İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Tem 2016 10:22:41
...Hüzün....

Sabah uyandığın da midesinde bir yanma hissetti yanmanın nedeni akşam
yedikleri değil uyanır uyanmaz bugün yapacaklarının aklına gelmesiydi.
Bugün 2 yıldır götürmeye çalıştığı bir birlikteliği bitirecekti, aslında
bunda geç bile kalmıştı. Bitmeli dedi içinden her gün; bu tatsız uyanış
bitmeli. İçinde bir muhakeme başlamıştı, kendi kendine söyleniyordu..
"Ona da haksızlık etmek istemiyorum belki hatalı olan benim....
Bulunmaz,Hint kumaşı değilim ya, görünüş olarak hımm yakışıklı
çocuk denilecek biri hiç değilim.... Ama yaptım çok çalıştım bitmesin diye
kendimle mantığımla çok kavga ettim olmadı...."
Genç adam bunları düşünürken suratı şekilden şekile giriyordu.
Süratle giyinerek dışarı çıktı, bugüne kadar hiç bekletmemişti onu
şimdi de bekletmemeliydi.İstanbul soğuk ve yağmurlu bir Nisan ayı yaşıyordu.
Genç adam gökyüzüne bakarak iç geçirdi bulutlar bizim yaşayacaklarımızı biliyor
onlar bile ağlıyor halimize. Birkaç saatlik yolculuktan
sonra Kadıköy iskelesine geldi her zamanki gibi yine ilk kendisi gelmişti,
buluşma yerine.Birkaç dakikalık beklemeden sonra karşıdan kız
arkadaşının geldiğini gördü, şimdi midesindeki ağrı daha da artmıştı. Karşılama
faslından sonra Beşiktaş'a gitme kararı aldılar,yolculuk sırasında hiç konuşmadılar.
genç adam güneşin yokluğunda grileşen denize bakıyordu. Genç kız
arkadaşının bu durgunluğuna anlam verememişti öyle ya nereden bilecekti
bu gün ayrılık çanlarını çaldığını."Üşüdüm" dedi genç kız, bu yolculuk boyunca
edilen tek laftı.Beşiktaş'a geldiklerinde bir cafe de oturdular, genç kız anlamıştı.
Kendisine bir şey söylenmek istendiğini... "Bana bir şey mi söylemek
istiyorsun" dedi,genç adamın gözlerine bakarak. Genç adam gözlerini
kaçırarak "evvet"şeklinde başını salladı. Genç kız daha da heyecanlanmıştı.
Biraz da sinirlenerek"söyle öyleyse ne diye bekliyorsun."
Genç adam içini çektikten sonra sence biz nereye kadar gideceğiz
daha doğrusu biz iyi bir ikiliyiz.
"Bunları sorma gereğini neden duydun." dedi genç kız.
Genç adam söze başladı bak canım bundan birkaç ay önce akşam
saat 11:00 civarıydı sanırım, hatırladın mı?
Genç kız "evvet hatırladımm" dedi, ama genç adam genç kızın
sözünü bitirmesini beklemeden "o akşam seni düşünüyordum diğer
akşamlarda olduğu gibi senin için bir şiir yazmıştım onu o an
sana okumak istemiştim,
sana telefon açtığımda şiir'imi bile dinlemeden şimdi sırası mı
canım ya seninde işin gücün yok mu demiştin" bana.
"Biliyor musun o an bir kaç yumruk yedikten sonra kroki durumuna
düşen bir boksör gibi olmuştum sessiz kalıp özür dileyerek telefonu
kapatmıştım.Daha sonra bu şiiri benden hiç istememiştin. Ve bunun gibi bir
çok defa tartışmamız oldu. Geçenler de hasta olup yataklara
düştüğümde arkadaşlarımla birlikte sende gelmiş,Meral'in bana sen şanslısın Nalan
sana bakar sözüne karşılık sinirli bir edayla "aaaa banane işim yokta sana
bakacağım,annen baksın demiştin bunu da hatırladın mı?"
Genç kız tekrar "evvet" dedikten sonra şaşkın şaşkın "evvet ama bunları
neden hatırlatıyorsun bilmiyorum. Biliyorsun benim
kişiliğim böyle, duygusallığı sevmiyorum . Ve hasta bakıcı gibi göründüğümü
de kimse söyleyemez."Genç adam güldü "Evvet canım bak burda haklısın,sen zaten
olmak istesen bile bu kalbi taşıdığın müddetçe hasta bakıcı hemşire falan
olamazsın."Genç adam devam etti, bana simdiye kadar kaç kere sabahın
erken saatlerinde güzel sözcüklerden oluşan bir mesaj çektin, hiç hatta
günün hiçbir saatinde çekmedin. Duygusallığı sevmeye bilirsin ama sen seni
seven insanları mutlu etmeyi de sevmiyorsun,halbuki ben senin tam tersine
kendimden çok insanları mutlu etmeyi seviyorum seni tanıdığımdan beri her sabah
akşam, gece yani seni andığım her saat tatlı sözcük mesajım vardı senin
için biliyormusun?seninle ben ak ile kara gibiyiz.
Genç kız anlamıştı, "yani ne istiyorsun benden şair olmamı mı?"
Genç adam tekrar gülümsedi içinden dün gece verdiği ayrılık kararının ne kadar
doğru olduğunu düşünüyordu. Hayır dedi şair olmanı istemiyorum zaten
olamazsın da; yalnız biz ayrılmalıyız,ayrılırsak ikimiz içinde en hayırlısı bu olacak.
Genç kız şaşırmıştı,Neden ama ben seni seviyorum,seninde beni sevdiğini sanıyordum.
Genç adam iç çekerek "hayır canım sen sadece beni sevdiğini sanıyorsun,eğer
beni sevseydin şimdi burda başka şeyler konuşuyor olurduk."
Genç kızınn gözleri yaşarmıştı, Genç adam cebinden çıkardığı mendili uzattı,
genç kız göz yaşlarını silerek kesik bir sesle "Sen bilirsin,umarım beni başka biri
için bırakmıyorsundur"
Genç adam "Nasıl böyle bir şeyi düşünürsün, senden başka olmadı ve uzun süre de
olacağını sanmıyorum"
Genç adam ve genç kız iki sevgili olarak oturdukları masada artık iki yabancı gibi
oturuyorlardı.İstanbul yağmurlarla yıkanırken yağmura iki sevgilinin umutları da
karışıyordu..Birkaç dakika sesiz oturduktan sonra genç kız "kalkalım istersen" dedi.
Genç adam ben biraz daha burda kalmak istiyorum, istersen sen kalkabilirsin.
Genç kız "tamam o zaman sana mutluluklar dilerim" diyerek elini uzattı.Genç kızın
sesi ve eli titriyordu.Genç adam "arkadaş olarak beraberiz tabi sende istersen" dedi
Genç kız "evvet"anlamında başını salladı ayrılırken son kez sarıldılar birbirlerine.
Genç kız uzaklaşırken genç adam masa da dondu kaldı vakit öğleni bulurken yağan
yağmur yerini güneşe bırakmıştı... Ama genç adam titriyordu onu titreten açan
güneşe rağmen esen rüzgarmıydı? yoksa kalbinde ki ayrılık acısımıydı?Saatlerce
dolaştı devamlı kendini sorguluyordu hatayı baştan yaptım diyordu ama yaşadığı
güzel günlerde olmuştu. "allahım" dedi "allahım güç ver bana".Dostlarını düşündü
onların dediklerini düşündü. Arkadaşları sizler birbirinize zıt insanlarsınız yol yakınken
dönün bu yoldan dememişmiydiler.Tabii ya doğru olanı yapmıştı.Saatler geçtiğin de
artık güneş yerini yıldızlara bırakmıştı,eve döndüğün de yürümekten bitap duruma
düşmüştü.Kendisini karşılayan annesine hiç bir şey söylemeden odasına gitti.Gece
bir türlü bitmek bilmiyordu.Anıların ağırlığı altın da eziliyordu genç adam..

Ama sabah erken kalkıp ajansa gidecekti, bunun için uyuması gerekiyordu.
Birkaç saat sonra genç adam uykuya dalmayı başarmıştı ve sabah 7'de saatin sesiyle
uyandı genç adam.Evden çıkacağı zaman cep telefonuna baktı mesaj ve 10 tane
cevapsız arama vardı..Genç adam yorgun olduğu için duymamıştı telefonun sesini.
Cevapsız arama ve mesaj canımcım'dan gelmişti canımcım onun Nalan'a taktığı isimdi,
heyacanla mesajı açtı...

mesajda şunlar yazıyordu.......

Sadece onları sevmeyi sevdim
Hepsini onlarsız yaşadım da
Bir seni sensiz yaşayamıyorum
Bu aşkı tek kalpte taşıyamıyorum
Sana yemin güzel gözlüm bir tek seni sevdim
Ve seni severek öleceğim, ELVEDA BİRTANEM.......

Evvet genç adam şaşırmıştı, mesajin geliş saatine baktı sabahın beşini gösteriyordu.
Güldü kahkahalar atarak güldü onu tanıdığı ve arkadaş olduğu günden beri ilk defa
bir şiir alıyordu ve ilk defa bu saatte aranıyordu.Heyecanla hızlı arama yaptı,çalan
telefonu yabancı bir ses açtı.Genç adam "Nalan ile görüşebilirmiyim" dedi.
Fakat karşıdaki ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.Ben onun annesiyim yavrum
canım kızım bu sabah intihar etti.Gece odasın da birilerini arayıp durdu,sabah
odasının ışığını sönmemiş görünce merak ederek odasına girdim,ama yavrum kendini
asmıştı. Genç adam beyninden vurulmuşa döndü. Bir gün önceki mide ağrısının iki
katını çekiyordu şimdi.Olduğu yerde yığılıp kaldı..
.Birkaç ay sonra...
İki doktor konuşur. Doktorlardan biri diğerine karşıda ki hastanın durumunu soruyor.
Ahh o mu üç ay önce getirdiler elindeki cep telefonunu hiç bırakmıyor,kendisi
yüzünden bir genç kız intihar etmiş o günden sonra o cep telefonu her zaman elinde
devamlı bir şeyler yazıp birine yolluyor..
Geçenler de merak ettim o uyurken gönderdiği numarayı aradım hayret ki numara 3
ay önce iptal edilmiş,ve gelen mesajlar da bir şiir

Sadece onları sevmeyi sevdim
Hepsini onlarsız yaşadım da
Bir seni sensiz yaşayamıyorum
Bu aşkı tek kalpte taşıyamıyorum
Sana yemin güzel gözlüm bir tek seni sevdim
Ve seni severek ölecegim, ELVEDA BİRTANEM.......
mesajı vardı.
Bu adam duygusal mı bilmem ama benim anladığım kadarıyla şiiri yazan çok duygusal
biriymiş çokkkkk...

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
# 29 Tem 2016 12:52:24
Mekke’nin fethi sırasında soylu bir kadın suç işlemiş ve cezaya mahkum olmuştu. Bu kadının affedilmesi için yakınları, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sevdiği bir kişi olan Üsâme’yi aracı kıldılar. Üsâme Peygamberimizle (s.a.v.) konuştu ve şu cevabı aldı:

“Üsâme! Seni, Allah’ın koymuş olduğu herhangi bir cezanın uygulanmaması için aracılık yapar görmeyeyim. Şüphesiz, sizden önceki milletlerin helâk olmasının başlıca sebeplerinden biri, içlerinde soylu biri suç işlediğinde onu affetmeleri, zayıf ve fakir biri suç işlediğinde ise ona ceza uygulamalarıdır. Allah’a yemin ederim ki eğer suçlu Muhammed’in kızı Fâtıma’da olsa, onu da cezalandırırdım”(Buhârî).

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Bu tavrı, adaletin temininde bütün insanlara çok güzel bir örnektir.

Adalet; insanı mağdur etmez, mâmur eder. Ağlatmaz, bilakis yüz ağartır. Herkese eşit uzaklıktadır, hakkaniyeti temsil eder.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Tem 2016 23:19:18
        DAMLA

   Buluttan bir damlacık indi denize. Enginliği görünce utandı.
   Kendi kendine, 'denizin karşısında ben de kimim ki... Onun varlığına göre ben yok sayılırım' dedi.
   Kendisini küçük gördüğü için sedef gönlünü açtı ona, bağrına bastı ve korudu.
   Kader onu o denli yüceltti.   Naz ile besledi damlacığı sedef. ki, sultanların tacına kondurdu sonra inci olarak.
   Damla kendisini alçak gördüğünden yüceldi, yokluk kapısına kapılandığı için var oldu.
                                   
            (Bostan- Şeyh Sadi-i Sirazi)

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Tem 2016 23:19:52
EVLİYA

Yaşlı adamın hastalığına çare bulunamayınca,
kendisine evliya denilen birinin adresini vermişler.
Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla
iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi
çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından
ayrıldığında, sokağın köşesinde simit satan 6 - 7
yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son
derece masum gözlerle kendisine bakıyor
ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu.

Adam, o yaştaki çocukların tamamen günahsız
olduğunu düşünerek yoluna devam ederken,
aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski
tişörtün üzerinde bir "E" harfi yazılıydı. Ve bu
"E" mutlaka evilyanın "E" si olmalıydı...
Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın
heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra;

- "Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler,"
dedi. "İyileşmem için bana dua eder misin?"

Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu.
Kafasını olur der gibi sallarken;

- "Bende sık sık hastalanıyorum," diye karşılık verdi.
"Ama dedem, Allaha inananların ölünce yıldızlara
uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor.
Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan."

Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun
soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken ;

- "Deden çok doğru söylemiş," dedi.
"Ama ben yine de yardım istiyorum senden."

Çocuk, duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı
kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu gösterek ;

- "Size dua edeceğim" diye cevap verdi. "Ama eğer
iyileşirseniz, bana 10 tane balon alacaksınız , tamam mı?"

Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar
büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına
hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını
elleriyle örtmeye çalışırken ;

- "Uçan balon almanıza gerek yok," diye devam etti.
"Normalinden 10 tane istemiştim. "

Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma
nihayet yapılmış, ayrıntılara geçilmişti. Buna göre
hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki ramazan
bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple
gelemediği takdirde, önceden hazırlanan balonların
ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı.

Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kâğıda
yazdıktan sonra, başını okşayarak onunla vedalaştı.

Aradan soğuk bir kış geçip ramazana ulaşıldığında ,
adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata
tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan
bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple
çekerek randevü yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl
kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler,
çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki
bakkala sorduğunda , dükkân sahibi ;

- "Ciğerleri hastaydı yavrucağın," dedi.
"Geçen hafta aniden ölüverdi."

Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü.
Ve koşar adımlarla orayı terkederken , önüne
çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp;

- "Şu uçan balonlardan 10 tane istiyorum," dedi.
"Çabuk ol, gecikmeden ulaşmalı yerine."

Adam, satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini
birbirine düğümledikten sonra, onları besmeleyle
gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi
baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ;

- "Ne yaptığınızı anlayamadım." dedi.
"Neden bıraktınız onları öyle?"

Adam, nazlı nazlı yükselmekte olan balonları
buğulu gözlerle takip ederken ;

- "Onları bekleyen küçücük bir dostum var,"
diye mırıldandı. "Hemde evliya gibi bir dost.
Balonları adresine postaladım sadece."

Cüneyd SUAVİ

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Tem 2016 23:39:50
        ELİMİ SIK

   Çocukken düştüğünüzü ve canınızın yandığını anımsıyor musunuz? Annenizin acınızı hafifletmek için yaptıklarını anımsıyor musunuz? Annem Grace Rose beni hemen kucaklar, yatağına götürüp oturtur ve "acıyan" yerimi öperdi. Sonra da yatakta yanıma oturur, elimi ellerinin arasına alır ve "canın yanınca elimi sık, o zaman sana seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyeceğim" derdi. Elini sıkardım ve her elini sıktığımda hiç durmadan "Mary, seni seviyorum" derdi.
   Bazen de canım yanmış gibi numara yapar ve bu ayine dönüşen olayı bir daha yaşamak isterdim. Büyüdükçe, bu ayin de şekil değiştirdi ve annem her zaman yaşadığım acıları hafifletip, beni neşelendirmenin yolunu buldu.
   Lisedeyken zor günlerimde eve döner dönmez bana en sevdiği bademli çikolatarından verirdi. Yirmilerime geldiğimde ise Wisconsin'in güzel bahar aylarının tadını çıkartmak için beni Estabrook Park'ta pikniklere davet ederdi.
   Babamla beni her ziyarete gelip, evlerine dönüşlerinden sonra, bana muhakkak teşekkürlerini bildiren güzel kartlar atardı. Bana hep onun için çok özel bir insan bir zaman unutamadığım, çocukken ellerimi tutup bana, "Canın yandığı zaman, ellerimi sık, ben de sana seni ne kadar sevdiğimi söyleyeyim" demesidir.
   Otuzlarımın sonlarına yaklaşırken, annemle babamın beni ziyaretlerinden bir gün sonra, babam beni işten aradı. Sesi her zaman sertti ve her söylediğini kesin ve net bir biçimde dile getirirdi, ama bu kez sesi titriyordu.
   Mary, annenin bir sorunu var ve ne yapacağımı bilmiyorum. Lütfen acele gel. Annemle babamın evleri evimden arabayla yaklaşık 10 dakika uzaklıktaydı, ama yol bir türlü bitmek bilmedi. Eve vardığımda, annem yatağında yatıyor, babamsa mutfakta bir aşağı, bir yukarı dolanıyordu. Annemin gözleri kapalıydı, elleri ise karnının üzerindeydi. Mümkün olduğunca sakin olmaya çalışarak anneme seslendim.    "Anneciğim ben geldim."
   -Mary?
   -Evet, anneciğim.
   -Mary, sen misin?
   -Evet, anne
   Bir sonraki soruya hazırlıklı değildim ve annem bu soruyu sorduğunda dondum kaldım, ne yanıt vereceğimi bilmiyordum.
   -Mary, ben ölüyor muyum? Göz yaşlarımı kontrol etmeye çalıştım ve çaresizlik içinde anneme baktım. Anneme ne yanıt vereceğimi düşünürken, aklımdan şöyle bir sorun geçti. Bu durumda annem ne derdi?
   Bana milyonlarca yil gibi gelen bir anlık duraklamadan sonra, ağzımdan şu sözler döküldü.
   -"Anneciğim, ölecek misin bilmiyorum, ama bunu istiyorsan, önemli değil. Seni çok sevdiğimi unutma."
   O sırada bir çığlık attı.
   "Mary, çok canım yanıyor."
   Yine ne söyleyeceğimi bilemedim. Yatağın kenarına iliştim, elini tuttum ve bu kez ağzımdan şu sözler döküldü,
   "Anneciğim, canın yandığı zaman elimi sık, o zaman sana seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyeyim." Elimi sıktı.
   -Anneciğim seni çok seviyorum
   Annem yumurtalık kanserinden ölünceye kadar iki yıl boyunca elimi çok sıktı ve ona her seferinde onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim. O hiç istenmeyen gerçeğin, ne zaman kapımıza gelip dayanacağını bilemeyiz, ama her kiminle birlikte olursam olayım, annemin o güzelim ayinini yinelemeye hazırım.
   "Canın yanınca, elimi sık. O zaman sana seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyeceğim"
                                 
                                       Mary Marcdante

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Tem 2016 23:41:22
Gerçek Sevgi (İbretlik  hikaye)
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: "Sevginin sadece sözünü
edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim
demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları
çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine.
Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş
kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. "Ermiş bu kaşıkların
ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. Peki
demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun
geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına.
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar
gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun
boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak
içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar
sofradan işte demiş ermiş, 'kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini
görür ve doymayı düşünürse,o aç kalacaktır. ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 31 Tem 2016 21:42:00
DOLUNAY
Çoook çok eskiden, yeşil bir vadinin içinde
bir Irmak kıyısında kurulu bir köy varmış,
taa dünyanın öbür ucunda.
Çok eski dedik ya,
o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş,
yağmur yağmadıkça;
geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça.
Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış,
hayvanlar avlarlarmış, uçsuz, bucaksız arazilerinden,
sularını, kaynağı çok uzakta olan köylerinin içinden geçen,
ırmaktan alırlarmış.
Köyde herkes birbirini sever,sayarmış.
Köyde bir tek kişinin kalbinde, öyle büyük bir sevgi
varmış ki, bütün köyünküne bedelmiş;
Dolun'un İntera'ya olan aşkıymış bu.
Kız, Dolun'u bilirmiş de tanımazmış yakından.
Dolun dayanamamış; bir gün gitmiş kızın yanına,
sormuş İntera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini.
İntera demiş ki, Dolun'a: "Evlenirim evlenmeye ama
benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden
aynı şeyi ister benim babam. Ancak babamın
bu isteğini yerine getiren benimle evlenir.
"Dolun şaşırmış. "Sensin benim kalbimin sahibi"
diyerek başlamış sözüne "Senin dileğin benim için bir
emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş aşkına.
İntera demiş ki; "Bir çiçek vardır;
yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan,
onu ister babam, benle evlenmek isteyenden".
Dolun, "Bekle beni" demiş İntera'ya,"hemen
gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?
"İntera parmağıyla göstermiş akan ırmağı;
"işte bu ırmağın kaynağındadır der babam,
kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için
ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü
oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş
çünkü, buralardan çok daha güzelmiş oralar.
Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki,
bu dünyada" demiş İntera'ya "Döneceğim, o çiçekle,
döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz
anlamı olmaz benim için o güzelliğin".
Dolun çıkmış yola sonra.
Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep
ne kadar sevdiğini düşünmüş İntera'yı yol boyunca.
Aklındaki İntera'ymış, tek amacı ise; o çiçek.
Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden,
yüzünü yıkamış ırmaktan,
anlamış çok yaklaştığını kaynağına
ırmağın suyunun serinliğinden.
Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış
kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış
kaynakta, gölün ortasında bir adacık,
adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş.
Anlamış İntera'nın anlattığı çiçek olduğunu, güzelliğinden.
Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen.
Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un.
Adam Dolun'a; "Her gülün bir dikeni, koruyucusu
olduğu gibi, bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer
almaya geldiysen; ben Salut, izin vermem buna" demiş.
Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla
"Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım"
demiş. "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez".
"O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut...
"Sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım,
eğer halâ ikna olmazsan o zaman izin veririm
almana". Dolun ikna olmuş ve çökmüş
yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye...
"Eğer bir şeyi çok fazla istersen
ve engelin yoksa önünde; onu alırsın.
Hayat da böyledir, insan engelleri aşarsa
yaşamına devam edebilir. Bu çiçek de
sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan
engelleri kaldırır önünden çünkü, onun da bir görevi
var. Bu çiçek, sadece 28 gecede bir açar
yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle,
bu sayede buradaki sular yükselir ve
ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde
yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar."
demiş Salut. Dolun başlamış düşünmeye,
eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine
ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında.
Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun.
Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun, çiçeğin.
Yanında İntera vardır ama niye mutsuzdur ikiside.
Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun.
Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri
yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür,
çiçeksiz, İntera'sız bir yaşam düşünür.
Koparamaz çiçeği günlerce Dolun,
artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece
aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları.
Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken göle
bir tomurcuk da Dolun'un
sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş,
aniden Dolun kalbindeki aşkının
büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş,
taş o kadar büyükmüş ki, dünyaya sığmamış,
gökyüzüne yükselmiş ve Dünya ile dönmeye başlamış.
Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya.
O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş
Dolun kalbinin tüm yüzünü,
aşkının bütün parıltısını diğerlerine;
sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı
aynı çiçek gibi...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 31 Tem 2016 21:43:11
GÜL KIZ
Genç adam, işe giderken her gün yolunun
üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan
geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller içini
neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe
güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya
başladı . Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin
gerisinde bir genç kızın siluetini görüyordu. Her
geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp
kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.
 
Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı.
Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini,
içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin
arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.
Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri
kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın
diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir
güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin
etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.
Genç adam, artık her gün bir öncesine göre
biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm
umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan
bir siluetten başka şey göremiyor, kahroluyordu.
Genç kız da her sabah heyecanla tüller arkasına
geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.
 
Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi.
Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün,
daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam
gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.
 
Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola
bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla
geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen
korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini
hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş
müydü !.. Genç kız yine her gün tüllerin arkasına
geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de,
artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.

Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden.
Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış,
ilk iş olarak da güllü bahçenin önüne gelmişti.
Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen
yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara
perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda
oynayan çocuklara sordu; "Bu evde kimse
yaşamıyor mu?" Bir çocuk; "İhtiyar bir kadın
yaşıyor." dedi. Genç adam cevabını duymaktan
korkarcasına, başka bir soru sordu ;
" Burada yaşayan genç kız ne oldu ?"
Çocuklardan biri atıldı; "O öldü."dedi, genç adamın
yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden
başka bir çocuk atıldı; "Verem olmuş, dün öldü."

Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyecanla
annesiyle babasının yanına koştu,
güller arasında, sallanan sandalyede
oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı;
"Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !.."
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç
görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan
ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme
yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi,
yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu
bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı...
Ahmet Ünal ÇAM

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 31 Tem 2016 21:45:42
İnsanlar Vardır!
   İnsanlar vardır üstü nilüferlerle kaplı, bulanık bir göl gibi ne kadar uğraşsanız görünmez dibi, uzaktan görünüşü çekici, aldatıcı içine daldığınızda ne kadar yanıltıcı. Ne zaman ne geleceğini bilemezsiniz sokulmaktan korkarsınız, güvenemezsiniz ...
   İnsanlar vardır derin bir okyanus gibi ilk anda ürkütür, korkutur sizi derinliklerinde saklıdır gizi daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız. Yanında kendinizi içi boş sanırsınız.
   İnsanlar vardır coşkun bir akarsu bent, engel tanımaz, akar durur su yaklaşmaya gelmez,
alır sürükler, tutunacak yer göstermez. Beyaz köpükler ne zaman nerede bırakacağı belli olmaz bu tip insanla bir ömür dolmaz.
   İnsanlar vardır sâkin akan bir dere, insanı rahatlatır, huzur verir gönüllere yanında olmak başlı başına bir mutluluk, sesinde, görüntüsünde tatlı bir durgunluk...
   İnsanlar vardır berrak pırıl pırıl bir deniz, boşa gitmez ne kadar güvenseniz dibini görürsünüz, her şey meydanda korkmadan dalarsınız sizi sarar bir anda içi dışı birdir
çekinme ondan, her sözü içtendir her davranışı candan...
   İnsanlar vardır çeşit çeşit tip tip her biri başka bir karaktere sahip, görmeli, incelemeli, doğruyu bulmalı, her şeyden önemlisi insan, insan olmalı...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 02 Ağu 2016 22:44:55
TEMİNAT

   Çok şık giyimli adamın biri New York şehrinin en iyi bankalarından birine girer. Sırasını bekledikten sonra, müşteri temsilcisinin önündeki koltuğa oturur ve utangaç bir eda ile
    - "Çok acele 5,000 dolara 3 haftalığına ihtiyacım var, bunu sizden hemen temin edebilir miyim diye sorar ?"
   Müşteri temsilcisi adamın giyiminden ve konuşmasından çok etkilenmesine rağmen, kendi bankaları ile daha önce hiç çalışıp çalışmadığı veya herhangi bir referansı olup, olmadığı gibi beylik sorularını, ezberletildiği şekilde sorar. Adam, bunun üzerine kibarca ve ezilerek bunların aslında hepsini kendisine temin edebileceğini, fakat çok acelesinin olduğunu ve müşteri temsilcisinin temkinli yaklaşımını da gayet anlayışla karşıladığını anlatır ve sorar:
   - "Benim aklıma bir çözüm yolu geliyor; kapınızın önünde 200.000 dolar değerinde Rolls Royce arabam var, bunu size teminat olarak bırakayım, 3 hafta sonra 5.000 doları ve faizini ödedikten sonra arabamı geri alırım, böyle bir çözüm sizce uygun mu?"
   Müşteri temsilcisi bunu hemen sevinçle kabul eder, adamın Rolls Royce'u bankanın garajına park edilir ve adam arzu ettiği 5.000 doları alıp gider.
Adam 3 hafta sonra yine aynı müşteri temsilcisinin önüne gelir, borç aldığı 5.000 doları ve 3 haftalık süre için tahakkuk eden 15 dolar 42 cent faizi öder. Müşteri tam Rolls Royce'u ile bankanın önünden ayrılırken, müşteri temsilcisi biraz utanarak:
   - "Kusura bakmayın ama, sizin gibi bir beyefendi nasıl olur da, kredi kartı ile çekebileceği 5.000 dolar için 200.000 dolar değerindeki Rolls Royce arabasını rehin bırakıp 5.000 dolar kredi alır ?' diye sorar.    Bunun üzerine müşteri:
   - "Peki siz New York'da Rolls Royce'umun başına bir şey gelmeyeceğinden bu kadar emin olduğunuz ve 3 haftalık park ücretinin 15 dolar 42 cent tuttuğu başka bir park yeri biliyor musunuz?' sorusuyla cevap verir.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 05 Ağu 2016 00:09:29
HAYAT

   Her sabah bir ceylan uyanır Afrika’da kafasında tek bir düşünce vardır. En hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek, Yoksa aslana yem olacaktır
   Her sabah bir aslan uyanır Afrika’da. Kafasında tek bir düşünce vardır. En yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşabilmek,
   Yoksa açlıktan ölecektir. İster aslan olun, İster ceylan olun hiç önemi yok. Yeter ki güneş doğduğunda koşuyor olmanız gerektiğini, Hem de bir önceki günden daha hızlı koşuyor olmanız gerektiğini bilin. Yaşam adlı koşuyu ne kadar güzel anlatmış Afrika atasözü, Bir önceki günden daha hızlı koşmak gerekmektedir. Çünkü eğer aslansanız, Ve en yavaş koşan ceylanı bir önceki gün yakalamışsanız Ve bugün bir ceylan yakalamak niyetindeyseniz, Artık bilmelisiniz ki en yavaş ceylan sizden daha hızlıdır, O halde düne göre hızınızı arttırmanız gerekmektedir. Yok eğer ceylansanız Ve henüz aslana yem olmamışsanız hızınızı düne göre mutlaka arttırmalısınız, Çünkü sıra size gelmiş olabilir.
   Yani... Hayat koşusunda, devam edebilmenin tek koşulu var... Dünden daha hızlı olabilmek... Bakın bakalım şimdi kendi kendinize...
   Ondan, şundan, bundan değil "Dünden" hızlı mısınız?

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 11 Ağu 2016 22:07:23
DEĞERLİ BİR ÖYKÜ
 
 
“Değer miydi be koçum” diye karşıladı İhsan baba. Ali şaşkın gözlerle koğuşa bakıyor, düne kadar hiç aklına bile getirmediği bu hapishane koğuşunu belleğine aktarmaya çalışıyordu. Daha hayatının baharında, 20 yaşındaydı. Köyde yavuklusunu, bir çok kardeşlerini, anasını ve babasını geride bırakmıştı. Geride bir de cansız olarak bıraktığı kız kardeşi vardı. Hem de nasıl cansız!
Koğuşta bulunan diğer erkekler delikanlıya bir yandan hoş geldin derken, diğer yandan da İhsan babaya çıkışıyorlardı. “Baba bırak ya!”dedi topal Hasan, “Çok da iyi yapmış, çok da doğrusunu yapmış çocuk. Törelerimize uymamak olur mu? Namus her şeyden önemli. Namus söz konusu oldu mu, bacı kardeş, ana, baba hepsi önemini değerini yitirir. Biz toplumda başımız dik yüzümüz ak yaşamak isteriz.”
“Tabi ya” diye söze karıştı Arnavut Niyazi, “Eline sağlık koçum. Namus davasından mapusta yatanlar en şerefli insanlardır. Helal olsun sana.”
Koğuşun ileri gelen bu üç şahsiyetinin dışında kalanlar da töreleri destekleyici sözler söyleyerek, moral yükseltmeye çalıştılar ve Ali’ye ömrünü geçireceğini düşündüğü yatağını gösterdiler.
Bundan daha bir ay öncesi, böyle bir yaşam biçimi Ali’nin aklının köşesine bile uğrayamazdı. O, gençlik hayalleri ve umutları içerisinde yüzüyor, yavuklusuyla evleneceği günü düşünüyordu. Çok zengin sayılmazlardı. Aileleri kalabalıktı, ama onları geçindirecek bir toprakları vardı. Üstelik kurak bir iklimde yaşamadıkları için de toprakları verimliydi. Yani şanslı bile sayılabilirlerdi.
Ali’nin günlük sıkıntıları ve gelecek ile ilgili planları arasında geçirdiği olağan günlerden biriydi. Yaz günüydü. Hava sıcak mı sıcaktı doğrusu. Birkaç davarı almış otlatmaya çıkmıştı. Testisi de yanındaydı susuzluğa karşı. “Aman ha!” diye düşündü. “İşimi doğru dürüst yapmazsam babamdan yine fırça yerim.” Oldukça sert ve otoriter bir babası vardı. Karısı ve çocukları ondan çok korkarlardı. Yine de köydeki bir çok erkeğe göre sevecen, adil ve ailesine düşkündü. Üstelik yıllardır evli olmalarına karşılık, başkaları gibi karısının üzerine kuma getirmemişti. Tüm aile babayı hem sever, hem de yanlış bir şey yapmamaya çalışırlardı. Çünkü ondan korkarlardı. Yani, ailesine göre kasabadaki jandarma komutanı kadar güçlü bir otoritesi vardı.
Davarları otlayacakları yere götürdükten sonra bir ağaç altına oturdu. Azığını da yanına almıştı. Tam hayale dalacakken, ortanca kardeşi Musa’nın ona doğru koşarak geldiğini gördü. Musa nefes nefese kalmıştı. “Ağabey koş eve git babam çağırıyor.” dedi.
Ali “Davarlar ne olacak?” sorusunu tamamlamadan, “Koş eve git abi, babam seni acele çağırıyor, ben davarlara bakarım.” diye kardeşi sözlerini tamamladı. Ali ne olduğunu anlayamamıştı, ama içini tarif edilmez bir sıkıntı kapladı ve bu, yaz sıcağında sıkıntısıyla birleşerek bir bulantıya dönüştü. Testiden bir yudum su içti.
Hızlı adımlarla eve doğru yöneldi. Güneş, tepesinde parlak ve sıcaktı. “Ne oldu acaba?” diye düşünerek yoluna devam etti.
Kapıdan içeri girdiği zaman bir tuhaflık sezdi ama ne olduğunu anlayamadı. Adeta başına gelecekleri hissetmişti. Oturma odasından sesler geliyordu. Odaya tam yönelmişti ki, annesi ile karşılaştı. “Amcangiller içerde” dedi ve başka bir şey söylemeden hızla oğlunun yanından uzaklaştı.
İçeride iki amcası ve babası hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. İçlerinde en büyüğü babasıydı ve dedesini kaybettikleri için aile reisliği ona geçmişti. Doğrusu, amcaları da onun sözlerine değer verir ve onu sayarlardı.
Baba, “Gel otur oğlum.” dedi. Sinirli ve huzursuz bir hali vardı. Amcaları da asık suratla oturuyorlardı.
“Bunu söylemek de, düşünmek de, anlamak da çok zor.” diye söze başladı babası. “Ama kendi töre ve değerlerimize göre bir çıkış yolu bulmamız gerekiyordu ve ben aile meclisini toplayarak bir karara vardım, sana güç görev düşüyor oğlum, unutma görev kutsaldır.”
“Anlayamadım baba.” dedi Ali.
“Acele etme anlayacaksın, anlaması güç de olsa anlayacaksın.”
Baba biraz duraksadı, düşünceye dalar gibi oldu. Amcalar asık surat ve sabırsızlıkla bekliyorlardı. Sessizliği dışarıdan gelen bir köpek havlaması bozdu. Baba dalmış olduğu düşünceler aleminde adeta irkilerek yaşama geri döndü.
“Kardeşin Emine, sabah Çoturun oğlu İsmail’le kaçmış. Aramızda husumet olduğunu sağırlar, körler bile bilir. Olacak iş mi bu? Namusumuzun, şerefimizin temizlenmesi gerekiyor. Bu iş de en büyük çocuk olarak sana düşer Ali”
Babasının konuşması başka bir dünyadan gelen melodiler gibiydi. Gözünün önünden bir anda film şeridi gibi yavuklusu, kız kardeşi, hasımları, tüm aile fertleri geçti. Koşarak odadan çıktı lavaboya zor yetişti. Sıcak, odada geçirdiği psikolojik şok, hepsi çok fazla gelmişti. Midesini kazırcasına kustu, kustu.
Odadakiler yerlerinden kıpırdamadılar bile. Yüce divan toplanmış, kalem kırılmış ve idam cezası verilmişti. Yalnızca durumu fark eden anne koşuşturdu. Oğlunun koluna girdi yarı baygın durumdaki çocuğu divana yatırdı. Elindeki ıslak bezi alnına koydu. “Yavrum” dedi, “Başına güneş geçmiş senin, ıslak bez iyi gelir. Hadi yavrum uyumaya çalış.”
Uyandığında akşamüstü olmuştu. Ev sessizdi. “Herhalde amcalarım gitti.” diye düşündü. Kalktı oturma odasına doğru yöneldi. Orada sadece babası vardı.
“Genç olduğun için böyle davrandığını düşünüyorum.” dedi babası. “Erkek adam böyle davranır mı? İşte ayrıca erkek olduğunu da gösterebilmen için önüne bir fırsat çıktı. Sana güveniyorum, erkekliğini ispat edecek ve yüzümüzü kara çıkartmayacaksın. Benden sonra bu aile sana emanet olacak, törelerimizi sen yürüteceksin.”
Ali, “Tamam baba” dedi. “Sen nasıl dersen öyle olacak.”
“Bunu ben söylemiyorum oğlum” diye üzerine basarak cevap verdi baba.
“Bunu törelerimiz, bunu ailemiz söylüyor, bunu herkes söylüyor.”
“Acaba” diye düşündü Ali. “Ben de mi söylüyorum?” Sonra hızla bu değersiz ve zararlı fikri aklından çıkarttı. Başını dikleştirdi ve vakur bir biçimde babasına bakarak sordu “Şimdi ne yapmam gerekiyor?”
Baba köşedeki çekmeceye gitti, çekerek açtı ve içerisinden soğuk bir biçimde parlamakta olan bir silah çıkarttı. “Bu tabanca senin bu yoldaki arkadaşın olacak, namusumuzu bununla temizleyeceksin. Namussuzu da, onunla beraber olup namussuzluğu seçeni de.”
Çok iyi anlamıştı Ali. Yapması gerekenleri de, başına gelecekleri de çok iyi anlamıştı. “Kader” diye düşündü. “Bu onurlu görev, yalnızca değersiz bedenleri ortadan kaldırmak olacak. Böylece ailemin namusu da kurtulacak” Yine de bir sızı kapladı içini. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, bilincinin altından yavuklusunun hayali fırlayıverdi sahneye. “Ya o?” diye düşündü, “O ne düşünecek acaba? Görev öncesi onunla muhakkak konuşmalıyım.”
Babası eliyle omzunu sıvazladı. “Komşu köydeki bağ evinde kaldıklarını öğrendik. Bu gece işi tamamlamalısın, hepimizin sana güvendiğimizi biliyorsun.” dedi. Dışarıda bir baykuş öttü. Adeta ölüm fermanını ahaliye ilan ediyordu.
Ali diğer arkadaşları gibi zaman zaman silah atmıştı. Çok nişancı sayılmazdı ama, silah kullanmayı biliyordu ve biliyordu ki yakından işi bitirebilirdi. Yeter ki korkmasın, yeter ki görevi benimsesin.
Kafasındaki öldürmeme konusundaki fikirleri uzaklaştırmak için zihninden kendi kendine tekrarladı ve bunu saatin ritmine uydurdu. “Tik tak, sakın olma korkak, tik tak, sakın olma korkak.” Bunu defalarca tekrarladı. Adeta bir beyin jimnastiği yapıyordu.
Babasının “Hadi oğlum, bu iş bu gece bitecek” sesiyle kendine geldi. Hava iyice kararmıştı. Babasının elini öptü. Annesine de veda edip etmeme konusunda tereddüde düştü, sonra da arkasına bile bakmadan hızla koşarak evden çıktı.
Çıkınca doğrudan yavuklusunun evine yöneldi. Eve yaklaşınca, her zaman yaptığı gibi iki elini birleştirerek baykuş sesi çıkarttı. Bir daha, bir daha. Pencere açıldı yavuklusu göründü. “Aşağı gel” dedi Ali.
Kız “Gelemem ne diyeceksen oradan söyle.” diye cevap verdi.
“Belki bir daha uzun zaman görüşemeyeceğiz, belki de hiçbir zaman” diye, ağlamaklı bir karşılık geldi Ali’den.
“Ne demek istiyorsun sen?”
Ali olan biteni hızlı ama uzun bir biçimde anlattı. Anlattıklarını onaylarcasına baykuş yeniden öttü ve arkasından uzun bir sessizlik.
Sessizlik sonrası, kız konuştu. “Sen delirmişsin, ben ne olacağım, biz ne olacağız.”
“Onurumuz, törelerimiz, değerlerimiz” diye bağırdı Ali ve koşarak uzaklaştı. Şimdi olanca hızıyla görev yerine koşuyordu. Kutsal görev yerine.
Ay bulutlarla saklambaç oynarken, kah yolunu aydınlatıyor, kah karartıyordu. Ay gök yüzünde, düşünceler zihninde saklambaç oynamaktaydılar. Bir netleşip, bir bulanıklaşıyorlardı.
Yürüyerek yarım saatlik kadar bir yolu vardı. Kendini dinleyerek yoluna devam etti. İnce dereyi aştı, fundalıkların arasından geçti. Sonra olacakları bir an önce halletmek için koşmaya başladı. Bir yandan da düşünüyordu “Köyde top peşinden de böyle koşardık.” Ama o koşuşmalar bir neşe içersinde gerçekleşirdi. Şimdi hissettiği....., Sahi neydi hissettiği? Sanki duyguları ile beyni arasında taştan bir blok örülmüştü ve beyin, duygularını anlayamıyordu. Evet artık taştan bir adamdı o, taştan ve cesur.
“Az kaldı, ha gayret oğlum” diye kendi kendine konuştu.
Zaten biraz sonra da bağ evinin silueti belirmeye başlamıştı. O yürüdükçe, içindeki duvar gibi, daha belirgin bir hal aldı.
Eve yaklaştı. Camdan hafif bir ışık sızıyordu. Pencerede perde olmadığı için içerisini rahatça görebilecekti.
İşte ikisi de oradaydılar. Sedirin üzerinde oturuyorlardı.
“Neler konuşuyorlar acaba?” diye düşündü. Kız kardeşinin küçüklüğü gözünün önünden geçti, gözünden bir damla yaş süzüldü. Aklına yeniden yavuklusu geldi. Onu öldürseler kendisinin nasıl bir durumda olacağını düşündü. “Kov şu şeytanı kafandan, aklını karıştırıyor” diye kendi kendine hafif sesle söylendi.
Camı göz kararıyla kestirdi. Kırdığı takdirde içeri girebileceği kadar genişti.
İçinden “Bismillah” diyerek elindeki silahla cama hızlı bir biçimde vurdu. Cam darbeyle parçalanarak içeriye doru dağıldı. Kız kardeşi bir çığlık atarken, Ali onu kesen cam parçalarına aldırmadan alçak pencereden içeriye daldı.
İki genç ne olduklarını anlayamamışlar ve sedirin üzerinde donup kalmışlardı.
Önce kız kardeşi durumu anladı. Sedirde doğruldu.
“Ne yapıyorsun ağabey, çıldırdın mı?” diye bağırdı. Ama Ali’nin gözlerindeki kararlılığı okumuştu.
Kızın bağırması, ateş etmek üzere olan Ali’de kısa bir tereddüt anı yarattı. Kardeşi olacakları anlamışçasına sedirden ağabeyinin üzerine doğru atladı ve silah iki el ateş aldı. Pat, pat.
Kız Ali’nin üzerine doğru düşerek dengesini kaybederken, sevgilisi de hiç tereddüt etmeden kendisini yan duvardaki camdan dışarı attı. Kırılan camla birlikte dışarı düştü. Biraz sersemledi.
Ali evde kalmıştı, üzerinde cansız yatan kardeşinin cesedi ile birlikte ve dehşet içersindeydi. Adeta felç geçiriyordu.
Kızın sevgilisi aldığı yara ve berenin acısını duymadı bile. Yerden kalktı koşarak ve bağırarak köye doğru yöneldi.
Onun gürültüsüne, köpek sesleri de koro halinde eşlik etmeye başladılar.
Tabii Ali kısa zamanda Jandarmalar tarafından yakalandı. Zaten saklanmaya gerek de duymamıştı. Görev tamamlanmamıştı. Ama olsun, kahpe kız kardeşin hesabı görülmüştü.
Evde bir matemden çok törensel bir hava vardı. Hani kazanılan zaferlerden sonra takınılan, vakur ve ağır hava vardır ya. İşte böyle bir şey.
Kız gömülürken, Jandarmalar da Ali’yi elleri kelepçeli olarak karakola doğru götürüyorlardı.
Sorgu sual derken, çocuk her şeyi tek başına yaptığını itiraf etti. Kimse onu azmettirmemiş, kimseden de yardım almamıştı. Evdeki silahı kaptığı gibi doğruca namusunu temizlemeye gitmişti. Böyle anlatıyordu. İfadeler, tutanaklar, mahkemeye geliş gidişler derken aradan neredeyse bir yıl geçti. Yavuklusu hiç uğramamış ama yaptıklarını kınayan zehir zemberek bir mektup yollamıştı. “İkimize de haksızlık ettin” diyordu mektubunda. “Ayrıca sen bir katilsin. Nasıl kıyabildin kardeşine? Yarın evlenip çoluk çocuğa karışsak, kendi kızına da mı böyle kıyacaksın?” Bu mektup aslında Ali’yi kıyım kıyım kıymıştı da, her şeyi içine atmaktan ve kara kara düşünmekten başka yapacak bir şeyi yoktu ki.
Babası ve diğer akrabalar sıkça ziyaretine geliyor övgü dolu ve cesaret verici sözler söylüyorlardı. Onların gelişi kalbine biraz su serpiyordu şüphesiz. Ama gelecek ile ilgili endişeleri ağır bir bulut gibi üzerine çöküyordu. Yavuklusu da burnunda tütüyordu.
İdamla yargılandı. Savunmalar avukatlar derken karar günü geldi çattı. Müebbete mahkum olmuştu. “Müebbet”, bu kelimeyi düşünüyor ne olduğunu anlıyor, nasıl bir şey olduğunu kavrayamıyordu. “Yani sonsuzluk gibi mi, hiçlik gibi mi, yokluk gibi mi?”
Hapishane arabasına bindirip bundan sonraki yaşayacağı cezaevine götürdüler. Sanki bir boşluk içerisine düşer gibiydi. Akrabalarının desteklemeleri ile okşanan gururu, o boşluktan çıkmasını sağlıyor ama sıkıntısını hiç hafifletmiyordu.
Yaşamının baharında dört duvar arasına mahkum olmuştu ve geleceği yoktu. Ne için? Değerli ve şerefli bir görev için.
Koğuşunda İhsan baba dışındakiler onu takdir ediyorlar ve yüreklendirici sözler söylüyorlardı. Ama yavuklusunun düşüncesi, İhsan babanın serzenişleri ve derinden gelen bir şeyler onu boşluğa düşürüyordu...
Koğuş hayatına alışmaya başlamış ve aradan bir ay geçmişti. Bunaltısı ise azalmamış hep artmıştı.
Günde bir kere yarım saat avluda volta atmalarına izin veriliyordu. Avlunun üç yanı yüksek duvarlarla çevriliydi. Duvarların üzerinde iki tane merdivenle çıkılan nöbetçi kulübesi vardı ve bunların içerisinde her zaman nöbetçi oluyor, ayrıca da aşağıda merdiven başlarında birer nöbetçi bulunuyordu. Yerler taş olduğu için, toz toprak da azdı.
O gün yine karışık duygular içinde bahçeye, hava almaya ve volta atmaya çıktı. On kişilik bir gruptular ve bir saat arayla bahçeye çıkartılıyorlardı. Namus belasından hapse girdiği için saygı bile görüyor, bazı diğer genç mahkumlar gibi aşağılanmıyordu. Koğuşun yasaları da yazılı olmayan kendine ait bir düzeni olduğunu anlamış, hatta buna uyum sağlamaya başlamıştı bile.
Ama o gün kafası diğer günlerden daha karışıktı. Annesinden aldığı mektuptan yavuklusunun başka birisiyle evlilik hazırlıklarına başladığını öğrenmişti.
Bunaltısı gittikçe artıyor, avluda volta atanların taş zeminde çıkardığı ayak sesleri adeta beynine çivi çakıyordu.
Birden yavuklusunu görür gibi oldu. Yukarıya çıkan merdivenin başında duran kimdi acaba? Duran kişi muhafız mıydı yoksa yavuklusu mu? Muhafıza doğru ilerlemeye başladı. Muhafız, “Hop hemşerim nereye” diyerek dikkat kesildi.
Ali “Zeliha” diyerek yavuklusunun adını mırıldandı ve duraksamadı bile. Ne olduğunu anlamayan muhafızın alnının ortasına bir kafa çaktı. Adam yere yuvarlanırken tüm bulantısı da sanki içinden çıkarak adamla birlikte yere yuvarlanmış gibi hissetti.
Merdivenlerden koşarak yukarıya doğru çıkmaya başladı. Yukarıdaki kulübedeki muhafız kulübenin camından, kendisine doğru gelmekte olan mahkuma silahını doğrulttu.
“Dur” diye bağırdı.
“Dur” diye bağırdı diğer mahkumlar.
Yalnızca Zeliha “Gel” dedi, ta beyninin içinden.
Merdivenlerden tırmanırken yarı yoldan kendisini avluya doğru bıraktı ve ağzından bir çığlık fırladı. “Geliyorum”
Dalgalı değerler denizine doğru dalış yaptı, artık bir kuş gibiydi, ona ağırlık yapan ne varsa onun arkasında, onun dışında kalmıştı.
Uçtu, uçtu, uçtu. Kim bilir belki de başka değerlerin ve olduğu bir cennette............
 
 
ORHAN TUNCAY   
 
 

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 11 Ağu 2016 22:08:17
Hoşçakal Yağmur...

Demir kapı büyük bir gürültüyle kapandığında artık özgürdü.
Gökyüzüne baktı, derin bir nefes aldı. Önünde uzayıp giden şehri izledi.
Cadde boyunca bir daha geriye bakmadı.

Yaşadığı şehre geldiğinde akşam olmak üzereydi. Önce şehrin mezarlığına gitti.
Yorucu da olsa aradığı mezarı buldu. Birkaç dua okudu,
solmaya yüz tutan çiçekleri suladı. Mezar taşındaki resmi inceledi bir süre,
ömründe hiç görmediği, sekiz yaşındaki bir kızın resmiydi bu.
Resmin altında kendisine lanetler yağıyordu. Gözleri doldu, birkaç damla yaş,
yanaklarından süzülüp mezar taşına damladı. “Sen ölümü hak etmedin kızım!”
diye mırıldandı “ben de...”

Sabah olduğunda bankadaki bütün parasını çekti.
Elektriğini, suyunu ve telefonunu açtırdı. Sonra şehrin parklarından birine gitti.
Telekom amirliğine bir dilekçe yazdı. Şimdilik beklemekten başka yapacak
bir şeyi yoktu.
Parası bir süre daha yeterdi. Çok sevdiği öğretmenliğe istese de dönemezdi.
Babadan kalma evini, arabasını satar, başka bir şehirde yeni bir iş kurardı
kendine. Ama tüm soru işaretlerini kaldırmalıydı.
Aslında kaldırmıştı soru işaretlerini, son bir konuşması vardı, hazırlanmalıydı,
tüm delilleri toplamalıydı. Noktayı sonra koyacaktı.

Arkadaşlarından bir kaçına rastladı. “Geçmiş olsun” dediler dil ucuyla.
“Yapabileceğimiz bir şey varsa...” Onların gözlerinde biten arkadaşlıklarını gördü.
Yedi sekiz ay içinde nasıl da bitmişti her şey.
Bu şehir bir karabasan gibi çöküyordu üzerine. Kime, ne söyleyebilirdi?...
Teşekkür edip ayrıldı.
Dilekçesine cevap yirmi gün sonra geldi: “Son sekiz ay içinde kayıt dışı hiçbir
ücret alınmadığı, yapılan telefon görüşmelerinin ekte listesinin verildiği...”
İki telefon numarasının altını çizdi. Sekiz ay önce yapılan aramalardı bunlar.
Tutuklanmadan birkaç saat önce. Gelen yazıyı katlayıp, cebine koydu.
Saat dokuza geliyordu. Daha fazla beklemenin hiçbir anlamı yoktu.
Kapının ziline dokunmadan elindeki adresi bir kez daha kontrol etti.
Evvet, elindeki adres burasıydı. İçinde kin yoktu. Öfke de yoktu.
Yavaşça zile dokundu. Kapı açıldığında şaşkınlıktan donakaldı.
Kapıdaki eski sevgilisiydi.
- Yanlış geldim galiba, diyebildi usulca, ben Cihan’ı aramıştım.
- Hayır, yanlış gelmedin. Cihan şimdi büroda. Ben beş aydır Cihan’la yaşıyorum,
dedi Yağmur başını yere eğerek.
Elini Yağmur’un çenesine uzatıp, yere eğilen başını yukarıya kaldırdı.
Gözlerinin derinliklerine baktı bir süre. Baş parmağıyla gözlerinden
süzülen yaşlarını sildi. Başını iki yana salladı birkaç defa.
Daha fazla dayanamadı, dışarıya fırladı.
Büroya gelene kadar türlü türlü düşenceler geldi geçti beyninden.
Bazen sinirlendi, bazen duygulandı, için için ağladı.
Cihan’ı vurma duygusu yavaş yavaş kapladı yüreğini.
“Bana bunu da mı yapacaktın Cihan?” diye söylendi kendi kendine.
Yağmur’un acısı iki ucu keskin sivri bir hançer gibi saplandı yüreğine.
Karmakarışık duygular içinde büroya vardı. Cihan masasında oturuyordu.
Korhan’ı görünce ayağa kalktı, yüzündeki duygu karmaşasını anladı hemen,
alttan almaya çalıştı:
- Oooo geçmiş olsun dostum, hoş geldin, gel, şöyle otur.
(Dışarıya seslenerek) Oğlum hadi bize çay söyle,
eski dostlar şöyle karşılıklı muhabbete dalsın biraz.
Nerdesin sen ya! diyerek döndü Korhan’a. Yirmi gün kadar olmuş içerden çıkalı,
neden uğramadın? Bekledim seni. Her gün bekledim, ha bugün gelir, ha yarın...
Kısmet bu güneymiş. Şükür kavuşturana!...
- Ve Yağmur’un şerefine değil mi Cihan?
İşlemediği bir suçtan iftiranla içerde yatan dostunun şerefine,
devam edeyim mi?..
- Ne diyorsun sen ya, diyerek şaşkın gözlerle baktı Korhan’a.
- Rol yapmayı kes artık, o gözlerle de bakma bana. Şaşkınlık değil,
aplatlık var o gözlerde. Evvet, her şeyi biliyorum. O kazayı ben yapmamıştım.
O gece yoldaydım ama o kazayı ben yapmadım. O kızı ben öldürmedim.
Ama cezasını ben çektim. Ömür boyu da çekeceğim. İçerdeyken düşündüm,
günlerce, haftalarca düşündüm. Bütün yollar sana çıkıyordu,
bütün kapılar sana açılıyordu. Kabul etmek istemedim,
dostum bunu yapamaz dedim ama dedim ya yollar hep sana çıkıyordu.
Zamanla içimdeki nefreti öldürdüm, sana olan kızgınlığım, kırgınlığım,
nefretim ya da adı her neyse, geçti, bütün korlar soğudu, küle dönüştü.
Kabul etmek zordu ama ... Seni de öldürdüm.
Sadece son bir konuşma yapmak istedim seninle.
Her şeyin farkında olduğumu bilmeni istedim. İçerden çıkınca,
Telekoma, senin adına bir dilekçe yazdım. İşte dilekçenin cevabı.
Yaptığın görüşmelerin hepsi burada. Sekiz ay boyunca yapılan bütün görüşmeler.
Kazadan birkaç saat önce yapılan görüşmeler de.
Biri polise, diğeri savcılığa. Neden ulan, neden,
diye bağırmaya başladı Cihan’ın yakasına yapışarak.
- Anlatacağım, anlatacağım, diyebildi Cihan.
Korhan’ın ellerinden kurtulmaya çalışarak. Otur şöyle her şeyi anlatacağım.
Sonra istersen vur beni, istersen polise ya da savcıya, kime gidersen git.
Ama otur dinle beni. Çocukluğumuzdan beri arkadaşız seninle.
Aynı sıralarda oturduk, aynı mahallede büyüdük. Çocuklar seninle oynamak,
okulda aynı sırada oturmak için yarışırlardı. Mahallenin kızları bile sana aşıktı.
Sen onları görmezdin. Kudururdum için için, senin yerinde olmak isterdim.
Senden daha yüksek bir not alsam dünyalar benim olurdu.
Bir kız bana baksa uçardım. Babam bile seni anlatırdı anneme,
onların konuşmalarını duyar, sinirimden kudururdum. Beni anlayabiliyor musun?
Bu güne kadar her an, her saniye senden intikam alma duygularıyla yaşadım ben.
Hiç bir zaman dostun olmadım senin. Bütün işlerini,
bütün ilişkilerini bozmaya çalıştım. Çocukluğundan beri yaşadığın
tüm olumsuzlukları ben tezgahladım. Ama şans hep senden yanaydı.
Ne yapar eder, en az zararla sıyrılırdın içinden. Pişman mıyım? Hayır değilim,
inan ki değilim. İçimdeki kini bilemezsin sen. Onlarla nasıl yaşadığımı bilemezsin.
Bir gün bile gelmedin evime. Oysa ben, hemen her akşam senin yanındaydım.
O gece, evvet kazanın olduğu o gece, işte dedim, tam fırsatı.
Kessinlikle kendini kurtaramaz. Aslında o kazayı ben yaptım.
Güneş yeni batmıştı, alaca karanlıktı hava. Nasıl oldu anlamadım,
küçük kızı birden önümde gördüm. Frene bile basamadım.
Kızın arabanın üzerinden arkaya geçişini gürdüm. Durmadım, duramadım.
Basıp gittim. Daha eve gelmeden kurdum bütün hikayeyi.
Bu defa kurtulamaz dedim. Kesinlikle kurtulamaz.
Ve polisi arayıp senin plakanı verdim. Sonra savcıyı aradım.
Senin adına konuştum onunla, kendi suç itirafımı yaptım.
Seni içeri götürürlerken, ben barda tutuklanışını kutluyordum.
Hadi şimdi git, git polise durumu anlat. Siz çözemediniz ama ben çözdüm de.
Boyun bir karış uzasın yine. Bunca ay beni boşu boşuna yatırdınız de...
Ne duruyorsun be, anlattım işte her şeyi. Git hepsini anlat.
Gözleri kan gölü olmuştu. Kin, nefret, kıskançlık... Hepsi okunabiliyordu yüzünde.
- Peki ya Yağmur? Ona neden yaptın bunu.
- Yağmur... O çok güzel bir kızdı. Hoşlandım ondan, sevdim,çok sevdim.
Senden ayırmak için elimden geleni yaptım. İkinizi de kurdum. Ama olmuyordu,
ayıramıyordum sizi. Bir akşam, evvet bir akşam onu cafede beklediğini söyledim.
Sonra ben gittim cafeye. Seni bekliyordu ama sen bir türlü gelmiyordun.
Sen gelmedikçe o içiyordu. Bir kadınla birlikte çıktığını söyledim ona.
Deliye döndü, inanmak istemedi. Ağladı, ağladıkça da içti.
O gece senden nefret etti. Ve seni benimle aldattı. Bir daha da göremedi seni.
Sen ertesi gün tutuklandın. Birkaç ay sonra o da benimle yaşamaya başladı.
Tutuklandığından haberi yok ama hiç unutmadı seni. Senin gibi sevemedi beni.
Kahretsin, ne varsa sende...

Cihan elindeki içeceğini tekrar tekrar kaldırırken yerinden doğruldu Korhan.
Masada duran dolu çay bardağını aldı eline.
Sert bir şekilde Cihan’ın ayakları önüne döktü, bardağı masaya koyup:
- Yüzüne dökmeye bile değmezsin sen, dedi. Bir daha geriye bakmadan çıkıp gitti.
Eve geldiğinde garajı açtı, arabayı çıkarıp yıkadı. Eşyalarını hazırlayıp,
arabaya yerleştirdi. Arabaya binmek üzereyken, kan anonsunu duydu.
“Kanamalı bir hasta için çok acele AB grubu Rh- kan aranıyor.
Kan vermek isteyenlerin hastanenin acil servisine...” Bu kendi kanıydı.
Zor bulunan bir kandı. Belki de bir can onun sayesinde kurtulacaktı.
Arabasını çalıştırıp, hastaneye yöneldi. “Alabildiğiniz kadar alın” dedi.
“Ama acele edin.” “Bire bir alacağız kanı dedi hemşire,
beklemeye zamanımız yok, sizden alırken aynı zamanda da hastaya vereceğiz.
” Kolundan çıkan kan,paravanın öbür tarafında ameliyat olan hastaya gitmekteydi.
Belki de ona can verecekti. Bunu hiç düşünmemişti,
hayat vereceği canın mutluluğu yavaş yavaş içini kaplamaya başladı.

Kan verme süresi bitince bir süre dinlendi, ayağa kalkmadı. Küçük kızı düşündü,
Cihan’ı ve Yağmur’u... Demek hiçbir şey söylemeden ayrılmasının nedeni de
Cihan’dı. Boş yere beklemişti ziyaretine gelmesini.
“Sen yaşayacak adam değilmişsin be Cihan” diye düşündü.
“Bir gün Allah senin de cezanı verir.” Yavaş yavaş yerinden doğruldu,
kendini şöyle bir yokladı, başı dönmüyordu. Yola çıkabilirdi.
Diğer tarafta ameliyat bitmiş olmalı diye düşündü. Ses seda kesildi.
Paravana yaklaştı, durdu, hastayı görmenin ne yararı olacaktı.
Vazgeçip kapıya yöneldi.
- Korhan!
Sesin geldiği yöne döndüğünde Yağmur’la karşılaştı. Yağmur hıçkıra hıçkıra ağlıyor-
du.
- Ne oldu, diye sordu Korhan. Yoksa...
- Cihan, diye inledi Yağmur. Cihan’ı vurmuşlar az önce.
Üç kişi gelmiş büroya, silahlarını çekip...
Ameliyathanenin kapısına yöneldi Korhan, o anda dışarıya çıkan doktorla karşılaştı.
“Yaşayacak”dedi doktor,"Kurşunun biri beyni, diğeri de kalbi sıyırıp geçmiş.
Kan da tam zamanında bulundu. Geçmiş olsun.”
- Kanı sen vermişsin, teşekkür ederim,dedi Yağmur,
yaşlı gözlerle Korhan’a bakarak. İçini bir umut sarmıştı,
acısını az da olsa unutmuştu.
- Ben gidiyorum, dedi Korhan. Geçmiş olsun. Belki kanım bir işe yarar.
Arabasına bindiğinde yaz yağmuru çiseliyordu. Bir daha geriye bile
bakmadan saatlerce sürdü arabayı. Yalnızca bir cümle döküldü dudaklarından:
"Hoşçakal Yağmur"...

................İrfan Mutluer......

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 11 Ağu 2016 22:09:43
KAPI

   19. yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt'ın, bir bahçeyi tasvir eden bir tablosu Londra Kraliyet Akademisi'nde sergileniyordu.
   Hunt'ın "Kainatın Işığı" adini verdiği bu tabloda geceleyin elinde duran fenerle bahçede duran filozof kılıklı bir adam görülüyordu. Adam, serbest kalan eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu. Tabloyu tetkik eden bir sanat eleştirmeni Hunt'a dönerek:
   "Güzel bir tablo doğrusu, ama manasını bir türlü kavrayamadım" dedi,
   "Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Kapıya tokmak takmayı unutmuşsunuz da..."
   Hunt gülümsedi:
   "Adam alelade bir kapıya vurmuyor ki..." dedi.
   "Bu kapı, insan kalbini temsil ediyor. Ancak içeriden açılabildiği için dışında tokmağa ihtiyaç yoktur?".

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 12 Ağu 2016 22:27:40
Gerçeği bir bakıma da bir başka türde süslemek hayal ettirmektir.
Brooklyn köprüsünde, bir bahar günü, kör bir adam dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Üzerinde "DOĞUŞTAN KÖR" yazılı imiş. Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormuş. Bir REKLAMCI bunu görmüş. Tabelayı almış arkasına bir şeyler yazmış, olduğu yere tekrar bırakmış.
Ne olduysa olmuş... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya, habire para atmaya...
Bir cümle yetmiş, onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına...
"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM..."


 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK