İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Eyl 2016 19:39:24
        KIRLANGIÇ

   Günlerden bir gün Kırlangıcın biri bir adama aşık olmuş. Ve adamın penceresinin önüne konup adama söyle demiş:
   -Ben seni çok seviyorum lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte yaşayalım.
   Adam:
   -Olmaz alamam... Sen bir kuşsun hiç bir kus adama aşık olur mu?... demiş.
   Kırlangıç tekrar:
   -lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız. Hem ben sana dost ve arkadaş olurum canında sıkılmaz birlikte yasar gideriz. demiş.
   Adam yine:
   -Olmaz alamam...Git başımdan, diye cevap vermiş.
   Üçüncü ve son defa kus adamın penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demiş:
   -Lütfen beni içeri al.. Artık soğuklar da başladı, dışarıda kalamam biliyorsun ben sıcak havalarda yasayabilirim sadece beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni içeri alda burada kalayım. Birlikte yemek yer omuzuna konar seni neşelendirir sana yarenlik ederim. Hem sen de benim gibi yalnızsın, der...
   Adam ona:
   -Git derhal başımdan!... Ben yalnız kalırım demiş ve kuşu kovmuş...
   Kırlangıçta bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde uçmuş ve uzaklara gitmiş..
   Adam kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş ve kendi kendine "Ben ne aptal, ne kadar akilsiz bir adamım, niye kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim? Ne güzel birlikte kalırdık demiş ve çok pişman olmuş, pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Kendi kendine nasıl olsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir bende onu içeri alır birlikte mutlu bir hayat sürerim, demiş. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış. Yazın gelmesiyle kırlangıçlarda gelmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı gelmemiş. Yazın sonuna kadar hiç penceresini kapatmadan pencerenin başında beklemiş ama boşuna... Kırlangıç yokmuş. Gelen kırlangıçlara sormuş ama onun kırlangıcını gören olmamış. Sonunda bir bilge kişiye halini danışmak ve ondan bilgi almak için gitmiş. Bilge kişiye olayı anlattıktan sonra bilge kişi ona söyle demiş:
   -Kırlangıçların ömrü 6 aydır . . .
   Hayatta bazı fırsatlar vardır ömründe bir defa insanin eline geçer ve değerlendiremezsen uçup gider.
***
Dikkatli olun...
Farkında olun...
Kendinize bir sorun...
Acaba, siz kaç kırlangıç kovaladınız?
Hiç geri çevirmediniz mi bugüne kadar
size sunulan bir dostluğu?
Hayatta bazı fırsatlar vardır ki,
sadece bir kez karşımıza çıkar,
değerini bilemezsek kaçıp giderler.
Ve asla geri gelmezler....

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Eyl 2016 19:39:54
KİŞİLİK

   Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
   Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
   "Bakın" diyor.
   "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
   Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
   "Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
   Bir (0) daha...
   "Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
   Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
   Yetenek... disiplin... sevgi...
   Eklenen her yeni (0)' ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
   "Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".
   Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Eyl 2016 19:40:35
KIZILDERİLİ REİS SEATTLE'DAN
WASHİNGTON'DAKİ AMERİKA BAŞKANINA BİR MEKTUP
Washington'daki Büyük Başkan'a

Washington'daki büyük başkan bize
topraklarımızı satın almak istediğini bildiren bir
haber yolluyor.
Büyük Başkan bize aynı zamanda dostluk
iyi niyet dolu sözler de gönderiyor.
Bu dostça bir davranıştır, zira biz onun bu
dostluğa ihtiyacı olmadığını pek iyi biliriz.
Biz onun istediğini düşüneceğiz, zira eğer
biz satmağa razı olmazsak, belki o zaman da
beyaz adam tüfeğiyle gelecek ve bizim
topraklarımızı zorla alacaktır.

Gökyüzü nasıl satılır,
ya da satın alınır,
ya toprakların sıcaklığı?
Bunu tasarlamak bize yabancıdır.

İnsan havanın tazeliğine,
suyun şarıltısına sahip olamazsa
onu nasıl satabilir?

Siz onu bizden nasıl
satın alabilirsiniz?
Biz kararımızı vereceğiz.
Seattle Reis ne söylerse,
Washington'daki Başkan
bunun doğruluğuna emin olmalıdır,
tıpkı beyaz kardeşimizin mevsimlerin
tekrar geleceğine güveni olduğu gibi.

Benim sözlerim yıldızlara benzer
ki onlar hiç bir zaman sönmez.
Bu dünyanın her bir parçası ulusum için kutsaldır,
pırıldayan her çam yaprağı ,her kumsallık kıyı,
karanlık ormanlardaki her sis, her geçit,
vızıldayan her böcek ulusumun düşünce ve
yaşantılarında kutsaldır.
Ağaçların içinde yükselen özsuyu
kızılderili adamın hatıralarını taşır.
Beyazların ölüleri, yıldızların altından
geçmek için uzaklara giderken
doğdukları toprakları unuturlar.
Fakat bizim ölülerimiz bu büyülü dünyayı
hiç bir zaman unutmazlar,
çünkü o kızılderililerin annesidir.
Biz bu toprakların bir parçasıyız ve onlar
bizden birer parçadırlar.
O güzel kokan çiçekler bizim kızkardeşlerimiz,
geyik, at ve büyük kartal da bizim erkek kardeşlerimizdir.
Yüksek kayalıklar, yeşil çayırlar,
tayların ve insanların vücutlarının ılık sıcaklığı
hepsi aynı bir aileye aittir.
Washington'daki büyük başkan
bize bir yer vereceği ve bizim orada rahatça
kendi kendimize yaşayabileceğimizi haber veriyor.
O bizim babamız, biz de onun çocukları olacağız.
Fakat böyle şey acaba hiç olabilir mi?

Tanrı bizim ulusumuzu sever, fakat kızılderili çocuklarını terk etti.
O beyaz adama işinde yardım etsin diye
makinalar yolluyor ve onun için büyük köyler yapacak.
O geçen her günle sizin ulusunuzu daha kuvvetli yapacak.

Beklenmeyen bir yağmurdan sonra
ırmaklar nasıl yataklarından taşarlarsa,
siz de çok geçmeden bu toprakları dolduracak,
her tarafa taşacaksınız.

Benim ulusum gelgitin çekilen dalgalarına benzer,
fakat onlar bir daha geri gelemezler.
Hayır biz başka başka ırklardanız.
Çocuklarımız beraber oynamazlar,
ihtiyarlarımızın anlattığı öyküler de başka başkadır.
Tanrının lütfu sizin üzerinizdedir, bizler yetim kaldık.
Biz topraklarımızı satmak için yaptığınız
teklifleri bir kere daha düşüneceğiz.
Bu sandığınız kadar kolay olmayacaktır.

Çünkü bu topraklar bize kutsaldır.
Biz bu ormanlarla seviniriz.
Bilmiyorum.
Bizim davranışımız sizinkinden farklıdır.
Derelerin ve ırmakların içinden geçerken
pırıldayan sular yalnız su değildir: onlar bizim
atalarımızın kanlarıdır.

Biz size bu toprakları sattığımız zaman,
bilesiniz ki, onlar kutsaldır ve
sizin çocuklarınız da onların kutsal olduklarını
ve göllerin berrak sularında oynaşan her yansının
benim ulusumun yaşantılarına ait masalları ve öyküleri
anlatmakta olduklarını öğrenmelidirler.
Suların çıkardığı sesler benim atalarımın sesleridir.
Irmaklar bizim kardeşlerimizdir,
onlar bizim susuzluğumuzu giderirler,
bizim kayıklarımızı taşır, ve çocuklarımızı beslerler.
Topraklarımızı sattığımız zaman, bunu hatırınızda tutmalısınız,
ve çocuklarınıza öğretmelisiniz.
Irmaklar bizim kardeşlerimizdir, sizin de.
Ve siz şimdiden başlayarak ırmaklara iyiliğinizi esirgememelisiniz,
öteki her kardeşe karşı da.

Kızılderili adam onun topraklarına giren
beyaz adam karşısında her yerde geriledi,
nasıl ki sabahın sisi dağlarda doğan güneşin önünden kaçar.
Fakat bizim babalarımızın külleri kutsaldır.
Onların mezarları mübarek topraklardır,
bütün bu tepeler, ağaçlar, dünyanın bu kısmı,
bizim için mübarektir.

Biz beyaz adamın düşünümüzü anlamadığını biliriz.
Toprağın her parçası onun için birdir, çünkü
o gece gelen ve yerden ihtiyacı olan şeyi alıp
giden bir yabancıdır.
Toprak onun kardeşi değil düşmanıdır,
onu elde ettikten sonra ilerlere gider,
babalarının mezarlarını geride bırakır ve
onlarla bir daha ilgilenmez.
O toprağı çocuklarından çalar ve gene ilgilenmez.
Babalarının mezarları ve çocuklarının doğum hakkı çabukça unutulur.
O annesi olan taprağı ve kardeşi olan gökyüzünü
satılacak ve talan edilecek şeyler gibi,
ya da koyunlar veya parıldayan inciler gibi
satın almak için kullanır.

Onun açlığı dünyayı saracak ve geride
her tarafta çölden başka bir şey kalmayacak!
Ben bilmiyorum,
bizim düşünüşümüz sizinkinden farklıdır.
Sizin şehirlerinizin görüntüsü
kızılderili adamın gözlerini ağrıtır.
Belki bu onun bir vahşi olmasından
ve bu gibi şeyleri anlayamamasından ileri gelir!

Beyazların şehirlerinde sessizlik denen bir şey yoktur.
Orada ilkbaharda oluşan yaprakların seslerini,
uçuşan böceklerin vızıltılarını işitecek
bir yer de bulamazsınız.
Fakat bütün bunlar benim bir vahşi olmamdan
ve bunları anlayamamamdandır.
Gürültü, patırtı bizim kulaklarımızı adeta tahkir eder.
Kuşların ötüşünü,
ya da geceleyin su başında kurbağaların bağırışlarını
işitmedikten sonra dünyada ne vardır.
Ben kızılderili bir adamım ve bunu anlayamıyorum.

Bir kızılderili
gölün üstünden gelen rüzgârın mülâyim gürültüsünü sever,
öğleyin yağan yağmurun temizlediği,
taze çam yapraklarının ağırlaştırdığı
rüzgâr kokusundan hoşlanır.
Kızıl adam için hava kıymetlidir,
çünkü her şey aynı solunumdan pay alır.
hayvan, ağaç ve insan,
hepsinin teneffüs ettiği hava aynıdır.
Beyaz adam teneffüs ettiği havanın farkında değilmiş gibi
görünüyor.
Bir kaç gün önce ölen bir insanın kötü kokulan duymadığı gibi.
Fakat biz size topraklarımızı satarsak, unutmamalısınız ki,
hava bizim için kıymetlidir
ve hava hayatta tuttuğu her şeyle ruhunu paylaşır.
Rüzgâr babalarımıza ilk nefeslerini vermişti
ve son nefeslerini de alan odur.
Çocuklarımıza da yaşama ruhunu o vermelidir.
Eğer biz topraklarımızı size satarsak, onu
özel ve mübarek bir şey olarak kıymetlendirmelisiniz.
Beyaz adam da çayır çiceklerinin
üzerinden geçen rüzgârın onların kokularıyla
nasıl tatlı koktuğunu duymalıdır.
Topraklarımızı satmak üzerinde düşüneceğiz
ve eğer buna karar verirsek, bunun bir şartı olacaktır.
Beyaz adam topraklarımızdaki hayvanlara
kardeşleri gibi muamele etmelidir.
Ben bir vahşiyim
ve başka türlüsünü anlayamam.
Ben şimdiye kadar beyaz adam tarafından bırakılmış,
çürümüş binlerce bizon gördüm.
Ben bir vahşiyim
ve demir atın (lokomotif), sırf hayatta kalmak için öldürdüğünüz
bizondan daha kıymetli olduğunu anlayamam.
Hayvanları olmadıktan sonra insanların ne kıymeti vardır.
Eğer bütün hayvanlar onu bıraksalardı,
insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmezler miydi?
Hayvanların başına gelenler çok geçmeden insanların da başına gelecektir.
Hayatta her şey birbirine bağlıdır.
Toprağın başına gelen, onun oğullarının da başına gelir.

Sizler çocuklarınıza ayaklarının altındaki toprakların
bizim büyük babalarımızın külleri olduklarını öğretmelisiniz.
Toprağa kıymet vermeleri için onlara,
toprağın bizim atalarımızın ruhlarıyla dolu olduğunu anlatınız.
Çocuklarınıza, bizim öğrettiğimiz şeyleri öğretiniz.
Toprak bizim annemizdir.
Toprağın başına gelenler onun çocuklarının da başına gelir.

İnsanlar toprağa tükürürlerse,
kendi kendilerinin yüzüne tükürmüş olurlar.
Zira biz biliyoruz ki,
toprak insana değil,
insan toprağa aittir.
Her şey,
bir aileyi birbiriyle birleştiren kan gibi birbirine bağlıdır.
Herşey birbirine bağlıdır.
Toprağın başına gelen oğullarının da başına gelir.

İnsan hayatın dokusunu yaratmamıştır,
onun içinde yalnız bir liftir. Siz dokuya ne yaparsanız,
bunu kendinize yapıyorsunuz demektir.
Hayır,
gündüzle gece bir arada yaşayamazlar.
Bizim ölülerimiz dünyanın tatlı ırmaklarında yaşamağa devam ederler
ve ilkbaharın yavaş adımlarıyla tekrar geri dönerler,
onların ruhu gölün yüzeyini çalkalayan rüzgârdır.
Beyaz adamın topraklarımızı satın almak hususundaki isteğini düşeneceğiz.

Fakat benim ulusum soruyor,
beyaz adam neyi satın almak istiyor?
Gökyüzü ve toprakların sıcaklığı,
koşan antilopların çabukluğu
nasıl satın alınabilir?
Biz size bütün bu şeyleri nasıl satabiliriz,
siz de bunları nasıl satın alabilirsiniz?
Kızıl adam bir kâğıt parçası imzaladığı ve
bunu beyaz adama verdiği için
siz bu topraklara istediğinizi yapabilir misiniz?
Havanın tazeliğine ve suyun pırıltısına sahip değilsek,
onları size nasıl satabiliriz?
Sonuncusu öldükten sonra
bizonları yeniden geriye satın alabilir misiniz?
Biz teklifiniz üzerinde düşüneceğiz.
Biz, satmağa razı olmadığımız takdirde,
beyaz adamın tüfeğiyle gelip topraklarımızı alacağını bilmekteyiz.
Fakat biz vahşi insanlarız.
Beyaz adam ise, geçici olarak iktidardadır
ve O
kendisini bütün dünyanın kendisine ait olduğu,
Tanrı sanmaktadır.
Bir insan, annesine nasıl sahip olabilir?
Biz topraklarımızı satın almak hususundaki
tekliflerinizi tekrar düşüneceğiz.

Gece ve gündüz beraber yaşayamazlar,
biz, sizin başka topraklara göç etmemiz teklifinizi düşüneceğiz.
Biz uzakta ve sükun içinde yaşayacağız.
Günlerimizin kalan kısımlarını nerede geçireceğimiz önemli değildir.
Çocuklarımız babalarını gururları kırılmış ve yenilmiş gördüler.
Savaşçılarımız utandırıldılar.
Yenilgiden sonra günlerini miskince geçirdiler,
vücutlarını tatlı yemekler ve kuvvetli içkilerle zehirlediler.
Günlerimizin geri kalan kısmını nerede geçireceğimizin bir önemi yoktur.
Zaten geriye de pek fazla zaman kalmamıştır.
Bir kaç saat,
bir kaç kış,
sonra eskiden bu topraklar üzerinde yaşayan insanlardan,
kendi uluslarının mezarlarında matem tutacak kimse kalmayacaktır.
O ulus ki bir vakit sizinki gibi kuvvetli idi
ve geleceğe ümitle bakıyordu;
oysa şimdi
ormanlarda başı boş dolaşmaktan başka
yapacak bir şeyleri olmayacaktır.

Fakat ben ulusumun çöküşüne neden ağlayayım?
Uluslar insanlardan oluşurlar,
başka bir şeyden değil.
İnsanlar da denizdeki dalgalar gibi gelip geçerler.
Onlara yol gösteren
ve onlarla dostun dostla konuştuğu gibi
konuşan bir Tanrıya sahip olan beyaz adam bile,
herkes için belirlenmiş olan alınyazısından kaçamayacaktır.
Belki biz hep kardeşleriz.

Yalnız biz,
beyaz adamın da bir gün keşfedeceği bir şeyi şimdiden biliyoruz.
Bizim Tanrımız da aynı Tanrıdır.
Sizler belki bizim topraklarıza sahip olduğunuzu düşündüğünüz gibi
ona da sahip olacağınızı düşünüyorsunuz,
fakat buna muktedir olamayacaksınız.
O
insanların Tanrısıdır,
kızılderililerin de
beyazların da.
Bu topraklar onun için kıymetlidir.
Onları yaralamak,
onların yaratıcısını hor görmek demektir.

Beyazlar da bir gün bu dünyadan gideceklerdir,
belki de bütün öteki ırklardan daha çabuk.
Yataklarınızı zehirlemeğe devam ediniz,
ve bir gece kendi çöplerinizin içinde boğulacaksınız.
Fakat batışınızda her tarafa parlak bir ışık yayacaksınız,
bu, sizi bu topraklara getiren
ve size bu ülkeye
ve kızılderili adama hakim olmanızı emreden Tanrının
kudretinin ateşinden gelecektir.
Bu kader bizim için bir muammadır.

Bütün bizonlar öldürüldükten sonra,
yaban atları evcilleştirildikten,
ormanlann en gizli köşeleri,
binlerce insanın ağır kokusuyla dolduktan,
sevimli tepelerin görüntüsü konuşan tellerle kirletildikten sonra...
Çalılıklar nerede?
Kayboldular!
Kartallar nerede?
Gittiler!
O hızlı koşan taya ve ava
"Allahaısmarladık"
demek, ne demektir?
Bu, o yaşamın sonu ve sırf daha fazla hayatta kalmanın başlangıcıdır!
Tanrı bizim hayvanlara ve kızılderililere hâkim olmamızı istedi,
herhalde bunun özel bir sebebi olacaktır,
fakat bu sebep bizim için bir muammadır.

Belki beyaz adamın nelerden rüya gördü-
ğünü,
uzun kış geceleri çocuklarına hangi ümitlerini anlattığını,
onların sabahın özlemini çekmeleri için
imgelemlerinde (muhayyile) ne gibi hayalleri
ateşlediğini bilseydik,
evet
belki o zaman onu anlayabilirdik.
Fakat biz yaban insanlanyız

ve beyaz adamın düşleri bize saklıdır.
Ve onlar bize saklı oldukları için de,
biz kendi yollarımızdan gideceğiz.
Çünkü biz her şeyden önce
her insanın kardeşlerininkinden -ne kadar farklı olursa olsun-
istediği gibi yaşama hakkını tanır ve sayarız.
Bizi birbirimize bağlayan şeyler çok değildir.
Biz sizin teklifinizi düşüneceğiz.

Eğer ona evet dersek, bu sırf bize
vadettiğiniz yeni toprakları güvenlik altına almak içindir.
Belki orada kısa günlerimizi
kendi alıştığımız şekilde geçirebileceğiz.
Son kızılderili bu dünyadan gittiği
ve onun hatırası, yalnız bir bulutun
sonsuz çayırların üzerindeki gölgesi olarak kaldığı zaman,
babalarımın ruhu bu kıyılarda
ve ormanlarda yaşamağa devam edecektir.
Çünkü onlar bu toprakları seviyorlardı,
yeni doğan bir çocuğun
annesinin kalbinin atışını sevdiği gibi.

Size bu toprakları sattığımız zaman,
siz de onlan bizim sevdiğimiz gibi seviniz,
onlarla bizim ilgilendiğimiz gibi, ilgileniniz.
Onları bugün bulduğunuz gibi hatırlayınız.
Ve bütün kuvvetinizle, ruhunuzla ve kalbinizle onları
çocuklarınız için koruyunuz ve
Tanrının hepimizi sevdiği gibi, siz de onlan seviniz.

Çünkü biz bir şey biliyoruz:
Tanrımız aynı Tanrıdır. Bu dünya mübarektir.
Beyaz adam bile ortak kaderimizden kaçamaz.
Belki biz hepimiz kardeşiz.
Zaman bunu gösterecektir.

Duwarmish kızılderililerinin reisi
Reis Seattle

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Eyl 2016 19:41:04
KÜÇÜK ÇİN BALIĞI

   Bir gün, bir denizde, onsekiz, yirmi metrede, küçük bir balık yanaştı kulağıma... Balıkça bilir misin dedi... Bilmez miyim... Hemen başımı salladım. Dinle dedi, sana bir sır vereceğim... Neymiş o dedim... Ağzımdan kabarcıklar merakla yükseldi...
Aşığım dedi küçük balık çok aşığım... İşte o günden beri kıskanırım küçük balıkları için için...
   Küçük balıkla dost olmayı düşledim... Bir deniz kestanesi kırdım, mutlu düşleri, başka bir balığın peşinde yedi, deniz kestanesini... Adın ne senin dedim usulca..
   Adım mı? bilmem... Benim adim yok, ben balığım dedi... Peki sana küçük Çin balığı desem olur mu? dedim... Seni mutlu mu edecek dedi...    Belki de eder kim bilir..
   Peki benim adim küçük Çin balığı olsun dedi,
   Yüzdük, yüzdük, yüzdük... Yoruldum dedim, biraz dinlenelim mi?    Yüzüme baktı, olur dedi küçük Çin balığı... dinlenelim. Niye yüzüme baktığını anlayamadım, sorsam mi dedim; soramadım, ağzımın ucunda bir soru kaldı ve küçük çin balığı bunu fark etti.. Toparlandım hemen, nereye yüzüyorduk?
   Bir yerlere mi yüzmeliydik dedi,
   Bilmem dedim gayri ihtiyari bilmem... Yüzüyorduk öylece dedi küçük çin balığı.
   Yetmez mi ki, bu sana...
   Yeter, yeter dedim.
   Dedim ama. İçimde garip bir şey kıpırdadı adını koyamadım. Öylece yüzmeye devam ettik, öylece... Sanki yıllardır düşlediğim, hedefi olmayan, sadece elini tuttuğumda içiminin ısındığı bir sevda gibi..
   Öylece yüzüyorduk...
   Ben, bir adam, o, bir balık... Küçük çin balığı...
   Sanki düşlerimi okudu istersen ayrılalım dedi... Neden, nedenmiş o?
   İstersen ayrılalım ona yaklaşıyoruz.. O mu? O da kim? Ne çabuk da unuttun... hani sırrım, hani aşık olduğum...
   Bir yudum sessizlik düğümlendi içimde... Onca sessizliğin içinde zamanı mıydı simdi?
            Neler oluyor bana...Bu oksijen narkozu olmalı, biraz yukarı çıkmalıyım..
   İki metre, evet evet.. İki metre yeter.. Vedalaşmadan mı gidiyorsun?    Ne diyebilirim, sen, bir düş değil misin...
   Sen, benim düşlerimin küçük çin balığı değil misin... Usulca süzüldü, yanağıma sokuldu, soğuk suların tüm sıcaklığıyla... Tüpüm bitmek üzere..
   Çıkmalıyım.. Dönünce?...
   Bekleyeceğim seni, kendine iyi bak, böyle hüzünlü bitmesin dedi ve maviliklerin içine doğru süzülüp kayboldu... Anlamsız, içim bos, yükselmeye başladım. Çıktığımda yanımdakiler telaşlıydılar...
   İyi misin?
   Biraz söyle uzan istersen...
   Ayşegül de belli etmemeye çalıştığı panikle yanağımı tuttu, canım, iyisin değil mi? Başımı salladım, gözlerine bakamadım...
   Her şeyi bir anda ele veririm gibi... Vazgeçsen su sevdadan, her seferinde böyle beklemek... Vazgeçmek mi bu sevdadan dedim, usulca, daha neresindeyim onu bile bilmeden... kıyıya akşamın hüznü çöktü...
   En sevdiğim saatlerde, keyifsiz yudumladım koladan.. Ayşegül, kadınsı içgüdüleriyle huzursuz,  bense bir balığa...
   Saçmalıyorum.. Hep istediğim şey oluyor, sistemli deliriyorum,
   Evet, iste böyle olsa gerek, sistemli deliriyorum... Toplanıp gitmek istiyorum her şeyi.. Elbiselerimi, tüpümü,her şeyi.. Ayşegül de dahil, her şeyi bırakıp gitmek istiyorum... Anlamsız bir hırsla eşyalarımı topladım... Valizim tıkış tıkış, içim de öyle.. Ve içimden kaçıp kopmak geliyor yasamdan, kopup esmek dağlara doğru...
   Ama ya, ömrüm boyu, yakama yapışırsa küçük çin balığı...
   Ya, yaşamım boyunca, soğuk suların sıcak öpücüğü gibi rüyalarımı basarsa... Tüm bitiremediğim aşklarımdan biri olursa. Düşüncelerime inanamıyorum.
   Liseli gençlerin aşkı kokuyor... Yok yok...
   Tekrar dalmalıyım, bu salakça düşü noktalamalıyım...
   Sabahın ilk ışıklarıyla terleyerek uyandım. Elbiselerimi, paletimi zor topladım. Sahilin ıssızlığında giyindim, henüz günesin ısıtamadığı sularda ürperdim. Yavaşça mavinin büyüsüne bıraktım kendimi... Liseli heyecanım başladı. Soğuk suların içinde ellerim terledi, ilk aşkımı hatırladım.. Aşkımı mektupta ilan edebilmiştim... O da kabul etmişti. Sonra buluşmaya karar verdik. Onu ilk gördüğümde düşecekmiş gibi olmuştum. Bunu nasıl da unutmuşsum...
   Dudaklarımın ucuna salakça bir liseli gülümsemesi yapıştı, öylece süzülüyorum mavilere. Biran önce havamı bitirip çıkmak ve bu salakça düse son vermek için... Binlerce balık süzülüp geçiyor yanı başımdan oraya buraya dağılıveriyor...
   Ben ise, küçük çin balığını arıyorum...
   Belki de umutlarımı, küçüklüğümden beri kurduğum düşleri, küçük olduğum için savaşamayıp kaybettiğim aşkımı... Kısacası kendimi arıyorum...
   Ya ben dedi, küçük çin balığı yumuşacık bir sesle... Ya ben!.. Binlerce volta tutulmuş gibi sıçradım soğuk suların içinde. Sular kaynadı, kaynadı da yaktı beni sanki... Bir nefes daha almayacakmışım gibi geldi tüpümden, öylece kendimi bırakıvermek maviliklere...
   Ama sen.. Sen, diye şaşkın kekeledi küçük çin balığı... Sen bana... Evet, küçük çin balığı, ben sana... İçimde yılların boşluğu doluverdi.. Bir söz, üstelik bir tamamlanmamış söz... Donduk, donduk da kaldık sanki öylece.
   Laf bitti koskoca denizde. Laf bitti... Ne olacak simdi dedim...
   Hiç dedi;
   Yüzeceğiz. Sen, daha mutlu. Ben, şaşkın ve düşünceli... Neden şaşkın ve düşünceli diyemedim... Unutma, ben aşığım dedi, simdiyse şaşkın, sen yıllardır düşlediğimsin, olamayacak hayalimsin ve iste karşımdasın, ansızın çıkıp geldin, beni, çok etkiliyorsun ama ben, yine de aşığım... Yüzdük, lafın bittiği denizlerde... Mavilikler bir garip, artık eski renginde değil.
   Sanki, sanki küçük çin balığının pırıltıları solmuş. Sanki, küçük çin balığı, tanımlayamadığı garip bir hüzün dalgasında sürükleniyor.
   Elimi uzattım... Yüzüme dostça bir gülücük oturttum... Oysa içim?.. Havam bitmek üzere... Biliyorum dedi, benim de zamana ihtiyacım var, bunu da sen biliyorsun, ama dostluğum hep yanında olacak... Bakışlarımı gizledim, anlamlarını körelttim, aklımı onda bırakıp, yukarıya süzüldüm .. Ayşegül sahilde öylece hareketsiz...
   Yanıma gelmedi, gittim yanına oturdum... İkimizde denize dönük... Nasıl bir oyun bu dedi, sesinin son enerjisi ile nasıl bir oyun bu?..
   Bilmem dedim, bilmem... Belki de ölümcül.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Eyl 2016 22:08:40
        HEDİYE

   Adam 3 yaşındaki kızını, pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı....
   Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mi tepki göstermişti kızına... Bir gece önce yaptığından utandı... Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı.
   "Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı, "O kutu boş değil ki baba" dedi... "İçini öpücüklerimle doldurmuştum!..." Adam öyle fena oldu ki... Koştu... Kızına sarıldı... Beraberce ağladılar.
   Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı.
   Aslında bütün anne ve babalara böyle bir altın kutuyu çocukları hiçbir karşılık beklemeden, sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin hayatında bundan daha değerli bir armağana sahip olması mümkün değildir.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Eyl 2016 22:09:42
İyilik Küçük Değildir......

O gün günlerden Şükran Perşembe'siydi, yani görev
günümüzdü. Bu haftalık
geleneği iki küçük kızımla birlikte geçen yıl
başlattık. Perşembe günleri
bizim dışarıya çıkıp, dünyaya olumlu bir katkıda
bulunma günümüz oldu. O çok
özel Perşembe günü tam olarak ne yapacağımıza karar
vermemiştik, ama
kendiliğinden bir şey nasılsa çıkardı.

Houston'ın işlek caddelerinden birinde arabamızla yol
alır ve o hafta ne tür
bir iyilik yapacağımıza Tanrı'dan bize yol göstermesi
için dua ederken, öğle
vakti oldu ve iki küçük kızımın karınları acıktı.
"McDonald's, McDonald's,
McDonald's" diye tempo tutmaya başlamışlardı bile.
Hemen yumuşadım ve en
yakın McDonald's'ı aramaya başladım. O sırada
geçtiğimiz her kavşakta bir
dilencinin durduğunu fark ettim ve aklıma harika bir
fikir geldi. Eğer iki
kızımın karınları acıktıysa, bu dilencilerin de
karınları acıkmış olmalıydı.
Mükemmel! Yapacağımız iyilik işte kendiliğinden ortaya
çıkmıştı. Bütün o
dilencilere öğle yemeği ısmarlayacaktık.

Bir McDonald's bulup kızlarıma iki tane Happy Meal
aldıktan sonra, 15 tane
daha mönü yemek ısmarladım ve yemekleri dağıtmak üzere
harekete geçtik. Çok
yorucu oldu elbette. Dilenciyi kenara çekiyor, bir
miktar para verdikten
sonra, ona "Ah... Bu da öğle yemeğiniz." Diyorduk.
Sonra da arabamızı
gazlayıp, bir sonraki kavşakta duran dilenciye
yaklaşıyorduk.

Çok iyi bir yöntem bulmuştuk. Kendimizi tanıtmak, ne
yaptığımızı açıklamak
için yeterince zaman bırakmıyorduk. Üstelik, onların
da bize karşılık olarak
bir şey söyleyebilmesine olanak yoktu. Kendilerine
iyilik yapan kişiyi
tanımıyorlardı ve dikiz aynasından arkamızda olanları
izlemek çok
keyifliydi: Elinde öğle yemeğini şaşkınlık ve
mutlulukla tutan ve arkamızdan
bize bakan biri. Çok keyifliydi!

Yolun sonuna gelmiştik ve son kavşakta dilenen ufak
tefek bir kadın vardı.
Önce biraz para verdikten sonra yemeğini verdik ve eve
dönmek üzere orada
bir U dönüşü yaptık. Fakat, maalesef aynı kavşaktaki
kırmızı ışığa
yakalandık. Kadın oradaydı ve ben çok utanmıştım. Ne
yapacağımı
bilemiyordum. Onun bize bir şeyler söylemek zorunda
kalmasına istemiyordum.

Arabamıza doğru ilerledi, bu nedenle arabanın camını
açmak zorunda kaldım.
"Bana daha önce hiç kimse böyle bir şey yapmadı."
Dedi, yüzünde mutlu bir
ifadeyle. Ben de yanıt olarak, "İlk olduğumuza çok
sevindim." Dedim. Kendimi
rahatsız hissettiğim için, bir şeyler daha söylemek
gereğini duydum,
"Yemeğinizi ne zaman yiyeceksiniz?"

Kocaman açılmış, yorgun gözleriyle bana baktı ve "Ah
canım, bu yemeği
yemeyeceğim." Dedi. Şaşırmıştım, ama ben bir şeyler
söylemeye vakit
bulamadan o sözlerini sürdürdü. "Biliyor musun, evde
küçük bir kızım var.
McDonald'a bayılıyor, ama hiç param olmadığı için ona
oradan hiç yemek
alamıyorum. Ama... bu gece McDonald's yiyecek!"

Çocuklarımın gözlerimde biriken yaşları fark edip
etmediklerini bilmiyorum.
Pek çok kez yaptığımız iyiliklerin çok küçük olup
olmadığını, birilerinin
yaşamlarında bir şeyleri değiştirip
değiştirmediklerini sorgulamıştım. Ama o
anda Rahibe Teresa'nın şu sözlerini anımsadım: "Büyük
şeyler yapamayabiliriz
- ama küçük de olsa büyük bir sevgiyle pek çok şey
yapabiliriz."

.......Donna Wick.......

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Eyl 2016 22:10:12
KUŞ AVCISI

                  Bir varmış Bir yokmuş, ülkesinde avcının biri kuşlara meraklı
            imiş.
                  Hem yemeye meraklı, hem de tutup kafese kapatıp seyretmeye,
            söyletip dinlemeye
                  Kurmuş ormanın kuytusuna kapanı, yatmış pusuya. Tüyleri
            alacalı bulacalı nadir bulunur az rastlanır cinsinden bir kuş da
            gelmiş girmiş kapanın içine.
                  Avcı ortaya çıkınca kuş yalvarmaya başlamış.;'' Avcı avcı
            bırak beni gideyim. Yemeğe kalksan ufacığım, pişirdin mi benden bir
            lokma bile et çıkmaz. Kafese kapatsan ağzımı bile açmam,ne şakırım
            ne konuşurum, ama beni özgür bırakacak olursan sana üç öğüt veririm
            ki hem çok mutlu olursun yaşamda, hem de çok başarılı.''
                  Avcı düşünmüş taşınmış: ''Eh söyle , ver bakalım şu üç öğüdünü
            o zaman bırakırım seni,'' buyurmuş....
                  '' Önce...'' demiş, kuş
                  1.Sağduyuya, akla aykırı düşecek hiç bir şeye inanma
                  2.Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık
            duyma,gerçekleştiremeyeceğin şeyler için üzülme
                  3.Asla ama asla olanaksızın peşine takılma....
                  Avcı şöyle bir bakmış kuşa,'' Bu söylediğin büyük cevherler
            değil, ben zaten yaşamımda her an bu prensipleri uyguluyorum. Ama
            fazla işe yarayacak bir kuş değilsin, o yüzden sözümü tutup seni
            bırakacağım,'' demiş.
                  Kuş fırlamış yakındaki bir ağacın tepesine, açmış ağzını
            yummuş gözünü.. '' Avcı avcı salak avcı sen beni herhangi bir kuş mu
            belledin? Ben bütün kuşlardan daha farklı bir kuşum. Kalbim yakuttan
            benim. Kalbimin yerinde kocaman bir yakut var, beni kesip kalbimi
            çıkarsaydın dünyanın en zengin adamı olacaktın. Salak avcı...
            dönmüş, bağırıp çağırmaya başlamış...
                  ''Avcı seni yine yakalayacağım....'' diye tepinmeye başlamış,
            deliye dönmüş hırsından.Hemen ağaca tırmanmaya başlamış.
                  Kuş ağacın en üst dallarından birine adamın erişemeyeceği bir
            yere konmuş. Avcı üst dala erişip de kuşu yakalayayım derken
            yuvarlanmış ağaçtan ....
                  ''Nasılsın bakalım?'' demiş kuş, '' Öğütlerimi beğenmemiştin,
            ben bunların hepsini zaten biliyordum demiştin. Ben sana ne dedim
            önce? sağduyuya akla ters gelecek hiç bir şeye inanma. Be adam kalbi
            yakuttan kuş olur mu? Hemen inandın, gözün döndü.Yaptığın hiç bir
            şeyden pişmanlık duyma, yani sonradan pişman olmamak için bir şeyi
            yapmadan önce iyice düşün taşın, dedim. Beni bıraktın, ardından da
            hemen bıraktığına pişman olup peşime düştün. Üçüncü
            öğüdüm,gerçekleşmesi olanaksız bir şey için boş yere gücünü
            harcamaydı. Sen beni nasıl yakalarsın, ben kuşum,uçmuş uçmuş en üst
            dala konmuşum. Sen oraya nasıl erişirsin be adam? demiş.. ve uçmuş
            gitmiş...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.352
  • 28.795
  • 227.352
# 02 Eki 2016 08:16:58
Ateş birgün suyu görmüş.yüce dagların ardında sevdalanmış onun deli dalgalarına,hırçın kayalara vuruşuna,yüregindeki duruluga...
Demişki suya;
-gel sevdalım ol,hayatıma anlam veren mucizem ol.
Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklıga;
-Al demiş "Yüregim sana armagan..."
Sarılmış ateşle su birbirlerine sıkıca,kopmamacasına...
Zamanla su buhar olmaya,ateş kül olmaya yüz tutmuş.
Ya kendisi yok olacakmış,ya aşkı.
Su,baştan alınlarına yazılmış olan kaderide yüregindeki kederide alıp gitmiş uzak diyarlara.
Ateş kızmış,yakmış ormanları...
Aramış suyu diyarlar boyu,günler boyu geceler boyu.
Birgün gelmiş,suya varmış yolu.
Bakmış o duru gözlerine suyun,biraz kırgın,biraz hırçın.
Ve o an anlamış AŞKIN BAZEN GİTMEK OLDUGUNU AMA GİTMENİN YİTİRMEK OLMADIGINI...
ATEŞ DURMUŞ,SUSMUŞ,SÖNMÜŞ AŞKIYLA...
işte o zamandan beridirki;ateş sudan ,su ateşten kaçar.
Ondan sonra ateşin yüregini sadece su ,suyun yüregini ateş alır olmuş.............

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 02 Eki 2016 15:43:05
      GİTARCI
Sabah erkenden gitarını alıp evden çıktı... Posta kutusu boştu yine. Yoo, hayır. Beyaz bir şeyler vardı. Kalbi hızla çarparken, kutuyu açıverdi. Elektrik faturası gelmişti... Hem de her zamankinden "hoş" bir miktarda... Başka bir şey olmadığını bildiği halde, yine kutunun içine baktı... Boş...
   Dışarısı, ne soğuk ne de sıcak... Kapalı bir havaydı. Yağmur yağmaması için dua etti... Şemsiyesi evde kalmıştı ne de olsa... Karşıya geçmek için trafik lambalarının yanında durdu... Önünden son sürat geçen araba, bütün çamuru sıçrattı... En sevdiği siyah pardösüsü de batmıştı... Karşıya geçti.
   Karnı açtı... Her pazar sabahı uğradığı cafe'ye gitti...
   "Tadilat nedeniyle kapalıyız" yazısını okurken, gülümsedi... Aklına mezar taşına yazılabilecek bir şey geldi "Tadilat nedeniyle öldü...açlıktan".
   Neyse dedi kendi kendine "O kadar da aç değildim".
   Sonra bir yerlerde yerim diye düşünerek yürümeye başladı. Derken yanından geçen bir grup çocuk, ona sertçe çarptı. Yere yığılmıştı. Karşısında, evin balkonunda oturan bir grup genç kız, gülüyorlardı... Ona gülüyorlardı... Ayağa kalkarken, cebindeki bozuklukların düştüğünü fark etti. Her biri ayrı bir yöne yuvarlanıyor... Çatlaklardan, deliklerden düşüp kayboluyordu. Parası da gitmişti. Bir gitarı, bir de canı vardı...    Yemek yiyecek, eve gidecek parası kalmamıştı... Yorgundu. Mektup yazmayan, arayıp sormayan, çok sevdiği o kızla bir zamanlar gittikleri parkı hatırladı... Orada küçük çocuklar bileklik, kolye gibi hediyelik eşya satarlar... Müzisyenler maharetlerini gösterir, para kazanır, kızlara hava atarlardı... Parktaki o eski neşe kalmamıştı. Yolun kenarına geçti. Elindeki gitar çantasını yere koydu. Gitarını çıkarıp, o "en" hüzünlü besteyi çaldı... Sonra, o kıza bestelediği parçayı... Ve bir başkasını... Ve bir başkasını... çaldı... çaldı.
   Kulağına gelen takırtı sesleriyle kafasını kaldırdı. Gitar çantasına para dolmaya başlamıştı. Sonra, neşeli bir parça çaldı... Para geldikçe, şarkılar daha bir hareketli, daha bir neşeli oluyordu... Güneş batmaya başladı... İleride zabıtalar göründü... Daha fazla kalamazdı orada. Gitarı çantaya koydu ve kalktı... Eve gidecek, yemek yiyecek parası vardı... Belki kirayı hala veremeyecekti, bu ay... ama, hiç değilse düşürdüğünü karşılıyordu bu miktar... Derken yağmur başladı... Eve daha çok var, diye geçirdi içinden.
   Ne zordu hayat! Yağmur altında yürümeyi severdi... Ama yalnızken değil. Yalnızken, daha bir ağır yağıyordu sanki yağmur... Daha bir soğuk... Eve vardığında, kuşu öterek karşılamadı onu... Sessizlik dolu ev, o an ürpertti... kafesin yanına gittiğinde, minik kuşu kafesin tabanında yatıyordu hiç kıpırdamadan... öylece... "ölüm" dedi..."sürprizleri seviyor"
   Islak giysilerini çıkardı... kuş gibi o da ölecekti, bu sefil hayatta. Gitar çantasını açtı, kalan bozuklukları almak için. Arada beyaz bir kağıt gördü... Açar açmaz, yazı tanıdık geldi... O beyaz ellerin yazdığı notu okurken, önce heyecanlandı, sonra üzüldü...
   Notta: Demek hala bizim parçamızı çalıyorsun...ve yine çok hüzünlü bir şekilde. Beraber aldığımız kuşları hatırlıyor musun? Bendeki bu sabah öldü... Ayrılığa dayanamadı herhalde... Ama, biz insanız, dayanabiliriz değil mi?Yarın gidiyorum bu şehirden... Kendine iyi bak... Hoşça kal!
   Anladı o an, işlediği hatayı... Ne kadar da bencil olmuştu bugüne kadar. O bu şehirdeydi... Ve hiç aramamıştı... O arar diye. Şimdi aynı şehirde bile olamayacaklardı. Gün batışını aynı anda izleyemeyecek, aynı ortamda aynı havayı solumayacaklardı... Ama, o da affetmezdi ki... yoksa eder miydi? Dal rüzgarı affeder, ama kırılmıştır bir kere, diye geçirdi içinden... Kapı çalındı... Ne de çok istedi o an için, kapıdakinin o olmasını... Bu nedenle açmadı kapıyı... O umudu taşımak istedi hep içinde... Sonra uykuya daldı... uyanmamak üzere...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 02 Eki 2016 15:43:33
Hayatın Ucundan Tutmayın, boğazına sarılın

   Birbirlerini severek evlenmişlerdi. Altı yıllık birliktelikleri evlilikle noktalanmıştı. Yedi yıldır da evli idiler, iki yasındaki küçük Ceren’leri ile mutlu idiler...

   Aslında kadın mutluluk rolü oynuyordu. Yasadığı hayat onu boğuyordu, sanki içinde saatli bir bomba vardı, bir patlasa herkesi yakacaktı. Mutsuzdu ama nedenini bir türlü bilemiyordu. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre çalışmış ama kocasının farklı yerlere çıkan tayinleri yüzünden bir türlü sürekli bir işi olamamıştı. Mimardı, ama 3 yıldır evde oturuyordu, evde gecen her boş gününü hayatından koparılmış boş bir sayfa olarak görüyor ve hiç bir şey onu mutlu edemiyordu.. Kocası derseniz bir dediğini iki etmiyordu, hayattan isteyebileceği her şey onunken, mutlu olması için gerekli her şeye sahipken o mutsuzdu..

   Yağmurlu boğucu bir günde elinden okuduğu kitabı bıraktı, gidip bir kahve
yaptı, sonra gözü kocasının sadece iş için kullandığı bilgisayara erişti, gecen gün gazetede okuduğu yazıyı hatırladı''internette chat!!'' yalnızdı.. yeni taşındıkları bu şehirde üniversiteden bir dost dışında kimseyi tanımıyorlardı.. belki internet sayesinde bir kaç dost edinebilirdi.. bilgisayarın başına oturdu. kahvesini ağır ağır
yudumlarken internette gezinmeye başladı.. arada havadan sudan sohbetler de
yapıyordu chat odalarında, chat yaparken zamanın nasıl geçtiğini fark edemiyordu..

   Sonra bir gün gelen bir mesajı açtı. Mesaj da: “Hayatin ucundan tutmayın
tam boğazına yapışın” yazıyordu..
   Dondu kaldı kadın. Hayatın ucundan ne kadar isteksiz ve kuvvetsiz ve
ellerinden kayıp gitmesine ne kadar kolay izin verilecek şekilde tuttuğunu o gün fark etti. Hayatın ümüğüne sarılacak gücü yoktu ki..

   Altan’la o gün tanıştılar. Altan da onun gibi evli ve bir kız babası idi. Birbirlerine hiç yalan söylemeyeceklerine söz verdiler.

   Kadın Altan’la konuşurken dünyayı unutuyor Altan’la uyuyor, Altan’la uyanıyordu, hiç tanımadığı bu adamı bir dakika bile aklından çıkaramıyordu.
Bir adam nasıl bu kadar zarif olabilirdi? Bilgisayarını her açışında bir demet kırmızı gül buluyordu yollanmış ve güller arasında bir kart: “Günaydın!! Senin için mutlu bir gün olsun, güneş bugün senin için doğsun” Altan ne yaş gününü unutuyordu, ne yılbaşında kart atmayı, zaten her sabah değişik bir kart görme coşkusu ile koşuyordu bilgisayarına kadın, artık Altan soluyor, Altan yudumluyordu. Yüzünü hiç görmediği bu adama delice aşık olmuştu.
   Ne yapıyordu kadın? Medcezir gibi ne yaptığını sorgulayan duygularla bir
gelip bir gidiyordu. Altan evli idi, kadın da.. Birer çocukları vardı. Üstelik kadın büyük bir aşkla olmasa da, büyük bir sadakatle kocasını seviyordu.

   İki kişiyi sevebiliyormuş insan demek, birbirine benzer ama bir o kadar
farklı duygularla demek diye geçirdi içinden.. Sonra, toparladı kendini.    Açmamalıydı artık bilgisayarını, bu şekilde noktalamalıydı bu aşkı.
   Aldığı kararı açıklamak için oturdu bilgisayarın önüne, hoşça kal diyecekti.. Bu peri masalı bitmeli, yoksa biz biteceğiz diye başlayacaktı söze.

   Altan gene bir demet kırmızı gül yollamıştı. Üzerine “Yarın sevgililer günü seni yakamozda bir demet gerçek gülle bekleyeceğim, saat 13.30 da sevgilim” yazmıştı..
   Kadın yine dondu. Kaç zaman boş gözlerle ekrana baktı kim bilir? Sonra yazmaya başladı. gözlerinden akan yaşlar sel olmuştu.
   Sevgili Altan, yarın ne yakamozda olacağım, ne de senin güllerini alacağım. Biz yıllar önce yaptığımız seçimleri yaşıyoruz. Seni sevmedim diyemem, ama 13 yılımı verdiğim bu aşkı da bitiremem. Aradığımız bir heyecandı. Bunu aşk adı altında yaşadık. Artık uyuduğumuz rüyadan kalkalım. Her şey çok güzeldi ama her güzel şey gibi bitti. Hoşça kal. Gitmeden önce söz veriyorum.. ucundan tutmayacağım hayatın tam boğazına sarılacağım.. Hoşça kal Canım!
   Bütün gece uyumadı kadın. Kocası bu garipliği fark ediyordu. Sevgililer gününü evde geçirelim demişti kocasına, ama kocası ısrarla dışarı çıkmak istiyordu.
   Direnecek gücü yoktu kadını gidip giyindi. Kızlarını bir arkadaşlarına
bırakıp yemeğe çıktılar. Yol boyunca pek konuşmadılar zaten son 3 aydır çok az konuşuyorlardı. Altanla tanışalı 3 ay
   Deniz kenarında bir balık restouranına oturdular, yemeklerini ısmarladılar. Çaylarını yudumlarlarken adam: “sevgililerin en güzeline” diyerek bir küçük kutu uzattı.
   Kadın çok şaşırmıştı, kocası uzun zamandır hediye almayı bırak özel günleri bile hatırlamıyordu çünkü.. kutunun içinden çıkan yüzüğü parmağına geçirirken gözleri doldu kadının..
   Tam o sırada garsonun uzattığı bir demet kırmızı gülle irkildi. Güllerin arasındaki kartta “Boğazına yapıştığımız bu hayatı sonuna kadar birlikte geçirelim, seni yakamoza getiremedim ama 13 yıl sonra tekrar kendime
aşık ettim, sevgilim''
                        Kocan Turgay(Altan)
yazıyordu..


   Kadın artık gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu bu sefer hüzünden
değil mutluluktan ağlıyordu.. 13 yıl sonra kocasına tekrar aşık olmuştu..

   Sevgiyi lütfen uzaklarda aramayın...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 02 Eki 2016 15:44:21
HIC HAYALLERINIZDEN SIFIR ALDINIZ MI

           Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan bir gezgin at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.
           Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.
           Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
           Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.
           "Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..
           "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası..
           "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:
           "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm." çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
           "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatin için oldukça önemli bir seçim!."
           Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..
           "Siz verdiğiniz notunuzu değiştirmeyin" dedi.."Ben de hayallerimi..".....
           O, orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.
           Öykünün en can alıcı yanı şu:
           Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi, "Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
           Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçı

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 02 Eki 2016 15:44:46
   Jack yavaşlamadan önce Takometreye baktı: Hız limitinin 50 olduğu yerde 73 ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi? Jack arabasını sağa çekti. "İnşallah su anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer" diye düşünüyordu.
   Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi.
   Bob? Bu Polis Kiliseden Bob değil mi?
   Jack iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum bir cezadan daha kötüydü. Kiliseden tanıdığı bir Polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu. Hem de hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için.
   "Merhaba Bob. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz çok ilginç"
   "Merhaba Jack" Bob gülümsemiyordu.
   "Beni, karımı ve çocuklarımı görmek için eve giderken yakaladın"
   "Evet öyle" Bob umursamaz görünüyordu.
   "Son günler eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun suredir hiç görmedi. Ayrıca Diana bana bu akşam Patates ve biftek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?"
   "Evet ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum" diye cevapladı Bob.
   "Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli" diye duşundu Jack
   "Beni kaç ile giderken yakaladın?"
   "Yetmiş. Lütfen arabana girer misin?" dedi Bob.
   "Ah Bob, bekle bir dakika lütfen. Seni gördüğüm anda Takometreye baktım. Sadece 65 ile gidiyordum."
   "Lütfen Jack, arabana gir" diye üsteledi Bob.
   Jack canı sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı çarparak kapattı. Bob not defterine bir şeyler yazıyordu.
   "Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatını istemiyor ki" diye düşündü Jack.
   Ne olursa olsun, bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa, bir kaç Pazar Jack kiliseye gitmeyecekti. Bob kapıyı tıklatıyordu. Jack arabasının penceresini 5 cm kadar açtı. Bob Jack'a bir kağıt verdi ve gitti.
   "Ceza değil bu" diye kendi kendine söylendi Jack. Bir anda sevinmişti. Bu bir yazıydı ve kağıtta şunlar yazıyordu:
   "Sevgili Jack, benim bir kızım vardı. Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından öldürüldü. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı. 3 ay hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben... Ben kızımı tekrar koklayabilip, öpebilmek için, cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor. Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kerede başardığımı zannettim. Belki başarmışımdır, ama hala kızımı düşünüyorum. Lütfen benim için dua et ve dikkat et Jack, tek bir oğlum kaldı"
   Jack 15 dakika kadar bir sure yerinden kıpırdayamadı. Daha sonra kendine gelip, yavaş yavaş evine gitti. Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı. Hayat çok değerli, sürekli dikkat et. Dikkatli araba kullan ve başkalarının hakkına saygı göster. Hiç bir zaman unutma, istediğin kadar araba satın alabilirsin, ama insan hayatini asla…
 

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 02 Eki 2016 15:46:07
KEDERLİ KIZ ARİANE...
 
Ariane, kıyılarında dalgaların kudurduğu, Naksos
adasında yaşıyordu... Aşktan nasibini alamamış kederli
kız Ariane, sevgilisi Theseus tarafından terkedilmişti.

Bu acıyla ağlayıp sızlıyor, Theseus'a beddualar ediyordu.
Bazen kıyıda kumlar üzerine uzanıyor, kumları gözyaşları
ile ıslatıyordu. Bazen de denize hakim yüksek bir kayaya
çıkıyor ve Theseus'u götüren mavi geminin uzaklarda
kayboluşunu tahayyül ederek, ayrılık gününü içi
yanarak anıyor ve bağırıyordu:

-"Theseus! Duygusuz, taş gibi bir yüreğin var! Seni
hangi dişi aslan dünyaya getirdi? Senin yanında ne kadar
mesuttum. Her şeye boyun eğen bir köle gibi sana hizmet
etmedim mi? Senin yorgun ayaklarını yıkayan ben değil
miydim? Yatağının üzerine erguvan renkli örtüyü kim
yayıyordu? Beni bu ıssız adada bırakıp gideceğine, babamın
evine götürseydin. Bundan sonra ben ne yapabilirim? Benim
kederimi kim dağıtacak, bana kim ümit ve teselli getirecek?
Kıyılarında azgın dalgaların gürültüler çıkararak parçalandığı
bu adada ben nasıl yaşayabilirim? Derin ve korkunç deniz
beni babamdan ve tanıdıklarımdan ayırıyor. Hayatımın
ilk baharında, bu kayalık, ıssız adada terkedilmiş
bir halde ölecek miyim?"

Bir gün, gönlünde sayısız kederlerin dolup taştığı güzel
saçlı bakire, bitkin bir halde kıyıya uzanmış ve kendinden
geçmişti. İşte tam bu sırada rüzgarda uçuşan sarı saçları
ile esrarengiz bir delikanlı, Naksos adasına çıktı.

Karaya ayağını basar basmaz, bu ıssız adanın güzel kızı
genç Ariane'i uykunun kolları arasında gördü.

Esrarengiz delikanlı, sonsuzluğun ve yalnızlığın kralı idi.
Uzay'ın uzanıp giden boş sesizliğine hükmediyordu.
Bütün bunlara rağmen yaşamdan mesut olmasını
biliyordu. Genç kralın gönüllerden kederi kovan,
muztariplere neşe ve teselli getiren bir tabiatı vardı.

Güzel Ariane'e baktığında kalbi heyecanla çarptı, iri gözleri
ile onun uyuyuşunu, bu güzel manzarayı doya doya seyretti...

Zavallı Ariane bir kayanın oyuğuna uzanmıştı. Uzun
saçlı başını sol kolunun üstüne koymuş, sağ kolu da
ilahi çehresinin parlak ve tatlı güzelliğini çerçeveliyordu.

Uyandığında genç kral ona yaklaştı:
-"Güzel peri kızı", dedi. "Sen şanlı bir kralın sevgilisi
olmayı hak etmeden evvel Theseus'un ümitsiz aşığı idin.
İlkbaharın neşesiyle canlanmadan önce kış soğuğu
ile uzun zaman uyumuştun." Böyle söylerken Kral,
elindeki tacı, hoşuna giden bu güzel kızın dalgalanan
saçları üzerine koydu. Fakat bu parlak taç, Ariane'in
alnına dokunur dokunmaz; uzadı, göklere kadar yükseldi.
Üzerinde bulunan kıymetli taşların, cevherlerin her biri,
gökyüzünde birer yıldız oldu. Kralın Kraliçesini bulmasının
ve birleşmelerinin hatırasını ebedi olarak saklamak için bu
yıldızlar tacı, gökyüzünde çakılı kaldı. Artık Genç Kral'ın
sonsuzluğu ve uzayın karanlığı yıldızlarla cümbüşlenmişti.

Ariane'in iffeti, yalnızlığı ve kalbinin hüznü ona
günün birinde sonsuz mutluluğu getirmişti. Bunun için
binlerce yıldır yıldızlar onlara bakmasını bilen
mutlu insanlara göz kırparlar......
 
Derleyen: Serhat BAŞTAN

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 04 Eki 2016 21:39:37
Tatlı Bir Seyahat

"1979 yılının bir güz ayında, Adana'ya gitmek üzere Kayseri'den otobüse binmiştim. Kaptan; şarkı ve türkü söyleyecek isteyen varsa, buyursun mikrofona gelsin, yolumuz uzun, hem vakit geçer, hem de bizleri de eğlendirmiş olur' deyince, ben bunu fırsat bilerek ayağa fırladım. Bu vesileyle, belki dâvâmı yolculara anlatabilecektim. Sesim güzel olduğu için, söylediğim şarkılar yolculan cezbetmişti. Otobüstekilerle aramda iyi bir diyalog kurulduğunu hissedince sohbete başladım. 'Vatandaşlarım' dedim. 'İçinizde huzurlu ve mutlu olan var mı? Bu soru sanki top güllesi gibi düşmüştü ortaya... Herkeste hayret uyanmıştı. Devam ettim: 'İçinizde hayatını garantiye almış olan var mı'?' "Peki' dedim. 'Her türlü ihtiyacımı karşıladım, hiç bir ihtiyacım kalmadı diyen var mı? hayret dolu tebessümler devam ediyordu. İlave ettim: 'Kardeşlerim elbette bunlar mümkün değil, çünkü bu türlü ızdırapları ortadan kaldırabilecek bir rejimle idare edilmekten mahrumuz. 'Yolcuların nefretini uyandırmadan, onların anlayacağı lisanla kominizmi anlatmaya başladım. Tam iki saat konuşmamı sürdürdüm. Herkes bana hayran kalmıştı. Ama bir genç adeta yerinde duramıyor, itirazlarını belirtmek için fırsat aradığı her halinden belli oluyordu.
'Otobüs, Toros dağlarını tırmanırken lastik patlayınca, genç beni yakaladı. Gayet mütevazi bir tavırla, "sizi tebrik ederim' dedi. Konuşmanızla bizleri ihya ettiniz. Kendinizi gayet mükemmel yetiştirmişiniz. Benim sizden istifade edeceğim çok meseleler olacak. Meselâ; insan nedir sizce?'
"Hiç beklemediğim böylesine bir soru karşısında âdeta aptallaşmıştım. Gerçekten, sıradan bir koministin hayatını, herhangi bir marksist eserin muhtevasını ve kominist ülkelerin tarihi seyrini sanki harf harf bildiğim halde, nedense böyle şeyler aklıma gelmemişti. Kendimi tanımayı unutmuştum. Aynı soruyu ben sordum kendisine; "Peki sizce insan nedir?" Karşımdaki nurani simalı genç, beni istediği mevzuya çekmenin rahatlığıyla olacak ki, gülerek devam etti:
"Bu bir çırpıda izah edilecek bir mevzu değildir. Eğer arzu ederseniz, cebimde ufak bir eser var, bu mevzuu oradan okuyalım,'
"Tenha bir köşeye çekilmiştik. Bana bütün gayretleriyle Allah inancını anlatmak istiyordu. Bazı sorular sorunca, mükemmel cevaplar almıştım. Sıradan bir insan olınadığını anlamıştım gencin. Nihayet yıllar sonra dişime göre bir fikir adamı bulmuştum. Üstelik kominizm felsefesini benim kadar iyi biliyordu. Tartışmamız, Adana garajına kadar sürdü. Hayran kalmıştım. Genç arkadaşımın yolu bitmemişti. Tuttum kolundan, 'Mümkün değil seni bırakmam' dedim. 'Meseleleri bir neticeye bağlamalıyız. Zihnim allak bullak oldu. Soracağım çok şeyler var. Bu gün mutlaka burada kalmalısınız' Genç; "Bir şartla kalırım" dedi. "Benim misafirim olmak kaydıyla." Anlaşmıştık. Birlikte arkadaşının evine gittik. Genç öğretmen, eline aldığı kitaplarda bütün sorularımı bir bir cevaplayarak yarım asırlık dâvâmı ve fikirlerimi yıkmıştı. Sabah ezanına kadar devam ettik. Benim dünyam değişmişti. Yıllardır iftiharla taşıdığım fikirler, ancak birkaç saat dayanabilmişti. Önümde yep yeni ve nurlu ufuklar vardı artık.
"Namaza birlikte durduk. Bu hayatımda kıldığım ilk namazdı. Aman yâ Rabbi'! O ne büyük haz, o ne büyük lezzetti! Namaz boyunca sessiz sedasız ağlamıştım. Risaleler, elini kalbime uzatarak kir ve küfür namına ne varsa hepsini söküp almıştı. Bizlere, artık yıktıklarımızı yapabilme çabası ve endişesi düşmüştü.


Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 04 Eki 2016 21:40:16
ÜMİT
 

    Doğuştan kör iki adam, bir duvarın kenarına çökmüş, konuşuyorlardı.
   Biri:
"Dün gece rüyamda çok güzel bir kuş gördüm" dedi.
   Diğeri heyecanla sordu:
   "Ben ömrümde hiç kuş görmedim. Allah gözünü açsın, anlat hele; kuş neye benziyordu?"
Rüyayı gören kör cevap verdi:
"Ümide benziyordu."
                  Özkan Öze

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK