İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 21 Tem 2016 13:05:04
    öykümüzün kahramanları iki çocuk eskimo..
    bu çocuklar her gün birlikte vakit geçirir, birbirlerini çok severler.. günlerden bir gün, bi’şeyler değişmeye başlar..arkadaşlardan biri sürekli ya balığa gitmiştir, ya canı oynamak istemez, ya uykusu vardır.. diğeri buna çok üzülür ve arkadaşını özler...durumu halasına anlatır ve  sorar : “ arkadaşımı nasıl yeniden kazanabilirim?”  halası der ki : “ bir fokun bıyığından üç tane koparıp, gelirsen, söylerim..”  bunun üzerine çocuk gider, ancak fokun bıyığını koparmak o kadar kolay değildir.. sinsice yaklaşır, olmaz.. uyumasını bekler, olmaz..bunun üzerine çocuk, foku izlemeye başlar.. sabah uyanışını, kahvaltı edişini, nasıl avlandığını, ne zaman uyuduğunu, neleri sevdiğini öğrenir..ona her türlü yardımda bulunur ve bekler.. bir gün fok, onunla konuşmaya başlar ve bıyığından üçünü koparmasına izin verir..bıyıkları alıp, uçarcasına halasına götürür çocuk.. halası bıyıkları alıp, ateşe atıverir.. çocuk şaşırır, kalakalır öylece.. halası der ki : “ hadi şimdi de git, aynı şeyleri arkadaşın için de yap...”

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 22 Tem 2016 01:34:57
KÜÇÜK BİR DOKUNUŞ
_____________________________ ___________
     Acile kaldırılıp kardiyoloji (kalp hastalıkları) katına yerleştirilmişti. Uzun saçları, tıraşsız suratı, pisliği, tehlikeli şişmanlığı ve sedyenin alt rafına atılmış siyah motosiklet ceketiyle, bur parlak mozaik zemin, çalışkan, üniformalı personel ve kati enfeksiyon kontrol işlemlerinin steril dünyasında o bir yabancıydı. Kesinlikle dokunulmayacak olanlardan.
     Bu insan eti öbeği önlerinden geçerken görevli hemşireler gözleri fal taşı gibi açılmış onu izliyor, her biri ürkek ürkek baş hemşire Bonnie’ye bakıyordu. Söze dökmedikleri, ama yalvarırcasına ilettikleri mesaj “Bunu alacak, yıkayacak ve ona bakacak kişi ben olmayayım”dı. Bir önderin, tam bir  meslek erbabının gerçek göstergelerinden birisi, akla gelmeyeni yapmaktır. Olanaksızla uğraşmaktır. Dokunulmayacağa dokunmaktır. Bonnie, “Bu hastayı ben istiyorum” dedi. Bu, bir baş hemşire için olağan dışıydı hiç alışılmadıktı, ama insan maneviyatına hayat veren, onu iyileştiren ve yücelten kaynak işte oydu.
     Bonnie kauçuk eldivenlerini takıp, bu devasa, hiç de temiz olmayan adamı yıkamaya hazırlanırken yüreği sızladı. Ailesi neredeydi acaba?Annesi kimdi? Küçük bir çocukken nasıldı? Çalışırken, usul usul bir şarkı mırıldanıyordu. Bu, adamın hissediyor olduğunu bildiği korkuyu ve utancı yatıştırıyor gibiydi. Sonra tuhaf bir arzuyla “Bugünlerde hastaların sırtlarını keselemek için zamanımız olmuyor, ama bunun sana çok iyi geleceğine bahse girerim” dedi. “Kaslarının gevşemesine ve iyileşmene yardim edecek. Buranın bütün amacı bu değil mi... İyileştirmek” Şişman, pul pul olmuş kırmızı deri, yıkıcı bir yasam tarzının ipuçlarını veriyordu: Muhtemelen yemek, içki ve uyuşturucu bağımlılığı. Bonnie bu gergin kasları ovarken, mırıldanıyor ve dua ediyordu. Büyümüş, haşin bir yaşam tarafından reddedilmiş ve düşmanca, zorlu bir dünyaya kabul edilme mücadelesi veren bir erkek çocuğun ruhu için dua ediyordu.
     Finalde ilik losyon ve bebe pudrası vardı. Görüntü neredeyse gülünçtü; losyon ve pudra, bu kocaman, yabancı yüzeyle nasıl da bir tezat oluşturuyordu. Adam sırt üstü dönerken yanaklarından yaşlar süzüldü ve çenesi titredi. Şaşırtıcı güzellikteki kahverengi gözleriyle Bonnie’ye bakıp gülümsedi ve titrek bir sesle şöyle dedi: “Yıllardır kimse bana dokunmamıştı. Teşekkür ederim. İyileşiyorum”
                  Naomi Rhode

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 22 Tem 2016 01:35:40
KAYBEDİLENLER

Bir gün insan virgülü kaybetti.
O zaman cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı.
Cümleleri basitleşince düşünceleri de basitleşti.
Bir başka gün ise ünlem işaretini kaybetti.
Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye seviniyordu. Üstelik hiçbir şey onda en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.
Bir süre sonra soru işaretini kaybetti.
Artık soru sormaz oldu. Hiçbir şey ama hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne kainat ne dünya ne de kendisi umurundaydı.
Birkaç sene sonra iki nokta işaretini kaybetti.
Artık davranış sebeplerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız tırnak işareti kalmıştı. Kendisine ait tek bir düşünce bile yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu.
Son noktaya geldiğinde düşünmeyi, okumayı unutmuş vaziyetteydi.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.214
  • 28.776
  • 227.214
# 23 Tem 2016 15:53:44
Sultan 4. Murat'a Sırtını Keseleten Adam

Sultan 4. Murat zamanında Habib Baba adında pek bilinmeyen bir Allah dostu yaşarmış. Yaşlı, fakir, gariban bir insanmış... Habib Baba, uzun bir kervan yolculuğunun sonunda İstanbul'a gelmiş. Yolculuğunun tozunu, yorgunluğunu atmak için bir hamama gitmiş. Niyeti; şöyle iyice bir keselenip, paklanmak, bedeninin temizliğini de ruhunun temizliğine denk kılmakmış. Fakat gelin görün ki gittiği hamamı o gün Sultan 4. Murat'ın vezirleri kapatmışlar. Hamamcı Habib Baba’yı içeri sokmak istememiş. "Bugün" demiş, "Sultan 4. Murat'ın vezirleri hamamı kapattılar. Dışarıdan müşteri alamam." Habib Baba üzülmüş. Rica, minnet... Israr etmeye başlamış. "Ne olursun" demiş, "kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım. Bu tozlu bedenle Rabbim'e ibadet ederken utanıyorum."
Hamamcı da insaflı insanmış... Dayanamamış. Hamamın en sonundaki odayı göstererek; "Baba şu odada hızla yıkanıp çık. Para da istemem. Yeter ki; vezirler, senin farkına varmasınlar." demiş. Habib Baba sevinerek kendine gösterilen odaya girmiş... Yıkanmaya başlamış.
Az vakit sonra bir fakir müşteri daha hamamcının karşısında dikilivermiş. Boylu poslu, genç, yakışıklı biriymiş bu kez gelen... Görünümü de oldukça fakirmiş. Ama sadece görünümü... Bu kişi tebdil-i kıyafet (kılık değiştirmiş) Sultan 4. Murad'mış. O gün vezirlerinin hamamda, topluca alem yapacaklarından haberdar olduğundan "Vezirlerinin kendi başlarına nasıl eğleniğini, eğlenirken kendisinin arkasından söz söyleyip söylemediklerini..." merak etmiş.
Hamamcı padişahı tanımadığından; bu fakir gence de Habib Baba’ya söylediğinin aynısını söylemiş. "Bugün Sultan 4. Murat'ın vezirleri hamamı kapattılar. Dışarıdan müşteri alamam." Padişah da ısrar etmiş. "Ne olursun hamamcı? Kirli bedenle ibadetimi nasıl yaparım?" Hamamcı yine dayanamamış ısrara... Habib Baba’nın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldamış; "Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sen de sar peştemali beline, o odaya gir. Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın. Aman gözünüzü seveyim vezirlerin varlığınızdan haberi olmasın." Sultan 4. Murat beline peştemalı sarıp Habib Baba’nın bulunduğu odaya girmiş. Usulca selam verdikten sonra yıkanmaya başlamış. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı inletiyormuş...
Habib Baba'nın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılmış. Gencin sırtı pek bir kirli gibi görünmüş gözüne... Habib Baba, o kişinin tedbil-i kıyafet padişah olduğunu habersiz yumuşak bir sesle sormuş; "Evladım sırtın pek bir kirlenmiş. Müsaade edersen bir keseleyivereyim." Padişah aldığı bu teklif karşısında çok şaşırmış ama çok ha hoşuna gitmiş. Hoşuna gitmiş çünkü; ömründe ilk defa biri ona padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olduğu için ve karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmekteymiş. Memnuniyetle Habib Baba'nın yanına yanaşan padişah; "Buyur baba" demiş, "Ellerin dert görmesin!" Bu sırada içerideki alemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmekteymiş.
Habib Baba, 4. Murat'ın sırtını bir güzel keselemiş... Padişahın gönlü bir kuru teşekkürle yetinmeye razı olmamış. "Ne de olsa insandır. O da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir." diye düşünüp; "Baba" demiş, "Gel ben de senin sırtını keseleyeyim de ödeşmiş olalım." Habib Baba teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle; "Olur evladım" demiş. Sultan 4. Murat bir yandan kese yaparken, bir yandan da Habib Baba'nın ağzını yoklamak istemiş. "Baba be" demiş, "Duyuyor musun şu içerdeki eğlencenin seslerini... Şu hayatta Sultan'a vezir olmak varmış. O seni sevince; bak adamlar içerde tef, dümbelek hamamı inletiyorlar... Sen ve ben ise burada iki hırsız gibi..." Habib Baba genç sultana kendi hükmünü söylemiş:
- Be evladım Sultan Murat dediğin kimdir? Sen asıl Alemlerin Rabbi'ne kendini sevdirmeye bak! O seni sevince; sırtını bile Sultan Murat'a keselettirir!...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.214
  • 28.776
  • 227.214
# 25 Tem 2016 13:32:03
Beni hatırlarsın!

İki kadın hastanenin kadın doğum bölümünde doktor sırasını beklerken sohbete dalmışlardı. Biri öbürüne ne iş yaptığını sordu:
-İki ay öncesine kadar çağrı merkezlerinde çalışıyordum, hamile kalınca işten ayrıldım,
-Desene oturarak para kazanıyorsun, maaşı yüksek olmalı,
-Maaşı fena değil ama insanlarla uğraşması zor, Nuh diyorlar peygamber demiyorlar. Bazen yarım günümü harcadığım insanlar oluyor.
-Bazen haklı oluyorlar ama.
-Bizi aradıklarına göre haksızlardır.
-Nasıl yani?
-Müşterilere imzalatılan küçük harflerle yazılmış sözleşmelerde firma kendini sağlama alıyor. Yani müşteri hizmet satın alırken her türlü olumsuzluğu kabul etmiş oluyor. Tüm firmalar bunu yapar. Daha sonra kandırıldığını düşünen müşteri bizi arıyor ama kanunen haksız durumda.

-Adamların sözleşmeyi imzalamadan hizmet alması mümkün olmadığına göre, firmalar istediği gibi at koşturuyor yani.
-Aynen öyle.
-Etik mi bu peki ?
-Ben sadece bir çalışanım, patron değil.
-Her gün seni çaresiz insanlar arıyor, belli ki mağdurlar, böyle bir firmada çalıştığın için rahatsız olmuyor musun?
-Ben de aynı zamanda bir müşterim, kredi kartı alırken, eve internet bağlatırken aynı kazığı ben de yiyorum. İşin yasal olduğunu unutmamak lazım. Ayrıca benim yapabileceğim bir şey yok bu konuda, ben sadece emir kuluyum.
-Peki sitem etmiyorlar mı müşteriler ?
-Sitem edenler var, küfredenler var hatta beddua edenler bile var.
-Eee, bunlara aldırmıyor musun ?
-Niye aldıracağım ki, kötü söz sahibine aittir, bana işlemez kimsenin bedduası.
-Bence zulüm çarkının herhangi bir dişlisi olmak doğru değil.
-Bir şekilde para kazanmak lazım, sonuçta çalmıyorum çırpmıyorum ! Hem müşteri kendi isteği ile imzalıyor sözleşmeyi, beğenmezse mahkemeye gider, tüketici heyetine gider. Bana beddua eden zavallılara acıyorum doğrusu. Mesai bitince tüm yaşadıklarımı unutuyorum, her sabah güne sil baştan başlıyorum.
Bu sırada sıra doktor sırası kadına gelmişti.
Test sonuçlarını inceleyen doktorun yüzü düştü:
-Bu zamana kadar neden fark edemediğimize şaşıyorum. Sanırım bebeğinizde bir sorun var. Bu saatten sonra onu alamayız da!

-Ne demek istiyorsunuz doktor bey? Neden çocuğumu aldıracağım ki ?
-Bebeğinizin gelişiminde bir problem var, sanırım engelli doğacak çocuğunuz.
-Engelli mı ? Ama bana daha önce böyle bir şey söylememiştiniz?
-Demek ki önceki kontrollerinizde bir bulguya rastlanmamış.
-Çocuk beş aylık oldu doktor bey nasıl anlaşılmaz? Sizi dava edeceğim.
-Elbette ki yasal haklarınızı kullanacaksınız.
-Nasıl bu kadar rahat olabiliyorsunuz ?
-Rahat olduğumu düşünmeyin. Bu hata nedeniyle ömür boyu engelli bir insanla yaşayacaksınız. Bu sizin için zor olacak. Ama inanın ki daha önceden fark etseydim, önlemini alabilirdik.
-Sizin gibiler nasıl doktor olabiliyor anlamıyorum. Mahkemelerde sürüm sürüneceksiniz.
-Beni dava etmekte serbestsiniz.
Doktor üzülmüş gibi yapsa da her hastanın haline üzülmeyecek kadar profesyoneldi. Hatta hiçbir hastaya acımaması profesyonelliğinin gereğiydi. Hata yapmak istemezdi ama bazen bu tip hatalar oluyordu. Hatta kendisini mahkemeye veren, Sağlık Bakanlığına şikayet eden de oluyordu. Hepsinden aklanmıştı doktor. Çünkü engelli bebeklerin sorumlusunun o olduğunu kanıtlayacak belge sunamıyorlardı şikayetçiler. Yasalar önünde doktor gayet masumdu.
Kadın doktorun yanından çıkmadan önce beddua etmeyi ihmal etmedi:
-İnşallah senin de başına gelir!
Kadın o gün hamile haliyle baş hekime, savcıya, polise koşuşturdu. Hepsi “hani belgen” diyorlardı. Umudunu yitirdi. Zaten doktor cezalandırılsa dahi bu hayatına engelli bir bebeğin gireceği gerçeğini değiştirmeyecekti. Annelik güdüsüyle yavrusunu bağrına basacaktı ama zor bir yaşam onu bekliyordu.
Aniden bir şey hatırladı. Bir internet firmasının çağrı merkezindeyken müşterinin kendisine yaptığı bedduaydı bu:
“İnşallah engelli bebek dünyaya getirirsin. İşte o zaman beni hatırla, nasıl çaresiz olduğumu hatırla!”

Müşteri oldukça insafsızdı. Beş kuruşluk zararı için birinin hayatının kararmasını isteyecek kadar da acımasız. Beddua etmeden önce şöyle demişti müşteri:
– Ben haklıyım ama, kağıt üzerinde haksızım. Şirketiniz politikasını bunun üzerine kurmuş, işi kitabına uydurarak haram yolla para kazanıyor. Senin de umurunda değil, nasılsa aybaşında maaşını alıyorsun. İnşallah engelli bebek dünyaya getirirsin. İşte o zaman beni hatırla, nasıl çaresiz olduğumu hatırla!

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.947
  • 47.568
  • 2.947
  • 47.568
# 26 Tem 2016 14:01:18
..

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 26 Tem 2016 14:23:52
Huzur
   
   Bir gün bir kral, ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.
   
   Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar.
   
   Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
   
   Resimlerden birisinde sükunetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı.
   
   Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
   
   Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu.
   
   Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu.
   
   Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu.
   
   ...harika bir huzur ve sükun örneği.
   
   Ödülü kim kazandı dersiniz.
   
   Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması şöyle idi:
   -Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 26 Tem 2016 14:24:54
BIR SAATLIK DOST (GERCEK BIR HIKAYEDIR)


Hizli bir calisma temposunun ardindan saatin bes oldugunu kat nobetini
devretmeye gelen hemsire arkadaslar sayesinde fark etmistik. Yogun bir
servisti calistigim servis cocuk servisleri hastanelerin en yogun ve
gurultulu olan servisleridir. Artik gunun yogunlugu gecmis servis sessiz bir
hal almisti aksam tedavilerini henuz bitirmis ofiste cay icmeye gitme
telasindaydim. Cunku gunun ilk cayini icme firsati yakaladim diye kendi
kendime dusunuyordum. Kep dagilmis sac bas karismis yorgun bitkin bir
haldeydim
tedavi odasindan ciktigimda.Aynada kendimi taniyamadim ofise geldigimde
hemsire odasinin telefonu caliyordu.Oturdugum yerden buyuk bir guclukle
ayaga kalktim ve telefona gittim karsidaki ses acilde trafik yaralilarinin
oldugunu iclerinde cocuklarinda bulundugunu damar bulamadiklarindan dolayi
acile yardima gelmemi soyluyordu. Tum yorgunlugumu unutmus hizla acil
servisine yonelmistim ki diger telefonda nobetci hekimin icapci beyin
cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki
tartismasini duydum. Nobetci hekimin sesi ortaligi cinlatiyordu:
- Ne yapalim? Birakalim olsun mu bu insanlar? Gelmek zorundasiniz!
- Gittiginiz davet beni ilgilendirmez! Nobet degistirseydiniz cok onemli bir
davetti madem.
- Siz Hipokrat yemini etmediniz mi ?
Konusma boyle surup giderken gelen asansore binip kosarak acil servisine
gittim. Her yer kan revan icinde aglayan kosusturan yakinini bulmaya calisan
bir yigin insan vardi bu kalabalikta saglikli bir is nasil yapilirdi
bilmiyordum ama her kez elinden geleni birilerine bakma gayretini
gosteriyordu. Acil serviste yatak kalmamis sedyelere insanlar yatirilip ilk
mudahale yapilincaya kadar bekletiliyor yetersiz kalan personel yerine
hastalari yukari sevk edilen servise aileleri cikartiyordu. Onca kazazede
icinde basinda kimsesi olmayan ama durumu da oldukca agir 15-17 yas arasi
bir genc vardi gerekli mudahalesi yapilmis fakat sevk edildigi beyin cerrahi
hekimi henuz gorev yerine gelmedigi icin orada bekletiliyordu. Kendime ait
serum ve tedavileri uyguladiktan sonra o cocugun basina gidip konusmaya
basladim, konustuklarimi anliyor fakat cevap veremiyordu. Hayatinin son
anlarini yasadigini goruyor ve yalniz oldugu icin korkunc derecede
uzuluyordum onu orada yalniz birakamiyordum. Zaten ben onunla ilgilenirken
acil servis bosalmis tum hastalar gerekli servislere dagitilmisti. Genc
iyice kotu olmustu ellerimi simsiki tutuyordu birakma dercesine gozlerinden
yaslar suzuldukce kendimi bende tutamaz hale gelmistim egildim yanaklarindan
optum.
- Birakmayacagim seni sakin ol uzulme sakin diyordum Hic tanimadigim daha
once hic gormedigim bu insana anlatilmaz bir yakinlik hissediyor sanki onun
acisinin aynisini cekiyordum. Cok aci cekiyordu hem yalnizligindan hem de
gecirmis oldugu beyin travmasindan. Ne kadar sure daha onunla kaldigimi
hatirlamiyorum o artik aramizda degildi bu dunyayi terk etmisti ve ben
gelmeyen doktoru sucluyor icimden lanetler
yagdiriyordum. Derken beyin cerrahi hekimi gelmisti hastanin daha dogrusu ex
(ölmus) gencin uzerindeki carsafi almami soyledi. Carsafi kaldirdigimda
doktorun hic bir sey soyleme firsati olmadan yere dustugunu gordum .Ne
oldugunu anlamaya calisiyordum
yemekli bir davetten gelmisti acaba cok mu sarhostu ya da kalp krizimi
geciriyordu diye dusunurken diger hekim arkadaslari olaya mudahale
etmislerdi bile. ölen o gencecik insanin babasiydi bu doktor ve kendi
evladinin tedavisi icin cok gec kalmisti ne yazik ki. kotu gunde oglunun
acisiyla felc gecirmis ve gorevine yeniden donememisti.

Seni yeniden andim KEREM ruhun sad olsun hayattaki bir saatlik dost..
bana yillardir yasattigin tecrubeyle dost kalan dost.1986

YAŞAMAYA VAR MISIN ?

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 26 Tem 2016 14:26:41
BİR ŞİŞE SERUM



İhtiyar doktor beyaz uzun gömleğini ilikleyerek doğruldu, sigarasını söndürdü. Loş çadırın kat kat perdeli kapısını kaldırdı. Çukura batmış uzun kirpikli gözleriyle etrafına bakındı. Dışarıda kolları kırmızı beyaz işaretli askerlerin taşıdığı boş sedyeler süratle uzaklaşıyor, üzerlerinde kırmızı aylı beyaz bayrakların sallandığı geniş çadırların önünde öteye beriye gidip gelen doktorlar dolaşıyor, derinden top sesleri aksediyordu. Daha harp bitmemişti. İlerleyen fırkanın geride bıraktığı yaralıları toplamak için henüz yeni vesait yollanıyordu… Elinde sımsıkı tutmakta olduğu perdenin kıvrımlarını bıraktı, köşeye çekildi… Kaşlarını çattı, yüzünde müziç bir sıkıntının derin çizgileri gözüküyordu. Yanı başındaki portatif bir iskemleye oturdu, kır düşmüş uzun saçlarını uzun parmaklı ve damarlı elleriyle kavradı ve bulanmış gözlerini karşıda masanın üstünde sarı dişleri, karanlık gözleriyle sırıtan bir ölü kafasına dikti, düşünmeye başladı: Daha yaralılar gelmemişti. Bugünkü intizar çok sürmüştü. İçinde müthiş bir şüphe kendini yiyip bitiriyordu. Ya bugün oğlu da yaralanmışsa… Ya… Ya… O hiç gelmezse… Bütün ümidi, bütün tesellisi oğlu, bir tek oğlu ölmüşse…

Oğlu için yaşayan bu biçare ya ne yapardı?.. O da ölürdü, o da…

Gözleri büsbütün büyüdü, saçları dikildi, yüzü sarardı. Şimdi oğlunu kanlı göğsü, kapalı gözleri, mor dudaklarıyla görür gibi oluyordu. Doğruldu, ellerini ileriye doğru, o hayali, o kanlı hayali itmek ister gibi uzattı… Sonra titreyen kolları yana düştü.

- Of!.. Bugün içimde öldürücü bir şüphe var, diye mırıldandı… Kalktı, hızlı adımlarla çadırın içinde dolaşmaya başladı… Ona oğlunun yaralandığını veya öldüğünü kim söylemişti?.. Hiç kimse… Fakat bir ses, ta içinden gelen bir ses ona, başına muhakkak bir felaket geleceğini haykırıyordu… O, bu sesi, bu melum sesi boğmak ister gibi göğsünü tutuyor, sıkıyor, fakat muvaffak olamıyor ve yine kendi boğuluyordu. Bir aralık dışarıda gürültüler çoğaldı…

Yaralılar getiriliyordu… Kapıya doğru ilerlemek istedi, fakat müteredditti… Ya onu da şimdi bir sedyenin üstünde sarı yüzüyle görecek olursa?.. Fakat vazife onu davet ediyordu, çıkmalıydı.. Çıktı… Birçok sedyeler gidip geliyor, beyaz uzun gömlekli doktorlar öteye beriye koşuşuyorlardı… Ameliyat çadırına doğru ilerledi… İçeri girdi ve oradakilere boğuk bir sesle:

- Ne haber? dedi. Ağır yaralılarımız var mı?
Arkadaşlardan biri cevap verdi:
- Pek de yaralımız yok. Yalnız miralayın sağ bacağını bir gülle misketi fena halde hırpalamış, büyük bir yara açmış. Bu esnada hücuma kalkan fırka da ilerleyince, uzun bir müddet bakılamamış… Yarası çok pis, herhalde bir serum yapmak lazım…
- Ya?.. Allah bize acımış, çünkü bilirsiniz, bizim fırkamızın hayatı miralayımızın hayatıyla beraberdir. Hemen bir serum yapıp tatanos tehlikesini atlatmalıyız. Kendisi nerede?
- Pansumanda!

Pansuman çadırına gitmek üzere dışarı çıkıyordu ki birdenbire kapıda durdu, sarardı, bir defa sarsıldı, sonra "Oğlum! Oğlum!" diyerek kapıdan girmekte olan bir sedyenin üstüne atıldı. Arkadaşları onu tuttular… Mecruh çok ağır gözüküyordu. Göğsünde derin yarası vardı. Ameliyat masasının beyaz muşambası üzerine yatırdılar. Biçare sarı rengi, mor dudakları, korkunç gözleriyle bir köşede ellerini birbirine sürterek bunu seyrediyordu… Yaralı yatırıldı. Yarası açıldığı zaman ihtiyar doktor birden bire masaya koştu… Hırıltılı bir sesle:

- Berbat, pis bir yara! Diye söylendi… Kendi eliyle yarayı muayene etti. Çok derin değildi, tehlike yoktu… Geniş bir nefes aldı… Gözlerinin içi gülüyordu… Şimdi yanlız bir tehlike vardı, tatanos tehlikesi… Bu da izale edilebilirdi. Elde serum olduktan sonra… Heme arkasını döndü ve eczacıya:
- Aman, beyim, dedi, iki serum. Çabuk yetiştirin. Biri oğlum, öbürü miralay için iki şişe…

Ak sakallı, gözlüklü bir adam olan muhatabı yavaşça:
- Unutuyor musunuz, beyim, dedi. Geçen tayyare taarruzunda bombalarla yanan ecza depoları meyanında serumlar da mahvolmuştu.. Fakat yalnız bir tane kurtarıldı zannediyorum… Size bunu söylemiştik. İstanbul'a yazdık, daha…

O artık fazla tafsilat dinlemiyordu. Yalnız serumun bir tane olduğunu hatırlıyordu… Artık bütün ümidi mahvolmuştu, oğlu ölüme mahkum demekti… Seruma muhtaç iki yaralı var. Buna mukabil bir tek şişe… Birisi mülazım, diğeri miralay… Biri alay kumandanı, diğeri küçük zabit! Biri sade kendi oğlu, diğeri bütün bir alayın babası… Vazife hissi ve baba şefkati çarpıştı… Hem de zaten, miralay dururken, "Serumu oğluma yapın," dese sözünün hükmü olacak mıydı?

Arkadaşları donmuş gibi bu mücadelenin kanlı izlerini onun gözlerinden takip ettiler… O, yerden doğruldu, gözlerini masada yatan oğluna çevirdi, durdu, dakikalarca durdu… Sonra birden titrek, meyus, fakat azimkar bir sesle:
- Serumu miralaya tatbik ediniz, emrini verdi ve oğlunun üstüne yığıldı…

On gün hiç oğlundan ayrılmadı… Onun tatanosun yakıcı pençesinde ne büyük ıstıraplarla kıvrandığını boş gözlerle seyretti ve o son bir gerinişle katıldığı zaman ilerledi. Bir kere sarstı, bir daha, bir daha! Sonra gözleri büyüdü, saçları dikildi, ağızı çarpıldı, acı bir kahkaha salıvererek oğlunu, oğlunun donmuş, katılaşmış cesedini kucağına alarak çıktı. Ne yapacağını bilemez serseri bir revişle, uzaklarda yeşil zirveleri dalgalanan duradur dağlara doğru uzaklaştı.
O geceden sonra ne doktoru, ne de oğlunu bir daha göremediler.


Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 26 Tem 2016 16:01:02
ŞEFİKA HANIM KUMSALDA HERGÜN ÇÖP TOPLUYOR
40-45 yaşlarında gösteren bir kadın her sabah ve akşam üstü kumsalda çöp topluyor. Kendisiyle konuşma imkanım oldu, adı Şefika. Şefika Hanım’a neden her sabah ve akşam kumsalda çöp topladığını sordum, “kumsalın çöplerle dolu olduğunu bilmek beni mutsuz, gergin bir kişi yapıyor; kendi mutluluğum için yapıyorum!” dedi.
Tanıştık; sekiz yaşından beri Almanya’da yaşıyor, yazları tatil için Gümüldür’deki bu kumsala geliyor. “Almanya’da mı öğrendiniz bu tür çevre temizliğini,” diye sorunca “Hayır,” dedi; “ben çocukluğumda da böyleydim.”
Dedesi İpşir’den Muş’un bir köyüne taşınmış; bu köyde doğmuş ve çocukken kırlarda gezerken de herhangi bir çöp, atılmış bir gazete parçası, doğaya ait olmayan bir şey bulursa onları topladığını söyledi. “Diğer kardeşlerinde senin gibi miydi?” diye sorunca, “Hiç alakası yok, onlar toplamadığı gibi, rahatlıkla ellerindekini atarlar da!” dedi gülerek!
Teşekkür ettim, ayrıldım; şimdi ben de onun ekibinden biri olarak, yürürken elimde bir torba, kumsalda çöp topluyorum; tuhaf bakanlar var, ama ben mutluyum.
Düşündüm; benim bu güzel ülkemde bir sabaha uyandığında şu iki farkındalık tüm vatandaşlarımızda güçlü bir şekilde yaşamaya başlasa:
1- Etki alanın içinde yapabileceklerini yapmaya özen gösterse;
2- Etki alanı içine giren bir çok şey arasında önceliklerinin farkında olsa ve önce en önemli şeyi yapamaya zaman ve emek verse.
Yüzbinlerce, milyonlarca emekli var bu toplumda. Bir vilayetimizde öğretmen evine gittiğim zaman “sosyal kat” ta bulunan salonun tüm masalarının iskambil kağıdı oynayan emekli öğretmenlerle tıklım tıklım dolu olduğunu gördüm. Doktor, hakim, savcı, mühendis, ziraatçı ve bütün diğer mesleklerden yüzbinlerce emekliler bütün gün politika ile ahkam kesseler toplumsal yaşamımızın sahili yine çöpten geçilmez.
Şefika Hanıma acıyarak bakabilirsiniz; nevrotik bir tip, sivri! Ya da örnek alabilirsiniz.
Vatandaş olarak etki alanımızın ne olduğu ve bu etki alanımız içinde hangi önceliklerimizin olduğu konusunda sorumluk duyup düşünüyor muyuz? Yetişkin olgun vatandaşın soracağı bir soru.
Evet kendime sorduğum iki soru: 1- etki alanında mıyım? 2- emek ve zamanımı önceliklerime mi veriyorum?
Şefika Hanım’ı tanıdığım için memnunum.
Selamlar, sevgiler.DOĞAN CÜCELOĞLU

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 26 Tem 2016 20:45:13
Değerinizi Bilin

İyi bilinen bir konuşmacı, seminerine 50 dolarlık bir banknotu göstererek başladı. 200 kişiyi bulan dinleyicilere, bu parayı kim ister diye sordu ve eller kalkmaya başladı. Ve konuşmacı "bu parayı sizlerden birine vereceğim fakat öncelikle bazı şeyler yapacağım" dedi. Parayı önce buruşturdu ve dinleyicilere "hala bu parayı isteyen var mı?" diye sordu, eller yine havadaydı. Bu sefer, konuşmacı "peki bu paraya şunları yaparsam?" dedi ve 50 doları yere attı onun üstüne bastı, ezdi, pisletti ve para şimdi pis ve buruşuktu, fakat eller yine havadaydı ve o parayı herkes istiyordu.
Konuşmacı şöyle dedi:
"Arkadaşlarım burada çok önemli bir şey öğrendiniz, burada paraya ne yaptıysam hiç önemli değil onu yine de istiyorsunuz, çünkü benim ona yaptığım şeyler onun değerini düşürmedi, o hala 50 dolar. Hayatımızda çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, canımız acıtılır, yerden yere vuruluruz, kendimizi kötü hissederiz, fakat ne olduğu veya ne olacağı önemli değil, hiç bir zaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz ya da pis, hırpalanmış ya da kırılmış, bunların hiçbiri önemli değildir. Seni sevenler senin ne kadar değerli olduğunu her zaman bileceklerdir".

Çevrimdışı sınıfdeniz

  • Moderatör
  • *****
  • 5.122
  • 149.998
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 5.122
  • 149.998
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 28 Tem 2016 08:26:44
!

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Tem 2016 00:13:39
Uzaklarda bir köyde kocası çocuğu dogmadan ölmüş tek başına yasayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar... Gelincik kadının yanından ayrılmaz... Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da oldukça uysallaşır...
   Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar.. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır..
   Günler geçer... Ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır..
   Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır.. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir... Gelinciği ve kanlı ağzını görür... Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta oldurur hayvanı... Ardından içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur.. Anne odaya yönelir...
   Beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılan görür..

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Tem 2016 00:14:25
Fizik Sınavı

   Kısa bir süre önce, benden bir fizik sınavı puanlamasında hakemlik yapmamı isteyen meslektaşımdan çağrı aldım. Meslektaşım fizik sınavındaki bir soruya verdiği yanıt nedeniyle öğrencilerinden birine "sıfır" puan takdir etmişti. Öğrencisi de "eğer puan yöntemi adil olsaydı, en yüksek puanı alacağını" iddia etmekteydi.    Meslektaşım ve öğrencisi sonunda verilen yanıtı, tarafsız bir hakeme puanlatmak için anlaşmaya varmışlardı. Hakem olarak da beni seçmişlerdi. Arkadaşımdan çağrıyı alır almaz, kendisine uğradım ve sınavda sorulan soruyu okudum:
   "Barometre yardımıyla yüksek bir binanın yüksekliğinin ne şekilde saptanacağını gösterin"
   Öğrencinin yanıtı da şöyleydi:
   "Barometreyi binanın en üst katına çıkarırız. Barometrenin ucuna bir ip bağlar ve yukarıdan caddeye sarkıtırız. Tekrar ipi yukarı çeker ve ipin uzunluğunu ölçeriz. İpin uzunluğu bize binanın yüksekliğini verir"
   Yanıt çok ilginçti, fakat öğrenciye bunun için puan verilebilir
miydi?
   Öğrencinin, soruyu tam ve doğru biçimde yanıtladığından, bu sorudan tam puan almak için güçlü bir nedene sahip olduğunu anladım. Diğer taraftan öğrenciye tam puan verilecek olursa, öğrenci fizik dersinden yüksek bir notla geçecekti. Yüksek bir not ise öğrencinin fizik dersiyle ilgili davranışları kazandığının göstergesiydi, fakat sorunun yanıtı onun fizik bildiğini ortaya koymuyordu. Bunun üzerine öğrenciye ayni soruyu bir daha yanıtlamasını önerdim.
   Anlaşmaya vardıktan sonra, öğrenciye soruyu yanıtlaması için 6 dakikalık bir sure tanıdım ve yanıtın içinde onun fizik dersinde kazandığı davranışları ortaya koyması gerektiğini söyledim. Beş dakika geçmesine karşın, öğrenci hiç birşey yazmamıştı. Başka bir sınıfta dersimin başlamak üzere olduğunu söyleyerek yanıt vermekten vazgeçip, geçmediğini sordum; fakat öğrencinin cevabı:    
   "Hayır vazgeçmedim" seklindeydi.
   "Bu soruya verilebilecek pek çok yanıtı olduğunu, bunlardan en iyisini seçmeye çalıştığını" belirtti. Karıştığım için özür dileyip, soruyu çözmeye devam etmesini söyledim.
   Bir dakika sonra öğrenci yanıtını verdi:
   "Barometreyi binanın en üstüne çıkarırım ve çatı katından aşağı eğilerek barometreyi bırakırım. Bırakır bırakmaz kronometreyle zaman tutmaya baslarım. Barometre yere çarpar çarpmaz kronometreyi durdurur ve "S=1/2 a t2 " (S eşit bir bölü iki a t kare) formülü ile binanın yüksekliğini hesaplarım. "Bu cevap karsısında, meslektaşıma devam etmek isteyip istemediğini sordum.
   Meslektaşım öğrenciye hak ettiği puanı vereceğini söyledi. Tam yanlarından ayrılırken öğrencinin "pek çok cevabı bulunduğunu" söylediğini hatırlayarak, diğer yanıtların neler olduğunu sordum.
   "Evet, barometre yardımıyla yüksek bir binanın yüksekliğini
bulmanın pek çok yolu vardır" dedi.
   "Örneğin, güneşli bir günde dışarı çıkar, hem barometrenin gölgesini hem de barometrenin boyunu, daha sonra da binanın gölgesini ölçerek, basit bir oranlamayla yüksekliğini bulabiliriz."
   "Çok güzel, diğer yöntemlerin nedir?" diye sordum.
   "Çok basit bir yöntem daha var ki onu siz de beğeneceksiniz. Bu yöntemde, barometreyi elimize alır ve binanın merdivenlerinden en üst kata doğru tırmanmaya baslarız. Merdivenleri tırmanırken barometrenin boyu kadar duvar boyunca işaretleyerek ilerleriz. Daha sonra işaretleri sayarız ve işaretlerin sayısı bize barometrenin birimi
cinsinden binanın yüksekliğini verir. Bu yöntem doğrudan ölçmeye
örnektir"
   Daha karmaşık bir yöntem isterseniz, bunun için barometreyi bir ipin ucuna bağlar ve sarkaç gibi sallamaya başlarsınız. Böylece en alt katta ve binanın en üstünde "g" değerini saptayabilirsiniz. Bu iki g değerinin farkından ilke olarak binanın yüksekliğini bulabilirsiniz."
   Sonunda öğrenci sözlerini şu şekilde tamamladı:
   "Eğer çözüm için, fizikle bir sınırlama getirmezseniz daha pek çok yanıt bulunabilir. Örneğin, barometreyi alıp alt kattaki kapıcının odasına gidersiniz. Kapıcıya eğer binanın yüksekliğini size söyleyecek olursa barometreyi ona vereceğinizi bildirir ve binanın yüksekliğini öğrenebilirsiniz."


Kaynak: Measurement and Evaluation in Education and Psychology.
  William A.  Mehrens, Irvin J. Lehmann.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.214
  • 28.776
  • 227.214
# 29 Tem 2016 10:15:53
İflas Ve Mutluluk
Günlerden bir gün Atalay isminde bir adam vardı. Atalay’ın önce küçük ve şirin bir bakkal dükkânı vardı. O zamanlar Atalay gayet dinine sadık, namazında niyazında olan, zekâtını zamanında veren, 2 üniversiteli çocuğa bile burs veren bir adamdı… Sonra bakkal dükkânını büyütüp market açtı. O zaman namazını biraz aksatmaya başladı çünkü artık işleri çoğalmıştı. Ve işleri güzelle gitti, bir market daha açtı, O zamanda artık iyiden iyiye namazı bıraktı. Sonra bir market daha ve bir market daha. Artık Atalay 4 market sahibiydi. Burs alan gençler bir gün Atalay’ın yanına geldi, yanlarında 2 arkadaşını daha getirmişler ve dediler ki; Atalay Bey artık işleriniz çok iyi 4 marketiniz var bu arkadaşlarımıza da burs verseniz, bizler gibi onlarında çok ihtiyaçları var, dediler. Ama adam ters cevap verdi; ‘’Zaten size zor veriyorum, biz bu paraları sokak tan mı topluyoruz’’ dedi. Çocuklar çok şaşırdı, sanki o 1 yıl önceki Atalay gitmiş başkası gelmiş. Bir şey diyemediler. Boyunları bükük biçimde evlerinin yolunu tuttular. Atalay çok azimli şekilde çalışmaktaydı. Artık tamamen cimri olmuştu… Hiç kimseye 1 kuruş dahi vermiyordu. Yeni market açma peşindeydi çünkü. Bu duruma hırslandı iyice. Tam parasını biriktirmişti ki evine hırsız girdi ve yeni market hayallerini biraz daha erteledi. Yine hırslandı, Personellerin maaşını azalttı ve bazı aylar hiç vermedi bile. Yine tam biriktirmek üzereyken marketinin birinde yangın çıktı yangın çok kuvvetliydi, Yandaki eve de sıçradı ve o evde hasar gördü. Onların masrafı, marketin masrafı Atalay’ın market açma olayını yine erteler. Baştan yine başlar bu sefer Atalay daha da hırslanır. Neredeyse sadece ona odaklanmıştır. Hiç kimseyi görmez. Çocuklarını, Eşini hep tersler. Bir gün Eşi ‘’ Bey bu akşam yemeği dışarda yesek, çocuklar içinde güzel olur ‘’ . Atalay bir anda canavarlaşır, ‘’ Ne, Ne, Ne dışarısı yaaa boş ver mis gibi evimiz varken’’. Adam bu hale gelmişti, yani. Hırslı bir şekilde hep para biriktirmekteydi ve bu arada da yeni dükkanlara bakmaktaydı. Çünkü bu açacağı market büyük olacaktı, çok büyük. Sonunda parası oluştu ve yeni büyük dükkânda bulur ve hemen 3 güne açarlar marketi. Adam çok sevinçlidir. Açılış gününde herkese sevecen yaklaşır. Sonra 2 gün böyle marketini işletir ve o akşam marketlerinin 5’inde de yangın çıkar. Adam çıldırmak üzeredir eşi biraz sakinleştirmeye çalışır ama olmaz. Hemen ambulans çağırırlar.2 Hafta geçer adam hala şoktadır. 5 Marketinden eser kalmaz. Allah (c.c.) cimriliğin karşılığı olarak elinden alır hepsini. Atalay’ın artık aklı başına gelir. Eskisi gibi bir bakkal dükkânı açar. Onu hiç büyütmez. Kazancı fazla olur fakat o burs vererek, hayır kurumlarına bağış yaparak elden çıkarır. Artık eskisinden de fazla Dinine bağlı bir Atalay olmuştur. Eşine ve çocuklarına saygıyla yaklaşan Atalay olmuştur. Artık sadece 1 bakkal dükkânı vardır fakat eskisinde çok çok daha mutludur.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK