öğleyin de karım Maria ile biraz siesta yaparım. Akşamları, amigolarla beraber gitar çalıp beraber eğleniriz. Dolu ve meşgul bir yaşantım var efendim"
   Amerikalı gerinerek, "Benim Harvard'dan masterım var ve sana yardım edebilirim. Balık tutmak için daha çok zaman ayırmalı ve daha büyük bir tekne ile çalışmalısın. Bu tekneden elde edeceğin gelirle daha büyük tekneler alırsın. Kısa surede bir balıkçı filosuna sahip olursun. Böylelikle, yakaladığın balıkları aracılara değil doğrudan doğruya işleme tesislerine satarsın. Hatta kendi balık fabrikanı bile kurabilirsin. Balıkçılık sektöründe bir numara olursun"
   Ve Amerikalı devam eder, "Tabii bunları yapman için öncelikle bu küçük balıkçı kasabasını terk edip Mexico City'ye, daha sonra Los Angeles'e ve en sonunda holdingini genişletebileceğin New York'a yerleşirsin"
   Balıkçı düşünceli vaziyette sorar, "Peki bayım, bu anlattıklarınız ne kadar zaman alır ?"
   Amerikalı yanıtlar, "15-20 yıl kadar"
   "Peki bundan sonra efendim?" diye sorar balıkçı...
   Amerikalı güler, "Simdi anlatacağım en iyi tarafı! Zamanı geldiğinde, şirketini halka açarsın ve şirketinin hisselerini iyi paraya satarsın! Kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanırsın!"
   "Milyonlar?" der.
   Meksikalı, "Eee...sonra bayım?"
   Amerikalı, "Ondan sonra emekli olursun. Geç vakitlerde yatabileceğin küçük bir balıkçı kasabasına yerleşirsin, istersen zevk için biraz balık tutarsın, çocuklarınla oynayacak, karınla siesta yapacak zamanın olur, akşamları da arkadaşlarınla gitar çalar eğlenirsin. Nasıl, mükemmel değil mi?"
   -Çok güzel de ben şu an başka ne yapıyorum ki!

Çevrimdışı muratugr

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 895
  • 752
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 895
  • 752
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Tem 2016 12:47:23
Okul bahçesinde oturuyorum, öğrencilerim bahçede oynuyor. İçlerinden İsmi Mitatcan olanı yanıma yaklaştı ve: Bakın öğretmenim yeni ayakkabım, dedi. Bakınca her tarafıma bir uyuşma geldi. Ayakkabısı arkası yırtık kara lastik ama her tarafını belli ki suyla temizlemiş ve onun gözünde yepyeni olmuştu ve o kadar da güleç yüzlüydü ki o kadar mutluydu ki bunu söylerken. ORacıkta bir sarıldım ki dakikalarca , çocuk bile ne olduğunu anlamadı :)

Çocuk mu yetiştirdiğimizi zannediyoruz, hayır! Her dediği olacak hiç bir şeyi eksik olmasın diyoruz çocuğumuza ama farkında bile değiliz mutsuz çocuklar yetiştiriyoruz, hiç bir şeyden zevk almayan hep daha çoğu hep daha çoğu daha pahalısı diyen çocuklar. Mutlu olmayı para ile eş değer gören çocuklar yetiştiriyoruz. Kapitalist köle yetiştiriyoruz.

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
# 06 Tem 2016 14:20:09
1517 yılında kazanılan Ridaniye zaferinden sonra kutsal topraklarda huzuru sağlayan Yavuz Sultan Selim ordusuyla birlikte İstanbul'a dönüyordu. Yolculuk sırasında, İbn-i Kemal adıyla tanınan Anadolu Kazaskeri ve ünlü bilgin Kemal Paşazade'nin atının ayağından sıçrayan çamurlar Padişah'ın kaftanını kirletti. Kemal Paşazade mahçup oldu, korktu ve ne diyeceğini şaşırdı. O'nun bu halini gören Padişah tebessümlü bakışlarla süzdükten sonra şöyle teselli etti: "Senin gibi bir bilginin atının ayağından sıçrayan çamur benim için şereftir. Vasiyetimdir ki, öldüğüm zaman bu kaftan bu haliyle sandukamın üzerine konsun!" Padişahın sırtından çıkardığı kaftanın çamurları temizlenmedi, öylece saklandı ve vasiyetine uygun olarak ölümünden sonra sandukasının üzerine örtüldü.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Tem 2016 00:41:09
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Okul bahçesinde oturuyorum, öğrencilerim bahçede oynuyor. İçlerinden İsmi Mitatcan olanı yanıma yaklaştı ve: Bakın öğretmenim yeni ayakkabım, dedi. Bakınca her tarafıma bir uyuşma geldi. Ayakkabısı arkası yırtık kara lastik ama her tarafını belli ki suyla temizlemiş ve onun gözünde yepyeni olmuştu ve o kadar da güleç yüzlüydü ki o kadar mutluydu ki bunu söylerken. ORacıkta bir sarıldım ki dakikalarca , çocuk bile ne olduğunu anlamadı :)

Çocuk mu yetiştirdiğimizi zannediyoruz, hayır! Her dediği olacak hiç bir şeyi eksik olmasın diyoruz çocuğumuza ama farkında bile değiliz mutsuz çocuklar yetiştiriyoruz, hiç bir şeyden zevk almayan hep daha çoğu hep daha çoğu daha pahalısı diyen çocuklar. Mutlu olmayı para ile eş değer gören çocuklar yetiştiriyoruz. Kapitalist köle yetiştiriyoruz.
  İçim yandı bir an öğretmenim.O na sarılarak en büyük hediyeyi vermişsiniz TEŞEKKÜRLER

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Tem 2016 00:41:59
ÇİRKİN POSTACI

Dünyanın bana zindan olduğu günlerdi. Sanıyorum, birkaç defasında da evden
ağlayarak dışarı çıkmıştım... Hayatım kararmıştı da bir ışık bekliyordum sanki,
ama yoktu. İşte böyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir mektup
buldum. Hayretle baktım üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip
açtım... "Acıları paylaşmak insanların vazifesidir, diyordu. Senin geçtiğin
sokakta ben de vardım. Ama bir sokakta ya ben olmamalıydım veya paylaşılmamış
acılarını içinde gezdiren bir insan!... Ve ekliyordu sonunda; Sana her gün
mektup yazacağım..."
Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu?.. Kimdi, neden yazmıştı bu
notu ve neden "bana" yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi... Ve aslında bir mektuba da
deliler gibi ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı her
gün?.. Bunu zaman gösterecekti.
İlk gün kafam karışıktı. Hem kendi problemlerimi, hem dün gelen mektubu, hem de
yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün posta kutumda
beyaz bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim... Yazı aynıydı, odama
girip okumaya başladım mektubu. Bu, inanılmazdı...Bir bardak su içercesine biti
verdi mektup. Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi kendime ve susuzluğumu
kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı... Sanki tanıyordu beni, sanki
yıllardır dertleşiyordum onunla...
Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; "Yarın yine yazacağım..." Yarın yine yazdı,
öbür gün yine... Ve sonraki günler yine yazdı... Her
mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı ve her gün de dediğini
yapıyordu. Her gün işyerinden dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla... Her gün
görüyordum posta kutumun bugün de boş olmadığını ve gariptir; artık yapayalnız
olmadığımı, kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime
giriyor, sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyordum
ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım. Öylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar
sanki nefes alamayacağım!..
Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum. Zaman geçti ve
zamanla beraber sıkıntılarım da geçti. O günlerden
geriye sadece eski mektuplar kaldı. Bir gün içimde karşı koyamadığım bir merak
peydahlandı; Kimdi bu?.. Nasıl biriydi?.. Onunla ilgili her şeyi merak etmeye
başlamıştım. O her gün yazıyordu ve nasılsa her gün yazmaya da devam edecekti!..
Bundan emin olduğum için de, "yazılarında anlattıklarından çok" nasıl bir
kalemle yazdığına, neden bu kağıdı seçtiğine, yazı stiline aklımı takmaya
başladım...
Yazıları öylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili herşey de mükemmel
olmalıydı. Ama her şey... O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika
mektupların en azından nasıl biri tarafından getirildiğini görmeyi koymuştum
kafama...



Öğle vaktine doğru sokağa giren postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim.
Mektubumu kutuya şimdi bırakmıştı, eli henüz havadaydı... Gözgöze geldik. Aman
Allah'ım... Aman Allah'ım, bu ne kadar çirkin bir adamdı böyle!.. Dondum kaldım.
O da başını eğdi, döndü ve gitti. Orda, öylesine bekliyordum şimdi... Kutuyu
açıp mektubumu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca güzel mektubu, bu kadar
çirkin biri mi taşımıştı?.. O öptüğüm, kokladığım, göğsüme bastırdığım,
yastığımın üzerine koyduğum mektuplarıma benden önce bu adamın mı eli
değmişti?.. Saçmaladığımı biliyordum. Ama böylesine güzel duygularıma bu çirkin
yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum. Kapıyı açtım, dışarı
çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. "Neye" olduğunu bilmiyordum, ama çok
kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma
baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünüm arasına köprü
olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği
yakıştıramıyordum!.. Yarın iş dönüşü baktım ki, kutumda hâlâ o aynı "kirli"
mektup var! Almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte.
Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp bakmamaya başladım!..
Altı-yedi hafta sonra dünya yine karanlık gelmeye başladı bana. Bir dosta, bir
morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım. Herşey çok
ağırlaşmıştı yeniden. Uyku bile uyuyamıyordum. Gece yarısını geçiyordu aklıma o
mektup geldiğinde. Tereddüt bile etmeden aşağı indim, kutumu açtım ve mektubumu
aldım. Bir saat içinde üç defa okumuş... Özlemiş olarak göğsüme bastırmış... Ve
uzun zamandır ilk defa böylesine huzur içinde uyuyabilmiştim. Bunlar benim
ilacımdı, biliyordum. En çok o gün merak etmişim, bir daha ne zaman yeni bir
mektup geleceğini... Ve o akşam gözlerime inanamadım; kutumda mektup vardı. Yazı
aynıydı, zarfta yine isim yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu...
Açtım zarfı; içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu: "Sana gelmiş bir
mektubu kırksekiz gün okumamakla ne kazandığını bilmiyorum... Ama artık benim
sana yazmaya vaktim olmayacak. Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre
gidiyorum. Hoşçakal. Çirkin Postacı!.."
Donmuş kalmıştım şimdi... Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma, hıçkırarak
eve girdim. Çantamı açtım; tarakların, rujların ve diğer karışıklığın arasında
bulduğum mavi göz kalemiyle, bir kağıda; "Lütfen bana tekrar yaz" yazıp posta
kutuma koydum. Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda, aynı notum iki yıldır
yapayalnız bekliyor!

ÇİRKİN POSTACI

Dünyanın bana zindan olduğu günlerdi. Sanıyorum, birkaç defasında da evden
ağlayarak dışarı çıkmıştım... Hayatım kararmıştı da bir ışık bekliyordum sanki,
ama yoktu. İşte böyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir mektup
buldum. Hayretle baktım üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip
açtım... "Acıları paylaşmak insanların vazifesidir, diyordu. Senin geçtiğin
sokakta ben de vardım. Ama bir sokakta ya ben olmamalıydım veya paylaşılmamış
acılarını içinde gezdiren bir insan!... Ve ekliyordu sonunda; Sana her gün
mektup yazacağım..."
Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu?.. Kimdi, neden yazmıştı bu
notu ve neden "bana" yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi... Ve aslında bir mektuba da
deliler gibi ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı her
gün?.. Bunu zaman gösterecekti.
İlk gün kafam karışıktı. Hem kendi problemlerimi, hem dün gelen mektubu, hem de
yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün posta kutumda
beyaz bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim... Yazı aynıydı, odama
girip okumaya başladım mektubu. Bu, inanılmazdı...Bir bardak su içercesine biti
verdi mektup. Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi kendime ve susuzluğumu
kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı... Sanki tanıyordu beni, sanki
yıllardır dertleşiyordum onunla...
Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; "Yarın yine yazacağım..." Yarın yine yazdı,
öbür gün yine... Ve sonraki günler yine yazdı... Her
mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı ve her gün de dediğini
yapıyordu. Her gün işyerinden dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla... Her gün
görüyordum posta kutumun bugün de boş olmadığını ve gariptir; artık yapayalnız
olmadığımı, kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime
giriyor, sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyordum
ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım. Öylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar
sanki nefes alamayacağım!..
Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum. Zaman geçti ve
zamanla beraber sıkıntılarım da geçti. O günlerden
geriye sadece eski mektuplar kaldı. Bir gün içimde karşı koyamadığım bir merak
peydahlandı; Kimdi bu?.. Nasıl biriydi?.. Onunla ilgili her şeyi merak etmeye
başlamıştım. O her gün yazıyordu ve nasılsa her gün yazmaya da devam edecekti!..
Bundan emin olduğum için de, "yazılarında anlattıklarından çok" nasıl bir
kalemle yazdığına, neden bu kağıdı seçtiğine, yazı stiline aklımı takmaya
başladım...
Yazıları öylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili herşey de mükemmel
olmalıydı. Ama her şey... O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika
mektupların en azından nasıl biri tarafından getirildiğini görmeyi koymuştum
kafama...



Öğle vaktine doğru sokağa giren postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim.
Mektubumu kutuya şimdi bırakmıştı, eli henüz havadaydı... Gözgöze geldik. Aman
Allah'ım... Aman Allah'ım, bu ne kadar çirkin bir adamdı böyle!.. Dondum kaldım.
O da başını eğdi, döndü ve gitti. Orda, öylesine bekliyordum şimdi... Kutuyu
açıp mektubumu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca güzel mektubu, bu kadar
çirkin biri mi taşımıştı?.. O öptüğüm, kokladığım, göğsüme bastırdığım,
yastığımın üzerine koyduğum mektuplarıma benden önce bu adamın mı eli
değmişti?.. Saçmaladığımı biliyordum. Ama böylesine güzel duygularıma bu çirkin
yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum. Kapıyı açtım, dışarı
çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. "Neye" olduğunu bilmiyordum, ama çok
kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma
baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünüm arasına köprü
olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği
yakıştıramıyordum!.. Yarın iş dönüşü baktım ki, kutumda hâlâ o aynı "kirli"
mektup var! Almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte.
Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp bakmamaya başladım!..
Altı-yedi hafta sonra dünya yine karanlık gelmeye başladı bana. Bir dosta, bir
morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım. Herşey çok
ağırlaşmıştı yeniden. Uyku bile uyuyamıyordum. Gece yarısını geçiyordu aklıma o
mektup geldiğinde. Tereddüt bile etmeden aşağı indim, kutumu açtım ve mektubumu
aldım. Bir saat içinde üç defa okumuş... Özlemiş olarak göğsüme bastırmış... Ve
uzun zamandır ilk defa böylesine huzur içinde uyuyabilmiştim. Bunlar benim
ilacımdı, biliyordum. En çok o gün merak etmişim, bir daha ne zaman yeni bir
mektup geleceğini... Ve o akşam gözlerime inanamadım; kutumda mektup vardı. Yazı
aynıydı, zarfta yine isim yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu...
Açtım zarfı; içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu: "Sana gelmiş bir
mektubu kırksekiz gün okumamakla ne kazandığını bilmiyorum... Ama artık benim
sana yazmaya vaktim olmayacak. Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre
gidiyorum. Hoşçakal. Çirkin Postacı!.."
Donmuş kalmıştım şimdi... Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma, hıçkırarak
eve girdim. Çantamı açtım; tarakların, rujların ve diğer karışıklığın arasında
bulduğum mavi göz kalemiyle, bir kağıda; "Lütfen bana tekrar yaz" yazıp posta
kutuma koydum. Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda, aynı notum iki yıldır
yapayalnız bekliyor!







Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
# 08 Tem 2016 10:27:32
Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi
sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında,
vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş.
Vezir:
- Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
- Bende bilirim

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
# 08 Tem 2016 14:31:28
Bu menkıbe, Peygamber(s.a.v.) efendimizin Allah’ın izni ve kudreti ile ölüleri diriltme mucizelerinden sadece birisidir:

     Cabir bin Abdullah (Allah Ondan Razı Olsun), Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz ve Eshabından da (radıyallâhu anhum) bazılarını evine davet eder. Ziyafet için bir koyun (veya deve) keser ve zevcesine:
-” Ben bir miktar odun alıp geleyim.” der ve evden ayrılır.
Hz. Cabir’in iki küçük oğlu vardı. Büyük olan oğlu küçük oğlana;
-“Babamın koyunu nasıl boğazladığını gel sana göstereyim.” der.
O da:
-“Peki göster.” der.
Büyük oğlan küçüğün elini ayağını bağlar ve elindeki bıçağı küçüğün boğazına çalıp, başını gövdesinden ayırır. O dehşet verici durumu gören anne feryat edince, oğlan korkusundan dama kaçar. Kadın da peşinden gidince,  oğlan korkudan kendini damdan atar ve o da ölür.
      Kadıncağız, Peygamber Efendimizin o hadise sebebiyle üzülüp yemek yemeği terk edebileceğini düşünerek bu olayı sinesine çekerek sabır eder ve iki ölüyü de odaya koyup, üzerlerini örterek yemeği pişirmeye koyulur.  Yemek ortaya gelince, Cebrail aleyhisselam gelir:
-” Ey Allah’ın Rasulü, Allahü teâlâ bu yemeği Cabir’in çocukları ile birlikte yemeni emrediyor.” der.
     Allah’ın Rasulü Cabir’e:
-” Ey Cabir çocuklarını çağır gelsinler yemeği onlarla birlikte yiyelim.” der.
O da hanımına oğullarını sorar. Cabir’in Hanımı:
-” Burada yoklar” der.

     Hazret-i Cabir’de Resulullah’a:
-” Ey Allah’ın Rasulü çocuklar burada yoklarmış.” der.
Rasulullah tekrar emreder. Bunun üzerine Cabir’de hanımını sıkıştırır. Cabir’in Hanımı çaresiz durumu kocasına anlatır. Cabir çocuklarının durumu görünce şaşar kalır ve hanımıyla birlikte ağlamaya başlarlar. Allah’ın Elçisi bu vahim durumdan haberdar olup çok mahzun olur. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam gelir:
-“Ey Allah’ın Rasulü, Allahü teâlâ sana emir ediyor ki, onları çağır. Sen dua edeceksin bizler de “âmin” diyeceğiz Rabbul-Âlemîn o çocukları tekrar diriltecektir.” der.
Allah’ın Rasulü bunun üzerine dua Rabbine dua eder, Cebrail ve oradakiler de âmin derler. Hâlık-ı Zül-Celâl’de Oğlanların ikisini de diriltir ve Allah’ın Rasülü çocuklar ve Eshabı ile birlikte yemeklerini yerler.
Ve Huve alâ külli şeyin kadîr. Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye yeter.
İkinci Binin Müceddidi Büyük Alim ve Veli İmamı Rabbani hazretleri;
-”  Ölü kalpleri diriltmek ölüleri diriltmekten daha büyük mucize ve karamettir. Ancak; insanların bir çoğu ölüleri Allah’ın inayeti ile diriltmeyi daha büyük bir mucize sayarlar. ” diye buyurur.
Bu sebepledir ki, Peygamber (aleyhisselam) Efendimiz Kur’an ile ölü kalplerin diriltilmesine vesile olduğu için daha büyük bir mucizenin gösterilmesine sebep olmuşlardır.
Vesselam.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 09 Tem 2016 23:39:59
"BİZ SENİ UYANIK BİLİRDİK..."

   İstanbul’da kenar semtlerden birinde oturan yaşlı bir kadın, padişahın huzuruna çıkmak istediğini saraydaki görevlilere bildirmiş. Bunun üzerine sultanın karşısına çıkarılmıştı. Yaşlı kadın:
   Evinin soyulduğunu ve bu olaydan padişahın sorumlu olduğunu söyleyerek, şikayette bulunur. Bunun üzerine hiddetlenen Kanuni:
   -Bana bak kadın, sen niçin bu kadar derin uyku uyudun da evinin soyulduğunu duymadın? deyince, yaşlı kadın :
   Padişahım! Kusura bakma, biz seni uyanık bilirdik, onun için evimizde rahat uyuyorduk der. Bu cevap üzerine Kanuni utanarak :
   -Haklısınız diyerek, kadının çalınan mallarının bedelini kendi malından öder

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 09 Tem 2016 23:41:06
CENNETE ZENGİN HER ZAMAN GELMEZ"
_____________________________ ___________
   Yoksul köylü ölmüştü, gözlerini açınca cennetin kapısında buldu kendini. Bir de zengin adam bekliyordu sırada. Bir melek geldi, açtı cennetin kapısını altın anahtarıyla. Önce zengin girdi içeri, bir bando sesi duyuldu ansızın kapının arkasından. Marşlar çalındı, şarkılar söylendi, sevinç çığlıkları attı cennettekiler. Kapı yine açıldı, sesler kesilince, köylü içeri girdi.Bir melek karşıladı onu,
   "Hoş geldin köylü kardeş," dedi sadece.
   Hani, nerede bando? Neden söylenmiyor marşlar? Melekler neden dans etmiyor? "Ne biçim iş bu?" diye bağırdı köylü.
   "Zengin adam girince içeriye şarkılar söylediniz, çalgılar çalarak karşıladınız onu. Ben yoksulum gerçi, ama dünyada kalmadı mı yoksulluğum? Herkes eşit değil midir cennette?    "Eşittir," dedi melek.
   "Zengin de bir bizim için, yoksul da. Yalnız unutma köylü kardeş, her gün yüzlerce yoksul gelir cennete, ama zengin dediğin yüz yılda bir gelir"
Grimm Kardeşler (Ülkü Tamer'in köşesinden alıntıdır. 25 Ağustos 2001, Radikal Gazetesi)

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 10 Tem 2016 13:12:51
ÇATLAK KOVA

Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış.  Sağlam olan kova  her seferinde ırmaktan patronun evine ulasan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve  ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş.Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.

         İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum." "Neden?..." diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..."  Kova cevap vermiş. "çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını  alamıyorsun." Sucu şöyle demiş. "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri  fark etmeni istiyorum." Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını  kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu  kovaya sormuş. "Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer  kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını farkettin mi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu  bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek  tohumları ektim  ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki  yıldır  ben bu  güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen  böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı."
 
Hepimizin kendimize has kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin.. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer siz de güzelliklere sebep olabilirsiniz



 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK