DEĞERLİ BİR ÖYKÜ
“Değer miydi be koçum” diye karşıladı İhsan baba. Ali şaşkın gözlerle koğuşa bakıyor, düne kadar hiç aklına bile getirmediği bu hapishane koğuşunu belleğine aktarmaya çalışıyordu. Daha hayatının baharında, 20 yaşındaydı. Köyde yavuklusunu, bir çok kardeşlerini, anasını ve babasını geride bırakmıştı. Geride bir de cansız olarak bıraktığı kız kardeşi vardı. Hem de nasıl cansız!
Koğuşta bulunan diğer erkekler delikanlıya bir yandan hoş geldin derken, diğer yandan da İhsan babaya çıkışıyorlardı. “Baba bırak ya!”dedi topal Hasan, “Çok da iyi yapmış, çok da doğrusunu yapmış çocuk. Törelerimize uymamak olur mu? Namus her şeyden önemli. Namus söz konusu oldu mu, bacı kardeş, ana, baba hepsi önemini değerini yitirir. Biz toplumda başımız dik yüzümüz ak yaşamak isteriz.”
“Tabi ya” diye söze karıştı Arnavut Niyazi, “Eline sağlık koçum. Namus davasından mapusta yatanlar en şerefli insanlardır. Helal olsun sana.”
Koğuşun ileri gelen bu üç şahsiyetinin dışında kalanlar da töreleri destekleyici sözler söyleyerek, moral yükseltmeye çalıştılar ve Ali’ye ömrünü geçireceğini düşündüğü yatağını gösterdiler.
Bundan daha bir ay öncesi, böyle bir yaşam biçimi Ali’nin aklının köşesine bile uğrayamazdı. O, gençlik hayalleri ve umutları içerisinde yüzüyor, yavuklusuyla evleneceği günü düşünüyordu. Çok zengin sayılmazlardı. Aileleri kalabalıktı, ama onları geçindirecek bir toprakları vardı. Üstelik kurak bir iklimde yaşamadıkları için de toprakları verimliydi. Yani şanslı bile sayılabilirlerdi.
Ali’nin günlük sıkıntıları ve gelecek ile ilgili planları arasında geçirdiği olağan günlerden biriydi. Yaz günüydü. Hava sıcak mı sıcaktı doğrusu. Birkaç davarı almış otlatmaya çıkmıştı. Testisi de yanındaydı susuzluğa karşı. “Aman ha!” diye düşündü. “İşimi doğru dürüst yapmazsam babamdan yine fırça yerim.” Oldukça sert ve otoriter bir babası vardı. Karısı ve çocukları ondan çok korkarlardı. Yine de köydeki bir çok erkeğe göre sevecen, adil ve ailesine düşkündü. Üstelik yıllardır evli olmalarına karşılık, başkaları gibi karısının üzerine kuma getirmemişti. Tüm aile babayı hem sever, hem de yanlış bir şey yapmamaya çalışırlardı. Çünkü ondan korkarlardı. Yani, ailesine göre kasabadaki jandarma komutanı kadar güçlü bir otoritesi vardı.
Davarları otlayacakları yere götürdükten sonra bir ağaç altına oturdu. Azığını da yanına almıştı. Tam hayale dalacakken, ortanca kardeşi Musa’nın ona doğru koşarak geldiğini gördü. Musa nefes nefese kalmıştı. “Ağabey koş eve git babam çağırıyor.” dedi.
Ali “Davarlar ne olacak?” sorusunu tamamlamadan, “Koş eve git abi, babam seni acele çağırıyor, ben davarlara bakarım.” diye kardeşi sözlerini tamamladı. Ali ne olduğunu anlayamamıştı, ama içini tarif edilmez bir sıkıntı kapladı ve bu, yaz sıcağında sıkıntısıyla birleşerek bir bulantıya dönüştü. Testiden bir yudum su içti.
Hızlı adımlarla eve doğru yöneldi. Güneş, tepesinde parlak ve sıcaktı. “Ne oldu acaba?” diye düşünerek yoluna devam etti.
Kapıdan içeri girdiği zaman bir tuhaflık sezdi ama ne olduğunu anlayamadı. Adeta başına gelecekleri hissetmişti. Oturma odasından sesler geliyordu. Odaya tam yönelmişti ki, annesi ile karşılaştı. “Amcangiller içerde” dedi ve başka bir şey söylemeden hızla oğlunun yanından uzaklaştı.
İçeride iki amcası ve babası hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. İçlerinde en büyüğü babasıydı ve dedesini kaybettikleri için aile reisliği ona geçmişti. Doğrusu, amcaları da onun sözlerine değer verir ve onu sayarlardı.
Baba, “Gel otur oğlum.” dedi. Sinirli ve huzursuz bir hali vardı. Amcaları da asık suratla oturuyorlardı.
“Bunu söylemek de, düşünmek de, anlamak da çok zor.” diye söze başladı babası. “Ama kendi töre ve değerlerimize göre bir çıkış yolu bulmamız gerekiyordu ve ben aile meclisini toplayarak bir karara vardım, sana güç görev düşüyor oğlum, unutma görev kutsaldır.”
“Anlayamadım baba.” dedi Ali.
“Acele etme anlayacaksın, anlaması güç de olsa anlayacaksın.”
Baba biraz duraksadı, düşünceye dalar gibi oldu. Amcalar asık surat ve sabırsızlıkla bekliyorlardı. Sessizliği dışarıdan gelen bir köpek havlaması bozdu. Baba dalmış olduğu düşünceler aleminde adeta irkilerek yaşama geri döndü.
“Kardeşin Emine, sabah Çoturun oğlu İsmail’le kaçmış. Aramızda husumet olduğunu sağırlar, körler bile bilir. Olacak iş mi bu? Namusumuzun, şerefimizin temizlenmesi gerekiyor. Bu iş de en büyük çocuk olarak sana düşer Ali”
Babasının konuşması başka bir dünyadan gelen melodiler gibiydi. Gözünün önünden bir anda film şeridi gibi yavuklusu, kız kardeşi, hasımları, tüm aile fertleri geçti. Koşarak odadan çıktı lavaboya zor yetişti. Sıcak, odada geçirdiği psikolojik şok, hepsi çok fazla gelmişti. Midesini kazırcasına kustu, kustu.
Odadakiler yerlerinden kıpırdamadılar bile. Yüce divan toplanmış, kalem kırılmış ve idam cezası verilmişti. Yalnızca durumu fark eden anne koşuşturdu. Oğlunun koluna girdi yarı baygın durumdaki çocuğu divana yatırdı. Elindeki ıslak bezi alnına koydu. “Yavrum” dedi, “Başına güneş geçmiş senin, ıslak bez iyi gelir. Hadi yavrum uyumaya çalış.”
Uyandığında akşamüstü olmuştu. Ev sessizdi. “Herhalde amcalarım gitti.” diye düşündü. Kalktı oturma odasına doğru yöneldi. Orada sadece babası vardı.
“Genç olduğun için böyle davrandığını düşünüyorum.” dedi babası. “Erkek adam böyle davranır mı? İşte ayrıca erkek olduğunu da gösterebilmen için önüne bir fırsat çıktı. Sana güveniyorum, erkekliğini ispat edecek ve yüzümüzü kara çıkartmayacaksın. Benden sonra bu aile sana emanet olacak, törelerimizi sen yürüteceksin.”
Ali, “Tamam baba” dedi. “Sen nasıl dersen öyle olacak.”
“Bunu ben söylemiyorum oğlum” diye üzerine basarak cevap verdi baba.
“Bunu törelerimiz, bunu ailemiz söylüyor, bunu herkes söylüyor.”
“Acaba” diye düşündü Ali. “Ben de mi söylüyorum?” Sonra hızla bu değersiz ve zararlı fikri aklından çıkarttı. Başını dikleştirdi ve vakur bir biçimde babasına bakarak sordu “Şimdi ne yapmam gerekiyor?”
Baba köşedeki çekmeceye gitti, çekerek açtı ve içerisinden soğuk bir biçimde parlamakta olan bir silah çıkarttı. “Bu tabanca senin bu yoldaki arkadaşın olacak, namusumuzu bununla temizleyeceksin. Namussuzu da, onunla beraber olup namussuzluğu seçeni de.”
Çok iyi anlamıştı Ali. Yapması gerekenleri de, başına gelecekleri de çok iyi anlamıştı. “Kader” diye düşündü. “Bu onurlu görev, yalnızca değersiz bedenleri ortadan kaldırmak olacak. Böylece ailemin namusu da kurtulacak” Yine de bir sızı kapladı içini. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, bilincinin altından yavuklusunun hayali fırlayıverdi sahneye. “Ya o?” diye düşündü, “O ne düşünecek acaba? Görev öncesi onunla muhakkak konuşmalıyım.”
Babası eliyle omzunu sıvazladı. “Komşu köydeki bağ evinde kaldıklarını öğrendik. Bu gece işi tamamlamalısın, hepimizin sana güvendiğimizi biliyorsun.” dedi. Dışarıda bir baykuş öttü. Adeta ölüm fermanını ahaliye ilan ediyordu.
Ali diğer arkadaşları gibi zaman zaman silah atmıştı. Çok nişancı sayılmazdı ama, silah kullanmayı biliyordu ve biliyordu ki yakından işi bitirebilirdi. Yeter ki korkmasın, yeter ki görevi benimsesin.
Kafasındaki öldürmeme konusundaki fikirleri uzaklaştırmak için zihninden kendi kendine tekrarladı ve bunu saatin ritmine uydurdu. “Tik tak, sakın olma korkak, tik tak, sakın olma korkak.” Bunu defalarca tekrarladı. Adeta bir beyin jimnastiği yapıyordu.
Babasının “Hadi oğlum, bu iş bu gece bitecek” sesiyle kendine geldi. Hava iyice kararmıştı. Babasının elini öptü. Annesine de veda edip etmeme konusunda tereddüde düştü, sonra da arkasına bile bakmadan hızla koşarak evden çıktı.
Çıkınca doğrudan yavuklusunun evine yöneldi. Eve yaklaşınca, her zaman yaptığı gibi iki elini birleştirerek baykuş sesi çıkarttı. Bir daha, bir daha. Pencere açıldı yavuklusu göründü. “Aşağı gel” dedi Ali.
Kız “Gelemem ne diyeceksen oradan söyle.” diye cevap verdi.
“Belki bir daha uzun zaman görüşemeyeceğiz, belki de hiçbir zaman” diye, ağlamaklı bir karşılık geldi Ali’den.
“Ne demek istiyorsun sen?”
Ali olan biteni hızlı ama uzun bir biçimde anlattı. Anlattıklarını onaylarcasına baykuş yeniden öttü ve arkasından uzun bir sessizlik.
Sessizlik sonrası, kız konuştu. “Sen delirmişsin, ben ne olacağım, biz ne olacağız.”
“Onurumuz, törelerimiz, değerlerimiz” diye bağırdı Ali ve koşarak uzaklaştı. Şimdi olanca hızıyla görev yerine koşuyordu. Kutsal görev yerine.
Ay bulutlarla saklambaç oynarken, kah yolunu aydınlatıyor, kah karartıyordu. Ay gök yüzünde, düşünceler zihninde saklambaç oynamaktaydılar. Bir netleşip, bir bulanıklaşıyorlardı.
Yürüyerek yarım saatlik kadar bir yolu vardı. Kendini dinleyerek yoluna devam etti. İnce dereyi aştı, fundalıkların arasından geçti. Sonra olacakları bir an önce halletmek için koşmaya başladı. Bir yandan da düşünüyordu “Köyde top peşinden de böyle koşardık.” Ama o koşuşmalar bir neşe içersinde gerçekleşirdi. Şimdi hissettiği....., Sahi neydi hissettiği? Sanki duyguları ile beyni arasında taştan bir blok örülmüştü ve beyin, duygularını anlayamıyordu. Evet artık taştan bir adamdı o, taştan ve cesur.
“Az kaldı, ha gayret oğlum” diye kendi kendine konuştu.
Zaten biraz sonra da bağ evinin silueti belirmeye başlamıştı. O yürüdükçe, içindeki duvar gibi, daha belirgin bir hal aldı.
Eve yaklaştı. Camdan hafif bir ışık sızıyordu. Pencerede perde olmadığı için içerisini rahatça görebilecekti.
İşte ikisi de oradaydılar. Sedirin üzerinde oturuyorlardı.
“Neler konuşuyorlar acaba?” diye düşündü. Kız kardeşinin küçüklüğü gözünün önünden geçti, gözünden bir damla yaş süzüldü. Aklına yeniden yavuklusu geldi. Onu öldürseler kendisinin nasıl bir durumda olacağını düşündü. “Kov şu şeytanı kafandan, aklını karıştırıyor” diye kendi kendine hafif sesle söylendi.
Camı göz kararıyla kestirdi. Kırdığı takdirde içeri girebileceği kadar genişti.
İçinden “Bismillah” diyerek elindeki silahla cama hızlı bir biçimde vurdu. Cam darbeyle parçalanarak içeriye doru dağıldı. Kız kardeşi bir çığlık atarken, Ali onu kesen cam parçalarına aldırmadan alçak pencereden içeriye daldı.
İki genç ne olduklarını anlayamamışlar ve sedirin üzerinde donup kalmışlardı.
Önce kız kardeşi durumu anladı. Sedirde doğruldu.
“Ne yapıyorsun ağabey, çıldırdın mı?” diye bağırdı. Ama Ali’nin gözlerindeki kararlılığı okumuştu.
Kızın bağırması, ateş etmek üzere olan Ali’de kısa bir tereddüt anı yarattı. Kardeşi olacakları anlamışçasına sedirden ağabeyinin üzerine doğru atladı ve silah iki el ateş aldı. Pat, pat.
Kız Ali’nin üzerine doğru düşerek dengesini kaybederken, sevgilisi de hiç tereddüt etmeden kendisini yan duvardaki camdan dışarı attı. Kırılan camla birlikte dışarı düştü. Biraz sersemledi.
Ali evde kalmıştı, üzerinde cansız yatan kardeşinin cesedi ile birlikte ve dehşet içersindeydi. Adeta felç geçiriyordu.
Kızın sevgilisi aldığı yara ve berenin acısını duymadı bile. Yerden kalktı koşarak ve bağırarak köye doğru yöneldi.
Onun gürültüsüne, köpek sesleri de koro halinde eşlik etmeye başladılar.
Tabii Ali kısa zamanda Jandarmalar tarafından yakalandı. Zaten saklanmaya gerek de duymamıştı. Görev tamamlanmamıştı. Ama olsun, kahpe kız kardeşin hesabı görülmüştü.
Evde bir matemden çok törensel bir hava vardı. Hani kazanılan zaferlerden sonra takınılan, vakur ve ağır hava vardır ya. İşte böyle bir şey.
Kız gömülürken, Jandarmalar da Ali’yi elleri kelepçeli olarak karakola doğru götürüyorlardı.
Sorgu sual derken, çocuk her şeyi tek başına yaptığını itiraf etti. Kimse onu azmettirmemiş, kimseden de yardım almamıştı. Evdeki silahı kaptığı gibi doğruca namusunu temizlemeye gitmişti. Böyle anlatıyordu. İfadeler, tutanaklar, mahkemeye geliş gidişler derken aradan neredeyse bir yıl geçti. Yavuklusu hiç uğramamış ama yaptıklarını kınayan zehir zemberek bir mektup yollamıştı. “İkimize de haksızlık ettin” diyordu mektubunda. “Ayrıca sen bir katilsin. Nasıl kıyabildin kardeşine? Yarın evlenip çoluk çocuğa karışsak, kendi kızına da mı böyle kıyacaksın?” Bu mektup aslında Ali’yi kıyım kıyım kıymıştı da, her şeyi içine atmaktan ve kara kara düşünmekten başka yapacak bir şeyi yoktu ki.
Babası ve diğer akrabalar sıkça ziyaretine geliyor övgü dolu ve cesaret verici sözler söylüyorlardı. Onların gelişi kalbine biraz su serpiyordu şüphesiz. Ama gelecek ile ilgili endişeleri ağır bir bulut gibi üzerine çöküyordu. Yavuklusu da burnunda tütüyordu.
İdamla yargılandı. Savunmalar avukatlar derken karar günü geldi çattı. Müebbete mahkum olmuştu. “Müebbet”, bu kelimeyi düşünüyor ne olduğunu anlıyor, nasıl bir şey olduğunu kavrayamıyordu. “Yani sonsuzluk gibi mi, hiçlik gibi mi, yokluk gibi mi?”
Hapishane arabasına bindirip bundan sonraki yaşayacağı cezaevine götürdüler. Sanki bir boşluk içerisine düşer gibiydi. Akrabalarının desteklemeleri ile okşanan gururu, o boşluktan çıkmasını sağlıyor ama sıkıntısını hiç hafifletmiyordu.
Yaşamının baharında dört duvar arasına mahkum olmuştu ve geleceği yoktu. Ne için? Değerli ve şerefli bir görev için.
Koğuşunda İhsan baba dışındakiler onu takdir ediyorlar ve yüreklendirici sözler söylüyorlardı. Ama yavuklusunun düşüncesi, İhsan babanın serzenişleri ve derinden gelen bir şeyler onu boşluğa düşürüyordu...
Koğuş hayatına alışmaya başlamış ve aradan bir ay geçmişti. Bunaltısı ise azalmamış hep artmıştı.
Günde bir kere yarım saat avluda volta atmalarına izin veriliyordu. Avlunun üç yanı yüksek duvarlarla çevriliydi. Duvarların üzerinde iki tane merdivenle çıkılan nöbetçi kulübesi vardı ve bunların içerisinde her zaman nöbetçi oluyor, ayrıca da aşağıda merdiven başlarında birer nöbetçi bulunuyordu. Yerler taş olduğu için, toz toprak da azdı.
O gün yine karışık duygular içinde bahçeye, hava almaya ve volta atmaya çıktı. On kişilik bir gruptular ve bir saat arayla bahçeye çıkartılıyorlardı. Namus belasından hapse girdiği için saygı bile görüyor, bazı diğer genç mahkumlar gibi aşağılanmıyordu. Koğuşun yasaları da yazılı olmayan kendine ait bir düzeni olduğunu anlamış, hatta buna uyum sağlamaya başlamıştı bile.
Ama o gün kafası diğer günlerden daha karışıktı. Annesinden aldığı mektuptan yavuklusunun başka birisiyle evlilik hazırlıklarına başladığını öğrenmişti.
Bunaltısı gittikçe artıyor, avluda volta atanların taş zeminde çıkardığı ayak sesleri adeta beynine çivi çakıyordu.
Birden yavuklusunu görür gibi oldu. Yukarıya çıkan merdivenin başında duran kimdi acaba? Duran kişi muhafız mıydı yoksa yavuklusu mu? Muhafıza doğru ilerlemeye başladı. Muhafız, “Hop hemşerim nereye” diyerek dikkat kesildi.
Ali “Zeliha” diyerek yavuklusunun adını mırıldandı ve duraksamadı bile. Ne olduğunu anlamayan muhafızın alnının ortasına bir kafa çaktı. Adam yere yuvarlanırken tüm bulantısı da sanki içinden çıkarak adamla birlikte yere yuvarlanmış gibi hissetti.
Merdivenlerden koşarak yukarıya doğru çıkmaya başladı. Yukarıdaki kulübedeki muhafız kulübenin camından, kendisine doğru gelmekte olan mahkuma silahını doğrulttu.
“Dur” diye bağırdı.
“Dur” diye bağırdı diğer mahkumlar.
Yalnızca Zeliha “Gel” dedi, ta beyninin içinden.
Merdivenlerden tırmanırken yarı yoldan kendisini avluya doğru bıraktı ve ağzından bir çığlık fırladı. “Geliyorum”
Dalgalı değerler denizine doğru dalış yaptı, artık bir kuş gibiydi, ona ağırlık yapan ne varsa onun arkasında, onun dışında kalmıştı.
Uçtu, uçtu, uçtu. Kim bilir belki de başka değerlerin ve olduğu bir cennette............
ORHAN TUNCAY