İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 04 Eki 2016 21:41:36
        SİYAH DUVAR

   Aynı kalp rahatsızlığıyla aynı kaderi paylasan iki yaşlı adam aynı odayı da paylaşıyorlardı. Tek fark biri cam kenarında diğeri ise duvar dibinde yatıyordu. Cam kenarındaki yaşlı adam her gün camdan bakarak arkadaşına dışarısını anlatırdı.
   "Bugün deniz sakin, yine de hafif rüzgar var sanırım çünkü uzaktaki teknenin yelkenleri rüzgarla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salıncak dolu iki salıncak bos, dünkü sevgililer yine geldi, aynı yere oturup konuşmaya başladılar, elele tutuştular, ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine. Erguvan ağaçları ne kadar güzel açmış her yer mor bir renk almış, erik ağaçları da beyaz çiçekleriyle onlara eşlik ediyor. Denizin üzerindeki martılar bugünkü yemeklerini arıyorlar, ne güzel de dalıyorlar suya"
   Günler böyle geçip gidiyordu ta ki cam kenarındaki yaşlı adam kalp krizi geçirene kadar, iste o anda duvar kenarındaki adam düğmeye bassa kurtaracaktı arkadaşını ama şeytana uydu, bunca zamandır sadece dinleyebiliyordu, artık görebilirdi de, iste bunun için düğmeye basmadı ve hemşireyi çağırmadı. Aynı kaderi paylaştığı kişiyi ölüme gönderdi, ama o bunun haklı bir savunma olduğunu düşünüyordu.
   Ertesi gün hastabakıcılar ölen yaşlı adamın yerine kendisini koymaya gelmişlerdi. Hemen yatağının yerini değiştirdiler, işte o günlerdir bakmak istediği manzarayı nihayet görecekti.
   Başını kaldırdı ve pencereden baktı
   "Simsiyah bir duvar"

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.213
  • 28.775
  • 227.213
# 05 Eki 2016 20:55:08
Evdeki Hesap
Salihlerden bir zat evinin ihtiyaçlarını almak üzere pazara çıkar. Yanına da yeteceğini düşündüğü bir miktar para alır. Ancak pazarda işler ümit ettiği gibi gitmez, alışverişi tamamlayamadan parası tükenir.
Bir yaptığı hesabı, bir de ortaya çıkan sonucu düşününce gözlerinden yaşlar akmaya başlar. İnsanlar pazarın ortasında durup duruken böyle ağlamasını anlayamayazlar ve nedenini sorarlar. O da şu cevabı verir:
– Alacağım şeyler için bir hesap yapmıştım. Ama evde yaptığım hesap çarşıya uymadı. Ya bir de dünyada yaptığım hesabım ahirete uymazsa halim nice olur diye düşündüm.
Ağlamam bundandır.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Eki 2016 21:06:55
ESİR ARSLAN


Güneşin altın ışıkları zaman zaman bulutlar arasından süzülüp yerde siyah beyaz motifler oluşturuyordu. Ara sıra esen rüzgar zaten serin olan havayı daha da soğutuyordu. Esirler duvarın kenarına oturmuşlar o kaybolup görünen ışık parçalarından nasibine ne düşerse onunla ısınmaya çalışıyorlardı. Dondurucu bir gecenin sessizliğinde dağlarda ateş yakıp ısınmaya çalışan çobanları hatırlatıyorlardı her biri. Gözler hüzünden buğulu , esaretin derin ızdırabı yüzlerdeki keder çizgilerinde yer yer kendini gösteriyordu. Birkaçı zorla tebessüm etmek istiyordu ama iyice dikkat eden bir kişi onların gözbebeklerinde ızdırap dolu siste Moskof ‘ a duyulan kini ve öfkeyi kolaylıkla okuyabilirdi. Zoraki gülmeler örtemiyordu yürek acısını , kalp ve gönül yorgunluğunu , hürriyete hasretle çarpan gönüllerin eninli ağlayışlarını..

   İşte bir subay hasret gözyaşlarını içine akıtan bu esirlerin önünden onların üzerine titrek koyu gölgesini düşürerek geçiriyordu. Esirlerin bazıları onu gördü bazıları da ani olarak kesilip görünen güneş ışığındaki değişiklikten dolayı kafalarını kaldırıp farkına vardılar geçenin . Buna müteakip birden bire aralarında bir kıpırdanma oldu. Hepsi ayağa kalktı esirlerin . Rus Çarının dayısı Nikolo Nikoloviç’ti geçen... Bütün esirler ayaktaydı. Zoraki de olsa bir saygı göstergesi için ayağa kalkmışlardı. Fakat esirlerden biri buğulu gözleriyle ufukları seyrediyordu. Yüz çizgilerinden derin bir üzüntü içinde olduğu anlaşılıyordu. Fakat o çizgileri yine bir tevekkül aydınlığı örmüştü ışık ışık bu nurani çehrede. Kasvetli değildi bakışları. Hüzünlü fakat hicran yüklüydü. Hilal gibi kavisli biraz gür kaşlar kara geceleri kıskandıracak kadar siyahtı. Şahin gibi sert fakat bu bakışlar içinde bir şefkat ummanı gizleyen  kara gözler , kavisli ve heybetli bir burun , ne geniş nede ince olan bir yüz , vakur bir çene onu ilk gören üzerinde sevgi ve saygı hisleri uyandırıyordu. İhtiyar subayın bütün esirler içinde bu umursamadan oturan adam dikkatini çekti. Geriye dönüp bir daha geçti esirler önünden. Fakat büyük bir derdi ruhunda taşıdığı her halinden belli olan  esirde hiçbir kımıldanma yoktu. O hâlâ ufukları seyrediyordu. Belkide ruhundaki idealin âti şafaklarına panoramasını çiziyordu çileli bakışlarıyla. Esirdeki umursamazlığa şaşıran Nikoloviç tam onun hizasına gelince durdu ve tercüman vasıtasıyla sordu : “ Niçin ayağa kalkmıyor , yoksa beni tanımıyor mu? “ esir gayet sakin cevap verdi : “ Hayır tanıyorum. Ben bir islam alimiyim. Bir müslüman ise kâfirin karşısında hürmet için ayağa kalkmaz . onun için kalkmadım .” Nikoloviç öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Ve hiddetle yanındakilere emretti : “ Derhal divan-ı harbe verilsin. “ Diğer esirler koşarak bu yiğit kişinin yanına geldiler ve hemen özür dilemezse bu işin sonunun idam       olduğunu       söylediler.    Hatta birkaçı yalvardı Nikoloviç ‘ten özür dilemesi için. O ise zalimin zulmüne korkusuzca eğilmeyeceğini söyledi ve bu özür dileme tekliflerini reddetti. “ Bana ahirete gitmek için pasaport gerekiyordu. Eğer öldürülürsem cana minnet. İdamım ahirette ki dostlarıma kavuşmak için bir vesilem olur “ dedi. Esirler ne kadar uğraşsalar da ikna edemediler onu. Havada bir ürpermemi oldu. Güneyden bir meltem rüzgarımı esti o an . Türk ilinden bir sıcak hasret türküsü  mü taşıdı rüzgâr bu perişan ülkenin soğuk ve kirli iklimine kimbilir.Karşı yamaçlarda ki  ağaçlar bile ürperir gibi titreştirdi dallarını...Esir yerinden kalktı ve yanındaki arkadaşları ile beraber hazin bir günün hüzünlü iklimine dem tutan sessizlik içinde koğuşa doğru yürüyüp gözden kayboldu. Fakat giderken içinde hiçbir korku belirtisi yoktu. Sadece daha da heybet almış çehresinde ayağa kalkması için yapılan cüretli teklife karşı beliren öfke çizgileri tam silinmemişti. Fakat bunu tevekkülün tatlı aydınlığı eritip yavaş yavaş yok ediyordu işte. Koğuşa girdiklerinde, güneş , kanlı gözyaşları akıtır gibi gruba meyletmişti. Sanki o da üzülüyordu bu olaya. Işıklarıysa aynı hüzne bulaşmışçasına sisli ve griydi. Yoksa o Rabbani lambada insanlara altın hüzmelerini serpiştirmemek için yemin mi etmişti nedir?....

   Gece sessiz ve sakin geçti. Teheccüt vaktinde ranzaların arasında seccadesini sermiş esirin her zamanki iniltili dualarından başka ses yoktu ortalıkta.. Gözlerindeki yaş belkide vuslat sevinciyle dökülen hasret çiğleriydi.  Zaten geleceğe gebe bu şafak  hasreti taşıyan şebnemler değilmiydi atinin yasemen gönüllü nesillerini besleyen ve büyüten. Onunla beraber dua eden birkaç esirde vardı. Onlarda aynı çığlığın rengini düşürmüşlerdi dualarına.. Aynı acının ritmiyle nota nota örülmüşlerdi serenatlarını....

“ Ya Rab  bizi bu kahir esaretten kurtar “ diyorlardı herbiri . Fakat o gün  dualarının odak noktası çok sevdikleri bu yiğit kişinin kurtuluşuydu. Onun divan-ı harbte üzüntü veren cezaya çarptırılmamasıydı tek arzuları.. Bir ara birbirlerine baktılar ve gözler buğu ve sis kelimeleri ile konuştu o an. Yüzlerindeki aydınlık ise      “ Allah’tan (c.c) ümit kesilmez “ cümlesini sanki koğuşun loş havasın bir mahya şeklinde sessizce nakşediyordu...

   Diğer gün divan-ı harbe çıkartılan esir bir celsede idama mahkum edildi. “ Yok esarette bir kişinin böylesine bir cüret göstermesi hukuk kurallarına zıtmış. Yok kim olursa olsun rütbeli bir askere karşı saygılı olmalıymış “ gibi bahanelerle mahkumiyet mühürlenip imzalandı . Öbür gün kararın infaz edilmesi kararlaştırıldı. Esir sanık sandalyesinde alınan karar için sanki seviniyomuş gibiydi. Dudaklarında tatlı bir tebessüm vardı. Belli ki terhis tezkeresini eline geçiren bir askerin sevinciydi bu. Hummalı bakışları bir sevinç ışığı ile aydınlanmıştı işte. “ Ah ölüm nerdesin . Ah Resuller Resulune beni kavuşturacak ilanname , ebed menzilinden Hakk’a ulaştıracak burak , refref nerdesin “ diyen bir gönlün sevinciydi şimdi bu çehrede okunan. Şeb-i arus özlemini yıllar yılı yüreğinin en derin köşelerinde taşımış bu dertlinin yüzünün güldüğünü gören diğer esirler ve Rus subayları şaşkınlıktan donup kalmışlardı. Fakat arkadaşları onun nasıl bir metafizik gerilime sahip olduklarını bildiklerinden bu sevince hiç şaşmadılar. Esirler yine onun etrafını sarıp özür dilemesi için defalarca dil döktüler. Hatta biraz dini bilgisi olan bir ikisi ikna için bunun bir intihar olduğunu  , Ammar bin Yasir’ in başından geçen olayları hatırlattı ama hiçbiri fayda vermedi . O Rus emperyasına karşı tek başına çekilmiş bir kılıcı simgeliyordu şimdi. Zirvesine ulaşılmaz bir cesaret everestini abideleştirmişti bu davranışıyla . Hem de Rus diyarında. ALLAH (c.c) ve Kitap düşmanlarının  tam göbeğinde. “ Cesaret bütün silahlardan üstündür “ kutsi sözünün canlı misali şimdi sanık sandalyesinde oturuyordu. Askerler onu diğer esirlerin arasından alıp koğuşun biraz ilerisinde dar bir hücreye hapsettiler. Diğer günün sabahında karar infaz edilecekti.

   O gece bir matem havasında geçti. Sık sık esen rüzgârın uğultusu gece bülbüllerinin hazin ağlayışlarına dem tutuyordu. Ara sıra boğuk boğuk öten baykuşlar küfür baykuşlarının boğulmuş ruhlarının yakın bir zamanda nasıl perişan olacağının işaretini fısıldamaktaydı rüzgâra. Esir gayet mutluydu. Fakat yüreğinin bir noktası yaralıydı. “ Davam davam “ diye kan sızıyordu bu yaradan . Ölmek kolaydı ama ya İslam davası. Hakkın sancağını cihanın burçlarına dikme ideali. Hz. Muhammed (s.a.v)‘in ses ve soluğunu deniz aşırı ülkelere ulaştırma vazifesi. Yoksa o, bu idealinden kaçan bir korkak mıydı ? Böylesine çetin ve zor bir ideal yükünün altından ,  gelecek nesiller için dayanılması gereken çileli bir ömürden çıkıp ölümün sis ve dumanlı örtüsü ardında kaybolup gitmek bir kaçış mıydı ? Bir gece boyu düşündü esir. Öfkesini atideki nesillere feda etmeyi belkide milletinin selameti için af dilemeyi bile geçirdi aklından. Fakat müslüman türkün ezeli düşmanına karşı böyle bir af dileği onların daha da iştahlarını kabartan bir hareket olurdu. Zalim ve dinsiz Rus’a bu lezzeti tattırmayacaktı. Sabah horozlar öterken o kesin kararını vermişti. Ne olursa olsun kararını değiştirmeyecekti. ALLAH (c.c) bir Said’i alırsa yerine bin Said getirirdi. O yüce zatın kudretine bu ağır değildi. Hem insanlık için bazen mertçe bir ölüm  binlerce ışık ve nur tohumuna fiske konduran bahar rüzgarı gibi diriltici olurdu. Sabah serinliği hücrenin küflü ve kirli duvarlarını üşütürken abasına bürünmüş seccadesinde ebedi kurtuluşu için dua dua yalvaran abide insanın gözlerinde şimdi vuslat sevincinin damlaları vardı. Bir ara hücresine yaklaşan ayak sesleri duydu. Yüreğine tatlı bir kavuşma hazzının ılıklığı bir cemre gibi düşüverdi. Fakat ayak sesleri yavaş yavaş uzaklaşıp biraz sonrada hiç duyulmaz oldular. Esir bir fecr-i kazip acılığını hissetti yüreğinde. “ Her halde devriyeye çıkan askerlerin ayak sesleriydi “ diye geçirdi içinden . Yüreğinden binbir selam gönderiyordu vatanına , dostlarına, dindaşlarına... “ Acaba arasıra uğultulu bir sesle esen saba rüzgarı şu gurbet ilden benim selamımı sıladaki dostlarıma ulaştırır mı? “ diye geçirdi içinden. Belki birkaç saat sonra ölmüş olacaktı. “ Elveda “ diyemeden göçecekti bu diyardan. Helalleşemeden geçecekti ebed menzillerine...

Bir müddet sonra yine ayak sesleri duydu. Sesler yaklaştı yaklaştı ve tam kapının önünde durdu. Sonra büyük bir hışımla kapı açıldı. Hatta subay tam açılması için bir tekme indirmişti kapıya.  Sonra Rusça “ Haydi yürü “ dediler. Esir onların ne dediklerini anlamamıştı ama niçin geldiklerini biliyordu askerlerin. Ayağa kalktı ve seccadesini dürdü rutubetli yatağının üzerine koydu. Sonra subayın elindeki kelepçelere elini uzattı. Soğuk kelepçeler nurani bileklere geçti. Askerler onu birazda itekleyerek hücreden dışarıya çıkardılar. Sabahın erken saatinde infazın olacağını bilen esirler hepside dışarıdaydı. Çoğunun yüzünde üzüntü ifadesi keder çizgileri oluşmuştu. Hele dostları gözlerinden akan kanlı gözyaşları ile seyrediyorlardı infazı. Birkaç tanesi ona doğru koşarak “ ne olur af dile şu zalimden de kurtul “ dediler .. Rus askerler esirin etrafına toplanan insanları zorla dağıttı. O sadece bakışlarıyla konuşuyordu şimdi. Kararı kesindi. Zalim Rus’a boyun eğmeyecekti. Dostlarına sadece bir kelime ile karşılık verdi. “ Elveda “ .

Askerler yerlerini aldılar . Esire son arzusu soruldu.   “ İki rekat namaz “ dedi esir. Serbest bıraktılar onu. Dostlarından biri eski bir seccadeyi getirdi ve serdi yere. Esir şimdi bir arslanı hatırlatıyordu. Namazdaki duruşu sonsuzluğa arzu ve iştiyakla yanıp kavrulduğunun en belirgin ifadesi idi. Namazını fazla uzatmadı. En son ellerini yücelere açıp dua etti. Kusurlarının, günahlarının bağışlanması için ALLAH (c.c) ‘a yalvardı. “ Sana geliyorum Rabbim “ diye noktalandı , yakarış. Dostları onun için inleyen bir ney olmuşlardı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Esirlerin hepsinin gözlerinde bir çiğ damlası oluşmuştu. Mahsun gözler hüzün çizgilerinin en derinini gizliyordu özünde. Rus subayı namaz bitince tercüman vasıtası ile sordu. “ Niçin ibadetini uzatmadın? ” Esirin cevabı gayet sert ve netti : “ Ölümden korktu namazını uzattı dersiniz diye. “ Yeniden ellerini bağladılar. Yaftayı astılar boynuna . Duvar kenarına götürdüler. Gözlerini bağlamak istediler. “ Hayır! dedi, ben dostlarıma baka baka ölmek istiyorum. “ Esirlerin ağlayışları bir inilti , bir çağıltı , bir çığlık senfonisi şeklinde sabahın serin rüzgarlarına karışıp uzaklara gidiyordu.

   Askerler “ Nişan vaziyeti al! “ komutuyla tüfekleri omuzlarına yerleştirip namlularını hedefteki nur abidesine çevirdiler . Manga subayı elindeki kırbacı kaldırıp tam havaya kaldırıp ateş emri verecekti ki birden bir ses duyuldu. “ Durun durun ...“ Askeri binadan koşa koşa gelen bir taraftan “ Durun “ diye bağıran bir kişi Çarın dayısı Nikolo Nikoloviç’ten başkası değildi. Nikoloviç’in sesini duyan manga subayı hemen askerlere “Dikkat! “ komutu vererek selama durdu. Nikoloviç infaz yerine gelince tekrar “ durun “ dedi heyecanla. Sonra duvar kenarında ölüm anını sabırsızlıkla bekleyen korkusuz , cesaret abidesi zata doğru yaklaştı . “ Fazilet odur ki düşmanlar dahi onu takdir etsin “ ata sözünün bir yansıması şeklinde şöyle dedi : “ siz dininizin hatırı ve inandığınız değerler için bana tazimde bulunmadınız. Ben sizin bu asilce hareketinizden dolayı çok duygulandım . Sizi dava etmekten vazgeçiyorum. Beni affediniz ,efendim !” Esirler arasında bir sevinç tufanı oluştu. Tatlı tatlı esen rüzgar şimdi bir kurtuluş bestesini dokuyordu. Sabah güneşi altın ışıklarıyla ufuktan süzerek ağaç dallarında bir sevincin ışıklı motifini örüyordu. Kuş sesleri “ her matemli gecenin bir huzur yüklü gündüzü vardır “der gibi şarkılar mırıldanıyordu güne. Herşey sevinçliydi . Hatta rus askerlerinin bile infazın durdurulmasından mutlu oldukları yüzlerinden okunuyordu. Fakat bir kişi vardı  yeniden ebed illerinden ayrı düşmüş . Ebed menzilindeki dostlarına kavuşmak için bir fırsatı kaçırmış olduğunu düşünen biri vardı, yüreği buruk , kalbi firak ateşiyle yanan biri. Ölüm tezkeresini kader kuşuna bir kez daha kaptırmış ve elinden kaçırmış biri... “ Esir arslan ! “

   Gelecek nesiller o arslanı cesaret yelelerinden ışık , korkusuz kükreyişinden ümit , yüreğindeki ideal ateşinden âti meşalesini tutuşturacak kıvılcımlar devşirecekti....

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Eki 2016 21:07:40
ESKİ BİR TAPINAK YAZITI

Gürültü patırtının ortasında sükunetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma. İçten ol; telaşsız, kısa ve açık-seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları; çünkü, Dünyada herkesin bir öyküsü vardır.

Yalnız planlarının değil, başkalarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen: hayattaki dayanağın o'dur. Seveceğin bir iş seçersen, yaşamında bir an bile çalışmış olmazsın. İşini öyle sev ki; başarıların, bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış ol

Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Sevmediğin zaman sever gibi yapma. Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz. Ve unutma ki insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir.

Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasında yemyeşil bir bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.

Kaybetmeyi, ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.

Yılların geçmesine öfkelenme; gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabildiklerini engellemesine izin verme. Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dünya karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir.

Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır. Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol.

Hatırlar mısın doğduğun zamanları; sen ağlarken herkes sevinçle gülüşüyorlardı. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen mutlaka gülümse. Sabırlı, şefkatli, bağışlayıcı ol. Eninde sonunda bütün servetin senin. Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya insanoğlunun biricik güzel mekanıdır.

Xsentius, M.Ö. IX.yy.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Eki 2016 21:08:24
Evliyalar ölmez imiş...

Evliyalar Ölmez imiş,
     Can acısın görmez imiş...
   Diye bir söz söylenmiş. Gerçekten de evliyalar ölmüyor. İşte Hacı Bayram Veli! Aşağı yukarı beş yüz kırk altı yıl evvel, Ankara'da, bu dünyadan, öteki dünyaya göçmüş. Beş yüz kırk altı yıl bu! Dile kolay. Ankara'da, anasının, babasının mezarını bilmeyen çok insan vardır, Hacı Bayram'ı bilmeyen, bir kere türbesinin önünden geçmeyen, bir defa işi düşüp de kapısına yapışmayan bir Ankara'lı düşünülebilir mi? Daha, türbeler kapatılmadan evveldi... diye anlatırlar. Solfasol köyünden çok temiz, çok saf bir genç, askere gidiyormuş. Babasından kalma bir kaç altını, anasından kalma birkaç mücevheri varmış. Delikanlının derdi asker dönüşü evlenmek; servetini içine koyduğu küçük sandığını emanet edeceği, güvenip, bırakacağı kimseciği de yok. Düşünüyor, taşınıyor, acaba ne yapsam, diye sızlanıyor... Derken, bir gece rüyasında Hacı Bayram'ı görmez mi? "A! be Selimcik, ne düşünüp duruyorsun getir sandığını, bana bırak!" diyor.
Selim oğlan, ertesi günü, sevine sevine Ankara'ya geliyor,doğru türbedarın önüne dikiliyor, hal, keyfiyet böyle, böyle... diye meseleyi anlatıyor. Türbedar da uyanıklardanmış, gece o da haberini almışmış. Getiriyorlar sandığı, Hazretin başucuna bırakıyorlar. Sandık deyince, öyle koca bir şey sanılmasın, ancak bir çanta kadar.
Delikanlı askere gidiyor; gidiyor ama dönmek bilmiyor. Yemen ellerinde Uveys El-Karani gibi... Gez babam gez. Tam sekiz yıl!.
Bu sekiz yıl içinde ahval değişmiş, türbedar ölmüştür. Yeni gelen, Bayram Velî'nin başucundaki bu acayip sandığın hikmetini bir türlü anlayamamış. Kaldırıp, bir kenara koymak istiyor, ne mümkün? Yerinden kımıldatmanın ihtimali yok. Bu işe pek şaşıran türbedar, yanına bir yardımcı çağırıyor. Bir derken, üç oluyor... Nafile, sandık ne açılıyor, ne kımıldıyor. Sonunda:"Buişin içinde bir hikmet var" diyorlar!
Gel zaman, git zaman bizim Solfasol'lu, askerden kurtulup dönüyor. Ama artık o taze delikanlı değildir. Gene saftır, gene tertemizdir. Doğruca Hacı Bayram türbesine varıyor, bakıyor ki, türbedar değişmiş. Ama hiç umursamıyor, Ben malımı türbedara değil, doğrudan ona, Bayram Veli'ye emanet etmiştim" diyor ve sandığı almak üzere huzura varıyor. Üç ihlâs, bir fatiha okuduktan sonra "Hazretim!" diyor, "Ver bakalım emanetimi! Hani, ben askere giderken getir, saklayayım demiştin ya!"
Türbedar ve sandığı yerinden oynatamayan üç arkadaşı, merakla, konuşan adama bakıyorlar. O bir şeyin farkında değil sandığı kucakladığı gibi yola revan oluyor...
Ankara'lılar bu hikayeyi, emanete sadakatin tatlı bir örneği diye fırsat düştükçe anlatırlar...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Eki 2016 21:08:55
FANİ DÜNYA

Çok yakın bir arkadaşım , 3-4 yaşlarındaki oğlunu kucağına almış , telaşla muayenehaneye gelmişti. Küçüğün ateşlendiğini ve kusmaya başladığını söylüyor , oğluna duyduğu sevgi onda büyük bir üzüntü ve endişe meydana getiriyordu. Kısa bir muayeneden sonra , yediği bir şeyin dokunmuş olabileceğini düşünerek sorduğumda ;
   -“ Buzdolabındaki bir kiloya yakın dondurmanın hemen hemen hepsini yemiş. Biz sonra fark ettik “ dedi. Mesele anlaşılmıştı. Ancak çocuğuna karşı büyük bir muhabbet duyan babayı teskin etmek, çocuğu tedavi etmekten daha zor  olmuştu. Bu itibarla çocuğun da babasını ne kadar sevdiğini göstermek , aynı zamanda hastalanmasına sebep olan dondurma olduğunu ihsas etmek için ;
   -Oğlum , babanı yoksa dondurmayı mı daha çok seviyorsun? dedim. Çocuğun cevabı ;
-   Dondurmayı... olmuştu.
Evet , çocuk henüz 3-4 yaşındaydı. O sevdiği şeye fazla düşkünlüğün kendisine zararı olacağını , ayrıca onu temin edenin babası olması cihetiyle , öncelikle onu sevmesi gerektiğini , onun için hiçbir şeyi esirgemeyenin , dondurma gibi bir şeyle kıyas bile edilemeyecek bir varlık olan babası olduğunu bilecek idrak şuuruna sahip değildi. Sadece çocukluk hissini dile getirmişti.
İşte biz büyükler; çoğu zamanda idraksiz , şuursuz ufacık çocuğun durumuna düşerek , bize sonsuz nimetleri bağışlayan Yüce Rabbimize şükretmemiz , en çok O’ nu severek O’ na yönelmemiz gerekirken , yine  O’ nun lütfu olan dünya nimetlerini daha çok sevmiyor muyuz? Dünya hayatına dalarak kulluk vazifemizi unutmuyor muyuz?  Bu fani dünya hayatına fazla düşkünlüğün  bize zararı olduğunu bile bile...


Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 07 Eki 2016 19:33:00
FİNCAN TAKIMI
 
Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk
kapımı çaldılar: "Eski gazeteniz var mı bayan?"
Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına
gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler
vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de, size kakao yapayım"
dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı.
Kakaonun yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki
soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin
önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım
işlerimi yapmaya koyuldum. fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti
bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu...
Erkek çocuğu bana döndü "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu. Zengin mi?
"Yo hayır!" diye yanıtlarken çocuğu,gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere
kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız,
fincan tabaklarınız takım" dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.
Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi
ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.
Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin
tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı,
bir eşim vardı ve eşimin de bir işi... Bunlar da fincanlarım ve fincan
tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin
önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların
sandaletlerinin çamur izleri,halının üzerindeydi
halâ. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim
de. Olur unutuveririm ne denli zengin
olduğumu...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 07 Eki 2016 19:33:29
NAMAZLARIM

   Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında:
   “Oğlum namaz hiç bu vakte bırakılır mı?” Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmış, ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı. Kendisi ise, nefsini bir türlü yenemiyordu. Ne oluyorsa, hep... namaz son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına on beş dakika kalmıştı.
   Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak, "Yine geciktirdim namazı" dedi kendi kendine. Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendisini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazı eda etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi.
   "Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana." dedi. Çok seviyordu onu ...
   Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki.. hicabından renkten renge girerdi. O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde. Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekil tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu.
   "Ne kadar da yorulmuşum." dedi. Daldı gitti öylece....
   Kıyamet kopmuştu.
   Mahşeri bir kalabalık vardı.
   Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; Kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu.
   Yüreği yerinden fırlayacak gibi atıyor, adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor,soğuk soğuk terler döküyordu.
   Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı.
   Ama mahşer meydanında ki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti.
   Hesap ve sorgu devam ediyordu.
   Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı.
   "Benim ismimi mi okudunuz?" dedi dudakları titreyerek.....
Kalabalık birden yarılmış, bir yol olmuştu önünde.
   İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi.
   Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar. Başı önündeydi.
Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden....
   “Şükürler olsun” dedi, kendi kendine ve devam etti;
   “Gözlerimi dünyaya açtım, Hep hizmet eden insanları gördüm.
Babam sohbetlerden sohbetlere koşuyor, malını islam yolunda harcıyordu.
   Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi kuruluyordu.
   Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah'ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim. Haramlardan kaçındım.
   "Kirpiklerinden aşağı gözyaşları dökülürken, "Rabbimi seviyorum, en azından sevdiğimi zannediyorum." diyordu.
   Ama bir yandan da "O'nun için ne yapsam az, Cennet'i kazanmama yetmez." diye düşünüyordu.
   Tek sığınağı Allah'ın rahmetiydi.
   Hesap sürdükçe sürdü.
   Boncuk boncuk terliyordu. Sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu.
   Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu. Sonunda hüküm verilecekti.
   Vazifeli melekler ellerinde bir kağıt, mahşer meydanında ki kalabalığa döndüler.
   Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti.
   Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi.
   Kulakları yanlış mı duyuyordu?
   İsmi cehennemlikler listesindeydi.
   Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten dona kalmıştı. “Olamaaaazzzz” diye bağırdı. Sağa sola koşturdu.
   "Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep rabbimi anlattım." diyordu.
   Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu.
   Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehennem'e doğru yürümeye başladılar.
   Çırpınıyordu.
   Medet yok muydu?
   Bir yardım eden çıkmayacak mıydı?
   Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü..
   "Hizmetlerim... Oruçlarım.... Okuduğum Kur'anlar... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?" diyordu.
   Bağıra bağıra yalvarıyordu.
   Cehennem melekleri onu hiç sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı.
   Rasulullah, "Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler" buyuruyordu.
   "Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?" diye düşünüyordu.
   “Namazlarım... Namazlarım... Namazlarım” diye hıçkırdı.
   Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler. Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı. Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu.
Kollarını sıkan parmaklar çözüldü.
   Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birden bire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu. Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu.
   Başını kaldırdı. Yukarıya baktı.
Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı.
   “Siz de kimsiniz?” dedi.
   İhtiyar gülümsedi: “Ben senin namazlarınım”
   "Neden bu kadar geç kaldınız? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum" dedi....
   İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; Başını salladı;
   “Sen beni hep son anda yetiştirirdin, hatırladın mı?
   Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter içinde kalmıştı.
   Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı.
   Yatsı ezanı okunuyordu.
   Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu yatsı namazı için.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 07 Eki 2016 19:33:52
ASKER

   Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu:    - Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim? "Delirdin mi?" der gibi baktı teğmen.
   -Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatini da tehlikeye atma. Asker ısrar etti.
   Teğmen: - Peki, dedi. Git o zaman. İnanılır gibi değildi. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar.
   Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti. Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü:
   - Sana hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bak haklı çıktım. Bu zaten ölmüş.
   - Değdi teğmenim, dedi asker hıçkırarak. Gene de değdi, çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim için.
   "Geleceğini biliyordum Jim, diyordu arkadaşım... Geleceğini biliyordum!.."

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 07 Eki 2016 19:34:42
GÜNEŞ TUTULMASI

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir. Yani melûfları olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ, ülfet dolayısıyla âdiyâta teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki, ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer harika ve birer mucize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im'ân-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli, deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garip hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgârla husule gelen dalgalara ve şemsin şuââtından peydâ olan parıltısına dikkat etmekle Mâlikü'l-Bihar olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.
Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye

Çok heyecanlıydı o gün. Yerinde duramıyordu. Şirin kasabaları artık dünyaca meşhur olacaktı. Bütün televizyonlar bir aydır kasabalarından bahsediyordu. Bunun sebebi de, televizyonların bugün olacak dedikleri güneş tutulmasının Dünyada en iyi kasabalarından gözetlenebilecek olmasıydı. Hava da pırıl pırıldı. Günler öncesinden hazırlanmış ve en iyi görebileceği yeri seçmişti. Bir camı ise tutmuş ve güneşe bakabilecek hale getirmiş; sonra ona da kanaat etmeyerek, son zamanlarda kasabaya gelen güneşe bakmak için özel yapılmış gözlüklerden almıştı.
Bu, yüzyılın görebileceği en harika olayıydı. Zaten kasabanın küçük oteli ve çevre kasabaların otelleri de dolmuş ve bazı aileler yurt dışından gelen yabancı misafirlere misafirperverliklerini gösterme ve onlarla ilgilenme fırsatı da bulmuşlardı. Kasaba son bir haftadır cıvıl cıvıldı. Sanki bu musikiye küçük çocukların yanında hayvanlar da katılmışlardı. Kuzular meleşiyor; köyün sevimli küçük köpekleri heyecan içinde bir o yana bir bu yana koşuşturuyorlardı.
Sabah erken kalkmış ve günler öncesinden tesbit ettiği yere kendinden önce kimse gelmemesi için gitmeye karar vermişti. Bütün gerekli aletlerini aldı. Hatta amcasından ödünç istediği fotoğraf makinesini de bir yedek film ve birkaç pille yanına almayı unutmadı.
Büyük bir heyecanla yola koyuldu. Daha birkaç adım atmamıştı ki, bütün kasabanın tanıdığı ve evliya veya evliya gibi adam dediği Kemal dedeyle karşılaştı. Kemal dedenin kasabada herhangi bir kimseye bağırmak bir yana, yüksek sesle bile konuştuğunu gören olmamıştı. O herkesin Kemal dedesiydi. Gerek yaşı gerekse tavırlarıyla tam kemâle ermiş bir adamdı.
Nedense Kemal dede sakin görünüyordu. Halbuki birazdan kasabaları belki bir daha göremeyeceği bir şeye şahit olacaktı. Günler öncesinden naklen yayın araçları gelmişti.
Kemal dedeye takılmak için sordu, sen ilgilenmiyor musun  diye. Sonra da anlattı bütün olacakları. Kemal dede:
-Hımm! dedi. Demek bundanmış bütün hareketlilik bunca zamandır. Ve sanki ders verir gibi devam etti.
-Evladım ilgilenmiyor musun? dedin ya. Bu gördüğün Allah tealanın kainata yerleştirdiği bir kanunudur. Aslında ilginçtir de. Ancak ben ondan daha ilgincini kırk yıldır her sabah seyrediyorum.
Sözün burasında şaşırma sırası kendisine gelmişti. Heyecanla ve kekeleyerek sordu:
-Neymiş ki o?
-Şaşırdın değil mi? dedi Kemal dede. Şaşırmakta haklısın. Sen de diğer insanlar gibisin. Önlerinde kocaman kainatı bütün incelikleri ile göremeyince, -gerçekten enteresan olsa bile- bir arının kendindeki mucizeyi görmeyip, peteğe yazdığı Allah lafzına takılıyorlar. Ben kırk yıldır her sabah, namazımı kıldıktan sonra, yanıma atıştıracak bir şeyler de alarak karşı tepelere çıkar ve Allah’ın harika bir sanatı olan ‘Güneşin doğuşu’nu seyrederim. Bazan sanki bu gafil insanların gafletini atmak için bir gün olsun doğmayayım dercesine bulutların arkasına saklanarak, her gün dünyamızı aydınlatan o muhteşem sanatı seyrederim.
-Düşün! şayet Güneş 100 yılda bir doğsaydı. Hayal edebiliyor musun insanlar neler yapardı, onu seyretmek için neler? Günler öncesinden tepelere çıkar, benim her sabah zevkle seyrettiğim o sahneyi görebilmek için bir çok tertibat alırlardı.
Sadece bununla sınırlı değil insanın gafleti. Bir de şunu düşün.. Erik ağaçları 40 senede bir çiçek açsaydı ve kirazların yeniden meyve vermesi için bir asır gerekseydi. Ne hoş olurdu insanların şu anda ülfet dolayısıyla farkına varmadıkları bu güzelliklere koşmasını seyretmek.
Dersi almıştı. Bugün Allah’ın bir başka sanatını seyrettikten sonra, diğer günlerde farkına varamadığı sanatları daha dikkatli temaşa edecekti.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 07 Eki 2016 19:35:12
 GÜZELLİK Mİ DÜŞÜNCE Mİ?

   Ewan 22 yaşına o sene basmıştı, kendinden emin çok zeki ve çok çekici bir genç adam olmanın asaletini taşıyordu. 10 gün sonra Kore'deki bir savaşa katılmak üzere İngiltere'den ayrılacaktı, hiçbir şeyden korkmuyordu ama duygusallığı nedeniyle, ülkesinden ayrılma fikri zor geliyordu ona.
   Ağır adımlarla büyük kütüphaneden içeriye girdi, bir kitap alıp oturdu ve okumaya koyuldu. Gerçekten de çok güzel temalara değinmiş etkileyici bir kitaptı elindeki, ama daha da güzel olanı kitabı daha önce başkasının da okumuş ve bazı yerlere notlar almış olmasıydı. Okuyanın notlar aldığı bölümler Ewan'i da derinden etkiliyor, notları okudukça sarsılıyordu. Kim olabilirdi bu? Hemen kütüphane memuresine gitti ve daha önce kitabı okuyan kişinin kim olduğunu öğrendi. Holly adında bir kadındı, adresini aldı ve eve varır varmaz bir mektup yazdı:
   "Büyük Kütüphanede bir kitap okudum. Eklediğiniz notlar karşısında hayranlık duyduğumu belirtmeliyim. 10 gün sonra Kore'ye gidiyorum, sizi tanımak ve sizinle mektuplaşmak istiyorum.
           Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum.
   "Holly'den olumlu cevap geldi ve mektuplar ardı arkasına yazılmaya başlandı. Her yeni mektupta birbirlerinden biraz daha etkileniyor, yüreklerini birbirlerine biraz daha açıyorlardı. 2 sene bu şekilde geçip gitti. Ewan ve Holly birbirlerine belki binlerce mektup yazmış, her mektuptan ayrı tatlar almışlardı.
   Ewan'ın ülkeye geri dönme zamanı gelmişti, son mektubunda Holly'i görmek istediğini yazdı. "Ancak seni tanıyabilmem için bana bir resmini gönder lütfen" diye ekledi.
   Holly buluşmayı kabul etti fakat resmi göndermedi. "Resmin ne önemi var ki? Bizi ilgilendiren kalplerimiz değil mi? Yakama kırmızı bir çiçek takacağım." dedi.
   Günler birbirini kovaladı ve Ewan ülkeye döndü. Trenden indiği ilk anda gözleri Holly'i aradı. Bir müddet bakındı, sonra kalabalığın arasından şimdiye dek gördüğü en güzel kadın belirdi. Uzun boylu, çok güzel, uzun sarı saçlı, masmavi iri gözleri ve mavi elbisesiyle muhteşem bir kadındı. Kadına doğru bir adım attı, ama yakasında hiç bir şey yoktu. Kadın gözlerine baktı ve "Merhaba denizci, benimle gelmek ister misin?" diye sordu.
   Tam o sırada güzel kadının omzunun üzerinden, yakasında kırmızı çiçek olan kadını gördü. Kısa boylu, şişman sayılacak kiloda, gri kısa saçlı, tozlu uzun pardösüsü ve kalın bilekleriyle öylece duruyordu. Ewan şaşkındı, az önce hayatında gördüğü en güzel kadından bir teklif almıştı ancak karşısında da yüreğine aşık olduğu kadın duruyordu. Kendini toparladı ve yanından geçen dünyalar güzeli kadına aldırmadan ilerledi. Elinde Holly'le birbirlerini tanımalarını sağlayan kitap vardı. Elini uzattı,
   "Merhaba Holly" dedi gözlerinin içi gülerek.
   "Pardon" dedi kadın.
   "Ben Holly değilim.
   Az önce buradan geçen sarı saçlı mavi elbiseli bayan yakama bu çiçeği taktı ve bunun hayatının sınavı olduğunu söyledi. Sizi garın çıkışındaki cafe'de bekliyormuş..."

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:18:37
UNUTULAN...........

"Ben tavanarasındayım sevgilim!" diye bağırdı delikten aşağı doğru.
"Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara.
" Son sözlerimi duydu mu? "Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim."
İyi. Durgun bir gün. Bütün hayatım boyunca sürekli bir ilgi aradığımı söylerdi birisi bana.
Gülümsediğimi gösteren bir ayna olsaydı; biraz da ışık. "Bir yerini kırarsın karanlıkta."
Delikten yukarı doğru bir el feneri uzandı. Fenerli elin ucundaki ışık, rastgele,
önemsiz bir köşeyi aydınlattı; bu eli okşadı. El kayboldu. Ne düşünüyor acaba? Gülümsedi:
Gene mi düşünüyor?
Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korktu;
fakat, yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden
başarmalıyım bu işi. Benden bir karşılık beklemiyor. Ona yardım etmek mi bu? Bilmiyorum,
bazen karıştırıyorum; özellikle başımda uğultular olduğu zamanlar.
Onun gibi düşünmeyi bilmek isterdim. Bana belli etmemeye çalışarak izliyor beni. Çekiniyor.
Acele etmeliyim öyleyse. Feneri yakın bir yere tuttu; annesiyle babasının resimleri.
Aralarında eski bir ayakkabı torbası, kırık birkaç lamba. Neden hiç sevmediler birbirlerini?
Ölecekler diye öylesine korkmuştum ki. Torbayı karıştırdı.
Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. Her gece biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için.
Aman Allahım! Nasıl yapmışım bunu? Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi.
Mor ayakkabılarına baktı: Buruşmuşlar, küflenmişler. Sol ayağına giydi birini:
Ölçülerim hiç değişmemiş. Utandı; gene de çıkaramadı ayağından. Topallayarak bir iki adım attı.
Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yanyana getirdi onları. Dirseğiyle tozlarını sildi biraz.
Beni de kendilerini de anlamadılar. Ne kadar ağlamıştım. Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim?
Koridorda, sandık odasında… saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım.
Babasının yüzünde gururlu bir somurtkanlık vardı. Aynı duvara asamam onları.
Evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi. Yanyana olmak istemezlerdi; mezarda bile.
Resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldığını bilemedi.
Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı.
Sendeledi, yere düştü; hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi;
emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: eski fotoğraflar!
Amacından uzaklaşıyordu. Bana baskı yaptığını düşünmemeliyim. Yüzüne karşı söylesem bile,
içimden geçirmemeliyim bunu. Aceleyle resimleri yere yaydı,
el fenerini dolaştırdı tozlu karartılar üzerinde. Başka bir eve çıkmış olabilirdim,
bir daha hiç görmeyeceğim birine bırakmış olabilirdim bütün bunları. Resimleri karıştırdı:
Ne kadar çok resim çektirmişim yarabbi! Çoğu da iyi çıkmamış. Gülümsedi:
O zamanlar ne kadar uzunmuş etekler. Çirkin bir uzunluk. Duruşlar da gülünç.
Kim bilir hangi filmden? Arkamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim.
Kime bakmışım acaba? Aynı elbiseyle bir resim daha. Yanımda biri var. Resim çok tozlanmıştı.
Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra…
İlk kocasının gülümseyen yüzünü gördü parmağının ucunda. Aman yarabbi!
bir zamanlar evliydim ben de… sonra gene evliydim. İnsan bir günde varamıyor bir yere,
ne yapalım? Nereye? Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden
ne kadar üzülmüştük. Eğildi, bir avuç resim aldı yerden: Bu resim çekilmeden önce,
nasıl hiç yoktan bir mesele çıkarmıştım, sonra da yürüyüp gitmiştim. Sonra ne olmuştu?
Sonra… buradasın ya… bu evde. Demek sonra hiçbir şey olmadı onunla ilgili.
Ne kötü, ne de iyi bir şey: demek ki hiçbir şey. Ama bunu hissetmedim;
geçişler öyle sezdirmeden oldu ki… Hayır, düşüncelerin karıştı; basit anlamıyla sözlerin…
Bununla ne ilgisi var? Fakat ben… ondan kaçarken nasıl oldu da birden
başımı çevirip bu resmi çektirdim? Hep böyle mi durdum resimlerde?
Yüksekçe bir yere oturdu, başını ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı.
Onun da yüzü kim bilir nasıldı? Herhalde ben suçluyum; resim çekilirken değil...
belki o sırada haklıydım, muhakkak haklıydım. Çok daha önce... çok daha önce.

Bir an önce kitaplara ulaşmak istedi, geriye doğru bu sonsuz yolculuk bitsin istedi.
Eski balo ayakkabısını ayağından çıkarmaya çalıştı. Sonra,
arkası kapalı yumuşak terliklerini bulamadı bir türlü. Sendeleyerek el fenerine doğru yürüdü.
İlerideki köşede olmalıydı kitap sandığı. Fakat orada, kitap sandığına benzemeyen karanlık
çıkıntılar vardı. Feneri, bu garip yığına doğru tuttu. Korkuyla geri çekildi: Biri vardı orda,
oturan biri. Feneri alıp bütün gücüyle deliğe kaçmak istedi, kımıldayamadı.
Korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaştı. Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı
hayatı boyunca. Yoksa çoktan kaybolup gitmişti. Feneri onun yüzüne tuttu: Aman Allahım!
Eski sevgilisi yatıyordu yerde. Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavanarasındaki her şey gibi.
Kitap sandığına ve resim tahtalarına örümcek ağlarıyla tutturulmuş eski bir heykel gibi.
Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı kıvrılmış, boşlukta.
Dizleri titredi, dişleri birbirine çarptı, ayağının altından kayıp gitti döşeme;
kayarken de ayağına çarpan resim masası devrildi. Kol gene boşlukta kaldı:
Örümcek ağlarıyla tavana tutturulmuştu. Bu eliyle ne yapmak istedi?
Bir şeyler mi yazmaya çalıştı? Ne yazık, hiç bir zaman bilemeyeceğim.
Sol el yerdeydi, bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa? Olamaz!
Bir sey yapsaydı ben bilirdim; her şeyi söylerdi bana. Öyle konuşmuştuk.
Beni bırakmazdı yalnız başıma.

Sonra hatırladı: Bir gün tavanarasına çıkmıştı eski sevgilisi, şiddetli bir kavgadan sonra.
İkisinin de, artık dayanamıyorum, dediği bir gün. Ayrıntıları bulmaya çalıştı:
Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba. Gülümsedi:
Bu "biraz" sözüne ne kadar kızardı. Onu tavanarasında bırakıp sokağa fırlamıştı:
Öleceğini hissediyordu. Peki ama neden? Bilmiyordu; duygunun şiddeti kalmıştı aklında sadece.
Sonra "onu" görmüştü sokakta; bütün mutsuzluğuna, kendini zayıf hissetmesine,
ölmek istemesine rağmen "onun" gözlerindeki ilgiyi,
insanı alıp götüren başkalığı farketmişti nedense. O gün eve yalnız dönmüştü tabii.
Ne kadar daha çok gün eve yalnız döndüm ondan sonra da. Şimdi karşımda konuşsaydı,
"Ne kadar daha çok" olur muydu? deseydi. Titreyen dizlerinin üstüne çöktü,
el fenerini tuttu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi.
Sonra bakti gene; onu, ölüm kalım meselelerinde yalnız bırakmayan gücünden yararlandı gene.
Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki. Üzüldü. Fakat hiç degğişmemiş;
son gördüğüm gibi, gözleri bile açık. Yalnız, gözlerin bu canlılığında bir başkalık var:
her şeyi bildiği halde duygulanamayan bir ifade. Görünüşüme bakma,
içim öldü artık diye korkuturdu beni. İnanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde.
Belki beni izliyor gene. Yerini değiştirdi. Benimle ilgili değilsin diyerek üzerdim onu.
Hayır, bakmıyor bana. Belki de düşünüyor. Birden konuşmaya başlardı.
Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun? diye sorardım ona.
Ne zaman düşündüğünü bir türlü göremiyorum. Hayır, gerçekten ölmedi;
çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama,
sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol,
var olduğunu bilmek bana yeter demiştim. Bu kavgadan çok önce söylemiştim ama,
çatışmamızın hiç bir şeyi değistirmeyeceğini biliyordu. Sonra,
onu bir süre görmek istemediğim halde, onun orada olduğunu bildiğim halde,
tavanarasına bir türlü çıkamadığım halde onu düsündüğümü, onsuz yasayamayacağımı biliyordu.
Sonra neden aramadım? Bir türlü fırsat olmadı; her an onu düşündüğüm halde hep bir engel çıktı.
Aşağıda yeni sesler, yeni gürültüler duyduğu için inmedi bir süre herhalde. Oysa biliyordu:
Aramızda, hiçbir yeni varlığın önemi yoktu; konuşmuştuk bütün bunları.
Ben de onun inmesini beklemiş olmalıyım. Beni üzmek için inmediğini düşündüm önceleri.
Sonra… bir türlü olmadı işte… çıkamadım: Gelenler, gidenler, geçim sıkıntısı, yemek,
bulaşık, evin temizliği, "onun" bakımı (çocuk gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu),
babamla annemin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması.
Orada, tavanarasında olduğunu unuttum sonunda. (Onu unutmadım tabii.)
Ne bileyim, daha mutsuz insanlar vardı; onlarla uğraştım.
Tavanarasında bu kadar kalacağını da düşünmedim herhalde.
Bir yolunu bulup gitmiştir diye düşündüm. Belki evde olmadığım bir sırada…
evvet, muhakkak böyle düşündüm. Başka nasıl düşünebilirdim? Yaşamam için,
onun her an var olması gerekliydi. Başka türlü hissetseydim, ölmüştüm şimdi.
Ayrıca, kaç kere tavanarasına çıkmayı içimden geçirdim.
Hele kendini öldürdüğünü duysaydım, muhakkak çıkardım. Dargın olduğumuza filan bakmazdım.

Duydum mu yoksa? Bir keresinde yukarıda bir gürültü olmuştu galiba;
rüzgar bir kapıyı çarptı sanmıştım. Fakat nasıl olur?
Onun tavnarasına çıkmasından günlerce sonra duymuştum bu sesi.
Ve ben günlerce bir köşeye büzülüp kalmıştım. Hiçbir yere çıkmamıştım. Ateş etmişti demek.
Yoksa kalbine… Titreyerek eğildi: Kalbine bakmalıyım. Elbisesinin sol yanı çürümüştü;
elinin hafif bir dokunuşuyla dağıldı. İçinden bir sürü hamamböceği çıkarak ortalığa yayıldı.
Onun bakımıyla ilgilenmedim, elbiselerini hiç gözden geçirmedim;
belki de dikmediğim bir sökükten yemeye başladılar hamamböcekleri onu.
Deliği büyüttüler sonunda. Eliyle elbisenin altını yokladı.
Neyse, iç çamaşırlarından öteye geçememisler. Derisi, olduğu gibi duruyor.
Teni çok sıcak sayılmaz ama, kalbi yerindedir herhalde. Korkarım göğsünün sol yanına dokundu:
İşte orada, biliyorum. Başka türlü yaşayamazdım çünkü. (Çünkü’yü cümlenin başında söylemeliydim;
şimdi kızacak. Evvet, her an onun sözlerini düşünerek yaşadım,
şimdi acaba ne der diye düşündüm.) Yalnız bu kadarı çürümüş. İyi.
Şimdi onu nasıl inandırabilirim bütün bu süreyi onunla birlikte yaşadığıma?
Onu unutmuş gibi yaşarken onu düşündüğüme? Anlamaz, görünüşe kapılır, anlamaz.
Başkasına rasladığım için, bu yeni ilişkinin her şeyi unutturduğunu düşünür.
Oysa her şeyi hatırlıyorum; tavanarasına çıktığı gün bu elbiseyi giydiğini bile.
El fenerini ölünün üzerinde dolaştırdı: Örümcek ağlarının gerisinde sisli bir görünüşü var.
Yalnız, ağların arasından elimi, onun kalbine götürdüğüm yer biraz karanlık. Rüya gibi bir resim.
Birlikte hiç resim çektirmemiştik. Bir sürü şey gibi bunu da yapamadık nedense;
bir türlü olmadı. Bir koşuşma, durmadan bir şeylerle uğraşma…
Neden koşuyorduk, acelemiz neydi? Tavanarasına çıktığı güne kadar,
bir şeyin arkasından hep başka bir şey yaptık; hiç durmadık, hiç tekrarlamadık.
Sonra, köşemde kaldım günlerce; ne yedim, ne düşündüm. Sigara içtim durmadan.
Evi, yaşanmaz bir duruma getirdim sonunda. Bir savaş sonu kargaşalığı sardı her yanı.
Düzen içinde yaşamayı bir bakıma sevdiğim halde, dayanılmaz bir pislik ve pasaklılık
içinde çırpındım. Belki de böylece kendimi cezalandırmış oldum. Sokağa fırlamak,
"ona" gitmek için, öldürücü bir ümitsizliğe düşmek istedim. Kim bilir? Belki de,
kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları. Fakat senin öleceğini,
kendini öldüreceğini hiç düşünmedim. Uzak bir yerde, hiç olmazsa görünüşte
sakin bir yaşantı içinde olacağını hayal ettim senin.
Işığın altından kaçmaya çabalayan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi.
El feneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmaya çalışıyordu ağlara takılarak.
Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamazdı,
kim bilir? İşte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi:
Sakalı biraz uzamış da ondan; zaten her gün traş olmayı sevmezdi.
Yanaktan yukarı çıkan böcek, sakağa doğru gözden kayboldu. El fenerini oraya tutsam mı?
Hayır. Korktu; fakat yarı karanlıkta kurşunun deliğini gördü.
Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği:
Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu.
Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu; ışınlar, kafatasının iç duvarlarında yansıdı.
Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını.
Belki de hamaböceği son parçayı taşıyordu. Kendini tutamadı:
"Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?" dedi. Aşağıdan, başka bir deliğin içinden
sevgilisinin sesini duydu:
"Bir şey mi söyledin canım?"
Elini telaşla kitap sandığına soktu. "Hiç," diye karşılık verdi aceleyle.
"Kendi kendime konuşuyordum."

..........OĞUZ ATAY

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:19:10
        TANRI MİSAFİRİ

   Evvel zaman içinde Batıda Yotan diye bir köy varmış. Köyde pek namazı niyazı olmayan Ali Mahmut diye bir köylü varmış. İşin doğrusu Ali Mahmut dönemin sayılı ateistlerindenmiş. Köyün imamı da, cemaat de bu durumdan pek hoşnut değillermiş.
   Gel zaman git zaman bizimkisi bir gün ölmüş. Köyün imamı "Ben bu adamın cenaze namazını kılmam" diye diretmiş. Köy halkı da "Allah'a inanmıyordu biz bu herifi gömmeyiz" diye tutturmuşlar. Durumu gören köyün yaşlılarından Müzeyyen hanım, köyün dışındaki tepelerden birinde, tek başına yaşayan köylülerin İğdeli İsmail diye andıkları köylüye haber vermiş. İsmail'in de pek namazla ilgisi yokmuş. O köye gitmiş cenazeyi almış ve kendi evinin yakınlarında bir yere gömmüş.
   O akşam imam Nazmi efendi, müezzin Mustafa efendi tüm cemaat aynı rüyayı görmüşler. Ali Mahmut Cennette çok iyi bir yer de keyif yapıyormuş. Sabah herkes birbirine rüyayı anlatmış. İmam, müezzin yanlarına bekçi Şinasi efendiyi de alıp sabah karanlığında yola çıkıp öğleye doğru İsmail'in yanın gelmişler. İmam sormuş
   "Kardeşim sen nasıl bir dua ettin ki bu imansız Allah katında bu kadar iyi bir yere gitti"
   İsmail efendi
   "Vallahi ben bir şey yapmadım, Rahmetliyi gömdüm. Sonra da
   "Allahım soğuk kış gecelerinde, sıcak yaz günlerinde insanlar kapıyı çaldı ve biz 'Tanrı misafiriyiz' dediler, ben de senin misafirlerini en iyi şekilde ağırladım. Misafirleri güvenip bana gönderdiğin için onlara da neyim varsa yoksa yedirdim.
   Ben sana ilk defa bir misafir yolluyorum sen de benim güvenimi boşa çıkarma olur mu? Dedim."

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:20:07
Şu anda
-biri seninle gurur duyuyor
-biri seni düşünüyor.
-biri senin için endişeleniyor.
-biri seninle konuşmak istiyor.
-biri seninle olmak istiyor.
-biri senin iyi olduğunu umuyor.
-biri verdiğin destek için sana minnet duyuyor.
-biri elini tutmak istiyor.
-biri her şeyin yoluna girmesi için sana dua ediyor.
-biri senin mutlu olmanı istiyor.
-biri onu bulmanı istiyor.
-biri senin başarıların için seviniyor.
-biri sana bir hediye vermek istiyor.
-biri senin bir hediye olduğunu düşünüyor.
-biri senin fazla üşüyüp fazla terlemediğini umuyor.
-biri sana sarılmak istiyor.
-biri seni seviyor.
-biri senin yüreğinin sağlamlığına hayranlık duyuyor.
-biri seni düşünerek gülümsüyor
-biri senin üzerinde ağladığın omuz olmak istiyor.
-biri seninle dışarı çıkıp eğlenmek istiyor.
-biri senin dünyalara bedel olduğunu düşünüyor.
-biri seni korumak istiyor.
-biri senin için her şeyi yapabilir.
-biri onu affetmeni istiyor.
-biri onu affettiğin için kendini çok mutlu hissediyor.
-biri seninle gülmek istiyor.
-biri seni anıyor ve onun yanında olmanı düşlüyor.
-biri Allah'a senin için dua ediyor.
-biri senin onu ömür boyu seveceğini bilmek istiyor
-biri senin onun için ne kadar önemli olduğunu söylemek istiyor.
-biri seninle hayallerini paylaşmak istiyor.
-biri seni kollarına almak istiyor.
-biri senin kollarında olmak istiyor.
-biri seni ruhunun derininde hissediyor.
-biri senin uğruna zamanı durdurabilmek istiyor.
-biri Allah'a seni karşısına çıkardığı için şükrediyor.
-biri seni görmek için ölüyor.
-biri senin ona hissettirdiklerini çok seviyor
-biri senin yanında olduğunu bilmeni istiyor.
-biri senin arkadaşlığın sayesinde kendini mutlu hissediyor.
-biri senin arkadaşın olmak istiyor.
-biri dün bütün geceyi seni düşünerek geçirdi.
-biri senin onu fark etmeni bekliyor.
-biri senin öğütlerine ve yol göstermene ihtiyaç duyuyor.
-biri sana inanıyor.
-biri sana güveniyor.
-biri senin desteğini istiyor.
-biri senin ona inanmanı istiyor.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:20:34
SUYUN KULAĞI VAR
Japon bilim adamı Emoto'nun araştırmasına göre sevgi sözcükleri ve klasik müzik, su kristallerini güzelleştiriyor. Kötü sözler ve sesler kristalin yapısını bozuyor.

Masaru Emoto adlı Japon bir araştırmacı, insan vücudunun ve yaşamış olduğumuz yer kürenin yüzde 70'inden fazlasını kaplamakta olan suyun moleküler yapısının insanların düşüncelerinden, sözcüklerinden ve dinlemiş olduğu müzikten etkilendiğini belirledi.

Tokyo'da bulunan HADO Enstitüsü'nün internet sitesinde yeralan çalışma ve habere göre, insanların yaşam kalitesinin, vücutlarındaki ve yerküredeki suyun kalitesiyle bağlantılı olduğunu savunan Emoto, yaşama geçirilen pozitif düşünceler sayesinde insanın vücudunda yeralan suyun, kişiyi mutlu ve esen kılabileceğini bildirdi.

Araştırmaya göre, müzik terapisinin son zamanlarda popüler olmasıyla birlikte Emoto müziğin suyun yapısı üzerindeki etkilerini görmeye karar verdi ve iki müzik hoparlörü arasına birkaç saatliğine distile su koyarak suyun donduktan sonraki kristal formlarını fotoğrafladı.

Aynı tip su kristallerine önce Bethoven'ın pastoral müziğini dinleten Emoto, su kristalinin çok güzel şekillendiğini, Bach'ın "Air For The G String" parçası dinletilen su kristallerinin nispeten düzgün olduğunu, Heavy Metal müzik dinletilen su kristalinin ise tamamen şekilsiz ve dağınık olduğunu fotoğraflarla tespit etti.

Bu çalışmayla, düşüncelerin ve kelimelerin su kristallerinin formasyonları üzerindeki etkisini tespit eden Emoto, bazı sevgi ve nefret kelimelerini kasete kaydederek cam şişelere gece boyunca dinletti.

Bu deneyde ise sevgi, takdir ve teşekkür sözcükleri dinletilen şişelerdeki su kristallerinin çok simetrik ve güzel olduğunu, kin ve nefret sesleri dinletilen kristallerin ise tanınamayacak kadar dağınık olduğunu belgeledi.

Japon bilim adamı Masaru Emoto, sitesinde yaptığı açıklamada, "Kelimeler doğanın titreşimidir, böylece güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır, bu da kainatın kök

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK